Son dönemin en popüler(!) diplomatlarından Barrack’ın Trump-Erdoğan görüşmesi üzerine yaptığı yorum üzerine epey konuşulması gereken bir alan açtı. Trump’ın Erdoğan ile yaptığı görüşmedeki olumlu havanın anaakım medyada bir “zafer” olarak karşılandığını görüyoruz. Halbuki görüşmenin hemen öncesinde yaşanan gelişmeler ve “çeviri kazaları” ABD’nin Türkiye ile ilgili niyetlerinin hiç de ifade edildiği gibi olmadığını da kanıtlar nitelikte. Görüşmenin yarattığı olumlu iklime karşı Trump’ın Türkiye’den beklentilerinin çok daha belirgin olduğu açık.
F-35, “hileli seçimler” göndermesi, “Halkbank” ricası arasına sıkışan bir gündemde dikkati çekmesi gerek detaylardan biri Rusya ile petrol alışverişinin kesilmesine dair talepti. Erdoğan’ın istekleri var, belli. Ancak bu isteklere karşılık vermek zorunda olduğu tavizler de var. Bu tavizlerin de ABD’ye olan bağımlılığı giderek daha da artıracağı ortada. Ülkede anlamsız bir zafer ve güç gösterisine dönüşen bu görüşmenin medyadaki yansımalarının ne denli yanıltıcı olduğu da bir gerçek. Dış politikada yaşanan bu gelişmelerin içerdeki otoriterliğin özgüvenini daha da artırdığını görüyoruz. Yine ABD’nin gölgesindeki güç sarhoşluklarına tanıklık edeceğimiz bu dönem politik ve iktisadi krizlerin devam edeceğinin de göstergesi…
Barrack’ın “meşruiyet veriyoruz” temalı açıklama AKP iktidarının hala bir krediye sahip olduğunu göstermekle beraber, başta Filistin meselesi olmak üzere yöneticiler ve kitlede yükselen ABD-İsrail karşıtı homurdanmaların önünün kesilmesi için de bir “balans ayarı” oldu. Özellikle de Filistin meselesinin ABD-İsrail denklemini çok şiddetli olmasa da sorgulamaya açan ve çok ciddi bir güven bunalımına neden olan bir ortam yarattığı oldukça açık. Ancak Soğuk Savaş’ın başlangıcından beri ABD’nin her dönemde Türkiye’de kendisiyle ilgili başlayan sorgulama ve eleştiri süreçlerine karşı kolaylıkla tepki verdiği ve yeniden tüm ülkeyi istediği raya oturttuğu da oldukça açık.
Öte yandan bu “meşruiyet” meselesinin AKP’nin her alanda kaybettiği gücü yeniden toparlamasına ve ABD’nin gölgesinde otoriter rejimini sürdürmek istediği görülmektedir. Her ne muameleye maruz kalmış olursa olsun ABD’ye karşı her zaman olduğu gibi her türlü tavizi vermeye hazır, kendi iktidarı için tüm kamusal varlığı ipotek altına almaktan çekinmeyen, kendi oligarşik hevesleri dışında hiçbir gündemi olmayan bir Erdoğan görmeye devam ediyoruz. Esasında pek çok alanda kaybettiği gücü ve buna bağlı olarak meşruiyetini tazelemek zorunda kalan ve bunu nedenle de ABD’nin icazetine mahkûm bir otoriter liderin çırpınışlarını daha fazla görüyoruz. Güç ve meşruiyet kayboldukça bağımlılık ilişkisinin daha da arttığı da görülmektedir. Ulusal çıkarların ABD’ye ipotek edilmesinin detaylarını ilerleyen günlerde daha net göreceğiz. Taviz listesinin daha şimdiden ne denli ulusal bağımsızlığına ne ölçüde zarar vereceğini tahmin etmek de hiç zor olmayacak. Sadece bu yeraltı kaynakları ile ilgili gündemin dahi herkesi ne kadar rahatsız ettiği belli.
Öte yandan en son Bahçeli’nin İsrail’i merkeze koyarak yaptığı sözde “itiraz” eden açıklamasında Avrasyacı görüşlerin yeniden hortladığına tanıklık ettik. Rusya ve Çin ile yapılacak ittifakın öneminden bahseden Bahçeli’nin 15 sene önce benzer cümleler kuran askerlerin Ergenekon’da nasıl yargılandığını unutarak yaptığı bu açıklamaları ne kadar ciddiye almak gerektiği de oldukça şüphelidir. Çünkü Türkiye’de bu tip çıkışların soğukkanlı bir dış politika belirlemek için değil kitleleri heyecanlandırmak ve daha popüler deyimle “gazını almak” için yapıldığı defalarca karşılaştığımız gerçeklerden yalnızca bir tanesi. Özellikle de Trump ile yapılan görüşmeden sonra Bahçeli’nin yaptığı bu açılımın tamamen boşa düştüğünü de tespit etmek gerekir. İsrail’e karşı Türkiye’nin çok önemli bir kırılma yaşıyormuş gibi göstermesinin sözcülüğünü yapan Bahçeli, arka planda yükselen Türk-Amerikan ilişkilerinin görmezden gelemeyecektir. Belki bu sözler hiç söylenmemiş gibi siyasal yaşam devam edecektir.