Ortaklıklarından çok farklılıklarına meraklı bir toplum hiçbir zaman ulus olamaz. Birbirinden bu kadar nefret eden ve “öteki” olanı toplumsal alandan silmek isteyen köklü bir düşmanlığın içinde de ulus olabilmek ya da ulus kalabilmek mümkün değildir. “Türk milleti” diye başlayan heyecanlı cümlelerden ziyade bu topraklardaki ortaklığın yeniden nasıl inşa edilebileceğinin imkanlarını aramakla mükellefiz.
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Türkiye halkının (Atatürk’ün bizzat kendi ifade ettiği bu kavramı kullanınca Kemalizme düşman olmakla suçlanıyorsunuz) ya da Türk milletinin hangi dönemde ne kadar ulus olmayı başardığının kendisi bambaşka bir tartışma konusu olmakla birlikte mevcut durum üzerinde durmakta daha fazla fayda var.
Türk toplumu ya da Türkiye toplumu (aslında ikisi aynı şeydir ama ikincisi nedense hep Türklüğe hakaret olarak algılanır ki bunu kavramın kendisinde değil bu kavramı kullanan ikinci cumhuriyetçi zevatta aramak gerekir) esasında çok parçalı bir yapıdır. İlk günden itibaren gelen bu parçalı yapı “küreselleşme” ile ulus-devletlerin yerine kimliklerin ikame edilmesi ile daha da güçlenmiştir. Ortaklıklara dair görüşlerin tamamının Soğuk Savaş’tan kalma totaliterlik korkusuna heba edilmesi ve kolektif olan her anlatıda “otoriterlik” ve “asimilasyon” aranması neoliberal yeni düzenin amentüsü haline geldi. Zaten mevcut durum yeteri kadar parçalı iken uluslararası düzene uyum adı altında ulus kimliğine dönük yoğun tazyik bir anda özgürlük fikrinin kendisinin ortaklıklarda değil farklılıklarda aranması gerektiğine dair ekseriyeti ikna etti.
Ülkedeki siyasi ve iktisadi yarıkların üzerine bir de yeni tip ayrımların ortaya çıkması ve farklılıkların her geçen gün giderek daha fazla geçer akçe haline gelmesi toplumsal bağları giderek daha fazla zayıflatan bir “demokrasi şöleni” ile sonuçlandı. Bundan kötü olanı ortaklıklara dair her tartışmanın anlamını yitirmesi ve bunun bir kabahat gibi kabul görmeye başlamasıdır. Ulus temelli ortaklık neredeyse bir utanç vesilesi haline gelirken herhangi bir ulusaltı ortaklık bir lütuf haline gelmiştir.
Son 22 yıllık dönemin aşırı kutuplaştırıcı söylemi artık tüm bu farklıkları bir tartışma konusu olmanın ötesine geçirmiş ve hepsini birer düşmanlık unsuruna dönüştürmüştür. Diyalog ve hoşgörü duygusunu her geçen gün daha fazla yitiren bir toplum “farklı” olan her şeyin meşru zeminini köklü bir biçimde ortadan kaldırmaktadır. Çeşitli ulusal güvenlik sorunları gerekçe gösterilerek aşırı güvenlikçi bir siyasal yaşam inşa edilmesi ile bu sefer de sıradan bireylerin dahi farklı görüşleri nedeniyle kolaylıkla “terörist” ilan edildiği görülmektedir. Terörizmin ve terör örgütlerinin açıktan savunusundan tamamen bağımsız olarak alakalı ya da alakasız herhangi bir siyasi ya da toplumsal tartışmanın sizi kolaylıkla terörist yapabildiğine tanıklık ediyoruz artık. En son genç bir yayıncının iktisadi krize dair yaptığı açıklamanın hemen ardından PKK terör örgütünü meşrulaştırdığına varan linç girişimleri ortaya çıktı. Sosyal medyadaki linç kültürünün geleneksel olanın sınırlarını fazlasıyla zorladığı ve bireylerin birbirlerine kolaylıkla hakaret edebildiği bir mecrada ulus olmaya dair herhangi bir kanıt bulmak zaten mümkün değildir. Öte yandan sokak röportajlarında yaşanan tartışmaların da toplumun hangi ölçülerde kutuplaştığını görmek açısında önemli bir veri olduğunu da kaydetmek gerekir.
Buradan gelmek istediğim nokta şu: ülkede yaşanan sorunların kökeninde sürekli olarak belirli grupları ya da kimlikleri arayarak kendi dahil olduğunu yücelten ve dahil olmadığı ötekiyi tamamen ortadan kaldırmak isteyen sığ bir hamasetin bizi getirdiği noktayı gösterebilmek. Hepimizin dahil olduğu bir ayrımcılık kültüründen bahsetmeye çalışıyorum. Bunu yaratan biz olmamamıza rağmen bu çemberin içine dahil olmaktan pek çekinmediğimizi ifade etmeye çalışıyorum. Cümleye sırf “Atatürk” diye başladığımız için kendimizi başkasından daha üstün görmeye çalıştığımız o hallerimizi hatırlayalım istiyorum. Sahibi olmadığımız şeylerin doğal sahibi gibi davrandığımız ve sadece bize hak olduğunu düşündüğümüz gizli arzularımızın bizi sürüklediği yerin sorunlu olduğunu ifade etmeye çalışıyorum. İktidarın çizdiği sınırlarla hareket eden bir edilgenlik nedeniyle kendi ulus projesinin dışında kalan bir dar alan savunusunun sorunlarını dile getirmeye çalışıyorum. Bu cümleleri okuyup da sinirlenecek olanları kürsü retoriği dışından güncel siyasal yaşamdaki pratiğini yeniden gözden geçirmeye davet ediyorum. Çünkü kendine benzemeyene yazlık sitesinde bile tahammül edemeyen bir bıkkınlıkla yüzleşilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Hangi kimlikten, kültürden, şehirden, mahalleden ve mezhepten olursa olsun Türkiye’nin yoksullarının, emekçilerinin, hiçbir avanta sarmalına girmeden çalışan maaşlılarının tamamının sorunu aynıdır. Öte yandan yine hiçbir ayrım gözetmeden iş yerinde ya da sokakta inşa edilmiş her türlü sömürü mekanizmasının başında olan her kişinin kazancı ortaktır. Sömürenlerle sömürülenlerin belirli siyasi ya da kültürel kimlikler altındaki yapay ortaklıkları yüzünden ulus olma projesi çıkmaza girmiştir.
Yeniden ulus olabilmenin imkanları da neoliberal düzenin atomize ettiği toplumlara dayattığı sınırları reddetmekten geçmektedir. Bize hazır sunulan ve edilgen olduğumuz bir sistem içindeki ayrımları hakikat olarak kabul edip Atatürk ve milliyetçilik edebiyatı yaparak bu yapay sınırları “terör” korkusu ile güçlendirmek, terör örgütleri ile kimlikleri ya da farklı düşünceleri kolaylıkla eşleştirmek ve bunun üzerine siyaset kurgulamak maalesef bizi ulus olma projesinin tamamen dışına atmaktadır. Savaş zamanı hangi gerekçe ile olursa olsun mecliste “İkinci Grup” olmasına müsaade eden bir özgüven ile kendi içindeki muhalife dahi tahammül edemeyen, atomize olmaya çok açık bir dar grupçu zihniyetin aynı kelimelerle tanımlanması yalnızca bir talihsizliktir.
Ulus olabilmek çok ciddi analiz isteyen, sabır isteyen, her türlü düşmanlık projesine karşılık soğukkanlılıkla bir arada yaşamayı savunabilecek bir hayale sahip, terör faaliyetleri ile siyasal tartışmaları birbirinden ayırabilme yeteneğine sahip, ülkenin neresinde yaşıyor olursa olsun her türlü şiddet, baskı ve sömürüye bağlı krize karşı benzer tepki verecek ve bunu yaparken de hiçbir ulus-devlet karşıtı hareketi meşrulaştırmadan yön çizebilecek geniş ve kapsamlı bir faaliyetin başarısına bağlıdır. Bugünün koşullarında çok daha zor olan bu projenin peşinden gidebilmek için yalnızca güvenlik sorunlarını gerekçe göstererek ordudan, karar yetkisine sahip son mercii olduğu için parti yöneticilerinden ve daha geniş kitleye hitap edebildiği için popüler simalardan hareket beklememek gerekir. Siyasette öncülük meselesini dar bir alanın iradesine terk etmenin kötü sonuçlarıyla defalarca yüzleşmeye karşılık 12 Eylül öncesinin dinamik ve toplumcu mirasının en güzel örneklerini yeniden hatırlayarak hem zihnimizi hem de siyasi pratiğimizi güncellemeye davet ediyorum.