Her gün bir öncekinden daha mı karanlık oluyor yoksa bana mı öyle geliyor bilemiyorum. Bu yazımda sizlere, bu karanlığın öznelerini ve nesnelerini anlatmaya çalışacağım. Bizler, masum olanlar (!) masumluğu eylemsizliğinden gelenler… Bizlerin yapabilecekleri ve yapmadıkları, yaptıkları ve yanlış yaptıkları hakkındaki vicdan muhasebesini de sizlere bırakacağım.
Orta Çağ’a dair akıllara ilk gelen niteleme sözcüğü, kuşkusuz ki “karanlık”tır. Evet Orta Çağ, bugün Batı dünyasının parçası olanlar için hayli “karanlık” bir dönemdi. Bu dönemin temel özelliği, bilgiye, insana, sevgiye karşı düşmanlık, bu düşmanlığın acımasızca geniş kitlelere dayatılmasıydı. Kuşkusuz ki bu dayatmadan en büyük zararı görenler, bu karanlığı ağartmaya çalışanlar olmuştur. Yani, dönemin “masum olmayanları” eylemli olmalarının bedelini öyle ya da böyle ödemiştir.
Tarihin, hiç tesadüfi sayılamayacak cilvesine bakın ki, bugün yüz yıllar sonra Orta Çağ karanlığında, hayallerimizi ve umutlarımızı besleyenler, karanlığın özneleri değildir. O karanlığı aydınlatmaya çalışanlar, aydınlığının özneleri olduklarından adlarını bugün bildiklerimiz ve hayranlık duyduklarımızdır. Günümüzün karanlığı, Orta Çağ’ın karanlığına benzetildiğinden “yeni orta çağ mı yaşıyoruz?” tartışmaları o kadar çok yapıldı ki, çoktan popülerliğini yitirdi. Ben de burada, derin analizlere, felsefi konulara gömülüp, yeni orta çağ tezlerini tekrarlayacak değilim. Yalnızca karanlık sevdalarının saldırdıklarının, bize neye sarılmamız gerektiği konusunda verdiği ipucunu ortaya koymak niyetindeyim.
Bugün burada çizeceğim tablo, Türkiye’yi konu ediniyor. Dünyanın bambaşka yerlerinde bambaşka karanlıklar olduğu, bu karanlıkların farklı tonlarda olduğu doğrudur. Ancak bizi nefes alamaz kılan bu tanıdık hikaye, bu kez (hayli uzun zamandır olduğu gibi) Türkiye’de geçiyor. Bu karanlık tablonun unsurları, bellidir: bilime düşmanlık, yeşile düşmanlık, tarihe ve sanata düşmanlık, kadına düşmanlık.
Bilime düşmanlık
Bazıları için, tüm kötülüklerin anasıdır bilim. Nedeni basit. Bilim karanlıkları aydınlatan en güçlü silahtır. İki ayak üstünde durduğumuz günden beri, bilmeye ihtiyacımız var. Önceleri yalnızca hayatta kalmak ve türü sürdürebilmek için belki. Daha sonra, merakımızı tatmin etmek için, ilerlemek için, hayatımızı kolaylaştırmak için, insanlığın yüzyüze kaldığı sorunları çözebilmek için ve daha pek çok şey için… Bilmek, gerçeklik karşısındaki minikliğimizi duyumsamanın ve öğrendikçe bilmediklerimizin arttığını fark etmenin, değişmenin ve değiştirmenin yegane yolu.
İlk çağlarda, bilginin önemli bir merkeziydi Anadolu toprakları. Düşünün, Aristoteles’in, Anaksagoras’ın, Tales’in baktığı gökyüzüne bakıyoruz bugün. Heyecan verici değil mi? Bazıları için değil. Hiç olmadı. Anadolu, sonra sonra giderek geriledi. Bilgiye verilen önem neredeyse yok oldu. Üzerinden uygarlıklar geçmiş bu topraklar bugün, bilgisizliğin ve bilim düşmanlığının dipsiz kuyularında boğuluyor. Karanlığın özneleri, bilime düşman çünkü, milyonları uyuttukları hikayelerinin yalan olduğunu yüksek sesle haykırıyor bilim. En önemlisi ise, bilim, düşünmeyi, sorgulamayı, araştırmayı salık veriyor. Ah, düşünen insan, kolay zaptedilebilir mi? Sorgulayan insan, kendi çağına bile sığmazken, Orta Çağ karanlığına hapsedilebilir mi? Yanıt belli.
Bilim düşmanları, pıtrak gibi üniversite açarak bilime destek olduklarını savunur. Oysa bilim yuvaları, yandaşlara maaş formatında, beyin yıkama merkezi olmuştur. Liseleri İmam Hatip’e çevirerek eğitimde fırsat eşitliği yarattıklarını, 4+4+4’e geçerek devrim yaptıklarını iddia ederler. Oysa kız çocukları eve hapsolmuştur. İlk okullarda liselerde, eğitim, türbanlı okula gelebilme “özgürlüğü” tartışmalarına hapsedilmiştir. Memleketin her yanında on yaşında kız çocuklarının artık haremlik selamlık olmaya başlamış okullara, dizine değen türbanlarla gidişini izler olursunuz. Eğitim iyi olsa, okula gidebilir olduklarına şükredersiniz. Oysa okullarda bilgi namına öğretilen şey o denli azdır ki… Bilim düşmanları, Türkiye’de zar zor bilim yapmaya çalışan, dünyada önemli üniversiteler arasına girmeyi başarmış yegane üniversitesini, dize getirmek için elinden geleni ardına koymaz. Saymakla bitecek gibi değil… Bilinesi olan şey ise, gelecek nesillerin katledildiğidir.
Yeşile düşmanlık
Yeşile düşmanlığın diğer adı “para”dır. Daha fazla bina, daha fazla rant, daha fazla güç, daha fazla sus payı demektir. Dünya medeniyetin eski merkezi Anadolu, ilk çağlardan bugüne milyonları beslemiş Anadolu, anaların anası Anadolu… Yeşil düşmanları, kadim Anadolu’yu, köprülere, hava alanlarına, heslere, maden ocaklarına peşkeş çeker. Yeşil alandan anladığı Pazar günü atletiyle mangal yapıp, çekirdeğini toprağına çıtlayacak otluk olanların, insanlığın en vazgeçilmez nimetine yaptıkları bu hıyanet, para içindir. Öldüklerinde, yeşil paralarını koyamayacakları cepsiz kefenleriyle nereye gömüleceklerini düşünmeden…
Anadolu’nun asırlık zeytinlikleri, İstanbul’un az olsun nefes almamızı sağlayan ormanları, şehir içinde bir iki tanecik kalmış koruları, Taksim denen beton yığını arasında gördükçe umutlandığımız Gezi parkı, Artvin’in sarhoş eden oksijeni daha niceleri, bu doğa katillerinin hedefidir. Bizler direniriz, Gezi’de, Validebağ’da, Artvin’de direniriz… Mücadelemizden sonuç alırız. İkinci bir emre kadar susturuluruz. Biz sustukça, onlar yeşillerine yeşil katar…
Tarihe ve sanata düşmanlık
Tarih ve sanat düşmanlığı, insanlık düşmanlığıdır.
İnsan ırkının, bin yıllardır iğneyle kuyu kazarcasına, emek, ter ve kanlarıyla var ettikleri, yok sayılır, hor görülür, hedef alınır. Tarih düşmanları, Balkanlar’da ecdadlarının yaptığı köprü, çeşme ve camiler üzerine diplomasi inşa etmeye çalışırken, Anadolu’nun tarihine bu denli düşmanlık… Ah bu iki yüzlülük… Tarihi, Osmanlı dizileri, İstanbul’un fethi filmlerine bırakıp, gündem zora düştükçe Ayasofya cami olsunculuk.. Utanç. İnanılması güç bir utanç kaynağı bu… Bu utancın mimarları, Hasankeyf’te yüzlerce yıllık kalıntıların baraj sularına terk edilmesini izlerken, Aspendos’u Afyon mermeriyle restore edip, Sümela’ya kaçak kat çıkarlar. Ah bu iki yüzlülük…
Ya sanat… İnsanın, diğer canlılardan en büyük farklarından birisi… Estetik duygusu… Binlerce yıldır damlaya damlaya biriken muazzam bir bilgi, bilinç ve algı. İnsan ruhunun yegane dostu… Sanat! Yüzlerce yıl önce bestelenmiş bir eseri dinlerken gözleri dolmayan, aşkını onlarca yıl önce yazılmış dizelerde yaşamayan, kendi toplumunun bugünkü gerçeğini belki de ilk çağlarda yazılmış bir oyunda izlemeyen, sinema perdesine heyecanla bakmayan ve eline boya kalemlerini alıp gökyüzünü maviye boyamak istemeyenler… Onlar için sanat ne ola ki? Bir hiç ! Günah kaynağı, ahlaksızlık. Ne acı… Bu ülkenin yurt dışında adını duyurmayı başarmış başarılı bir piyanist ve bestecisi Fazıl Say’a, sosyal medya hesabında paylaştığı bir Ömer Hayyam şiiri nedeniyle dava açılması, Duayen piyanist İdil Birit konserine Alperen baskını, tarihi Emek Sineması’nın yıkılmaması için direnen oyuncuların, sinema emekçilerinin yerlerde sürüklenmesi, sanatın “batsın bu dünyacılar”la “kış kış cinler kış kış”çılara bırakılması… Acınılası.
Kadına düşmanlık
Toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri ve dengesizlikleri hemen her toplumda üzerinde durulan ve önemli bir konu olsa da, muhtemelen, bu topraklarda “kadın” ilk defa bu denli açıktan, sistematik ve bilinçli olarak hedef gösteriliyor. Gün geçmiyor ki, bir taciz, tecavüz, yaralama, öldürme haberi gündeme düşmesin… Beğenmediğimiz Batı toplumunda olsa belki haftalarca gündemde kalacak olan olaylar, her yeni gün bir diğeri ile yüzleştiğimiz için çabucak unutuluyor. Kronikleşen bu sorun, gelenekselci- dinci- kadın düşmanı zihniyet ile başta kadınlar tarafından topluma her gün yeniden dayatılmaya çalışılıyor. Dehşet içinde izliyoruz. Kadınlara bu düşmanlık, kadını günahlarının sorumlusu olarak gören, sapık, doyumsuz, cinsel olarak bastırılmış erkek zihniyeti ile besleniyor. Bu zihniyete dur denilmezse, her şey içinden çıkılmaz hale gelecek. Münevver, Ayşe, Özgecan, Cansel ve daha onlarca madur… Hepimizin adına öldüler. Ölüler biziz, ölüler bizim…
Evet, düşmanlarımızın düşmanı ortada, insana dair iyi ne varsa düşman, düşmanlarımız. Ve yapabileceklerimiz arttıkça, eylemsizliğimiz, “masumiyetimizi” daha da kirletiyor.