Ulusalcılık kavramının Türkiye’de 90’lı yıllar hatta 2000’lerle birlikte siyasal gündeme dahil olması tesadüf değil. Siyasal literatüre girdiği günden itibaren de ifrat-tefrit sarmalından kurtulabilmiş bir kavram da değil. Ulusalcılığın Kemalizme ikame bir kavram olarak dahil olması ve Kemalizmin doğrusal bir ardılı olduğu iddiası Atatürkçü kesimler açısından bu konunun konuşulmasını imkansız kılıyor. Öte yandan kariyerini Kemalizme küfür üzerine inşa eden siyasal cenahlar ise bu kavramın kapsadığı alanı rahatça genişleterek onu bir günah çuvalı haline getiriyor ve Kemalizmi eleştirmenin bir aracı olarak kullanıyor. Ulusalcılık kavramını elbette geçmiş dönemden gelen bir Kemalist birikimin üyelerinin kullandığı bir gerçek. Aynı çevrede kullanılagelen bu kavram elbette ülkedeki siyasal pozisyonların belirlenmesi için kullanılabilir. Ayrıca “ulus” kelimesinden türediği için de yalnızca kavramsal olarak bile küreselleşme ve ulus-devlet ikilemi için de oldukça açıklayıcı. Öte yandan 2. Cumhuriyetçi olarak kabaca tasnif edebileceğimiz bir siyasal gruplaşma ulusalcılığa vurdukça bu kavram çok daha katı bir savunmaya maruz kalıyor ve 2000’lerin koşullarındaki içeriği gündelik ihtiyaçlara göre dolduruluyor. Bizim bugün ulusalcılık kavramını güncel Kemalizm algılarımız ekseninde yeniden konuşmak, doğrusu ve yanlışıyla aklıselim bir analize tabi tutmak gerekmektedir.
Ulusalcılık, başlı başına bir ideoloji değildir. Ulusalcılık esas olarak Kemalizmin 2000’li yıllardaki yansıması olarak kabul edilebilir. Daha doğrusu Kemalizmin güncel bir yorumu olarak kabul edilebilir. Ulusalcılık kavramı 12 Eylül’in “-izm” deformasyonuna kurban giden ve kendisinin gerisinde bir retorik olarak kalan Kemalizmi de kapsayan daha büyük bir siyasal refleks biçiminin de adıdır. Ulusalcılık, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal krizlerin giderilmesi için savunmacı ve büyük ölçüde geçmişe referans veren eklektik bir önermeler bütünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
90’ların ikinci yarısından itibaren Türk siyasetinde ilginç gelişmeler oldu. Kemalizmin yaklaşık 30 yıldır yürüttüğü sol eksenli mücadele yerini sağ ve sol ayrımları yok sayan yeni bir sürece bıraktı. Küreselleşme süreci ve bu sürecin ulus-devletler ekseninde yarattığı güvenlik tehditleri ülke içindeki çatışmaları ikinci plana attı ve başat eksen olarak milli-gayrımilli çatışması kendisine çok daha geniş bir yer bulabildi. Ülke içi sorunların ve sınıf çatışmasının tükenmediği bu dönemde Kemalizm, 12 Eylül’den kendisine miras kalan sol ile mesafeyi her gün daha fazla aralama görevini başarıyla yerine getirdi. Sınıfsal analizlerden ve iktisattan tamamen koparak tek sorunun ulusların arasında geliştiğini iddia etmeye başladı. Federasyon tartışmalarına refakat eden kimlik tartışmaları, ulus-devlet ve ulus kimliğinin yok edilmesine dolayısıyla Kemalist devrimin kazanımlarından vazgeçilmesine yol açacağı için üzerine gelen baskıyı daha sert bir savunma ile gidermeye başladı.
Sert savunma hali ve sürekli tehdit algısı, kronik bir korkunun Kemalistlere yerleşmesine ve kendi dışında gelişen her türlü siyasal olayın kendilerine yönelik bir tehdit olarak algılanmasına neden oldu. Kemalistlerin ulus-devlet ve ulus kimliğine dair kaygıları hiçbir şekilde yersiz ya da temelsiz değildir. Soğuk Savaş’ın bitmesi ve ABD’nin tek kutuplu hegemonyası ile dünyada sınırların nasıl ve ne şekilde değiştirilmek istendiği Köfrez Savaşı’ndan Suriye’ye kadar satır satır okunabilir. Yalnızca Türkiye’nin değil sınırlarından ve gidişatından rahatsız (!) olunan her devletin benzer bir baskı altında kaldığı da iddia edilebilir. Şüphesiz ki bu tartışmaların hepsinin bir doğruluk pay mevcuttur. Sorun tespitlerinin yapılmasında herhangi bir sakınca yoktur. Ancak burada Kemalizmin katı bir savunmaya çekilmesi ile ülke içindeki siyasal ittifak dinamiklerini bir parça eksik okuduğunu söylemek mecburiyetindeyiz.
Küreselleşme her ne kadar ulus eksenli bir gündem yaratmış olsa da dünyadaki sınıfsal temelli çatışmalar sonlanmış değildir. Ülke içindeki emek-sermaye çatışması başta olmak üzere iktisadi ve politik temelli ger türlü çatışma ve diğeri üzerinde hegemonya tesis etme sorunu tükenmiş değildir. Sınıfsal mücadele ile ulusal mücadele ekseninin iç içe geçtiği bir süreç ortaya çıkmıştır. Küreselleşmenin ulus-devletleri tehdit ediyor olması ülke içinde yalnızca kamusal çıkarları önceleyen bir bütünlük yaratmamıştır. Bürokratlar politik, sermaye ise iktisadi tahakkümünden vazgeçmemiştir. Özgürlük ve demokratikleşme problemleri de tükenmemiştir. Ayrıca bu vb. gündemler küreselleşmenin ürettiği ya da yalnızca “Batı” tarafından finanse edilen gündemler de değildir.
Sınıfsal ve ulusal gündemlerin iç içe geçmesi gerçeğiyle yüzleşmeyen ulusalcılık kendisini yalnızca ulusal eksendeki tehditle sınırlı bırakmış ve küreselleşmenin yarattığı sınıfsal çatışmanın ezilen kesimlerinden kendisine müttefik bulamamıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi de emperyalizme – temeli iktisadi olmasına rağmen – coğrafi bütünlük, kimlik ve kültürel değerler üzerinden yaklaşmış olmasıdır. Dilinden düşürmediği ve ÇUŞ diye kısalttığı çok uluslu şirketlerin dünya ekonomisindeki yerini ve Türk ekonomisini hangi eksende baltaladığını ve buna karşı nelerin yapılması gerektiği noktasında ezberlerle sınırlı tavsiye kararlarının ötesinde bir gündem yaratamamıştır.
Coğrafi konumundan kaynaklı olarak ve komşuları üzerindeki tahakküme odaklanarak dünya genelinde neoliberalizmin yayılışını ve çeşitli coğrafyalarda yaşanan gelişmeleri de takip etmemiş yalnızca kendi gündemine odaklanarak sorunu kendi içinde çözmeye çalışmak gibi sonuca ulaşmayacak bir çaba içinde girmiştir. Benzer dertlerden muzdarip dünya halklarının sıkıntılarına gözlerini kapatan ulusalcılık, Türkiye merkezli siyaset yapma anlayışını her şeyi Türkiye’ye indirgeme gibi yanlış bir yöntemle uluslararası ittifak zeminlerini kaçırmış ve kendi ülkesinde daha çok yalnızlaşmaya başlamıştır.
“Batı” üzerinden şekillendirdiği tehdit algısını dönemin iktidarlarından daha geniş bir perspektifte halklara ve kültürlere doğru yayarak sağ-muhafazakar siyasetin yaklaşımlarına çok benzer bir biçimde “kültürel” bir karşıtlık söylemi üzerinden esas konuyu pas geçerek AB gündeminde doğru bir tehdit algısını yanlış bir söylemle savuşturmaya çalışmıştır. Kemalizmin laiklik ilkesine tamamen aykırı olarak Türk sağından devralınan “Hristiyan kulübü” tabirini kullanmakta hiçbir beis görmemiş, AB iktidarlarının siyasal ve iktisadi sömürü araçlarına karşı bir politika geliştireceğine onların inanç sistemlerine yönelik olumsuz bir söylemin içine düşmüştür.
Ulusalcılık öte yandan Kemalizmin devlet kurumları tarafından belirlenmesini, sahiplenilmesini ve korunmasını beklemiş, kaybettiği aydınların yerini doldurmak yerine, halkçılık anlayışına uygun bir biçimde kamusal bir inisiyatif yaratmak yerine o gün güçlü olan ve popüler olanlardan kendilerine kanaat önderleri seçerek mesihçi bir anlayışla cumhuriyetin kurtuluşunu beklemiştir ve hala da beklemektedir. Ulusalcılık, dünya genelinde bir pandemi halini alan anti-entelektüalizmin de çemberi içine girmekte hiç gecikmemiştir. Aydınların “laf ebeliğinden” rahatsız olan ulusalcılık heyecanlı kürsü konuşmaları ile ruhunu doyurarak nasıl olsa bir başkasının sorumluluğuna bıraktığı siyasal eylemi üzerinden atarak rahata kavuşmuştur.
Belirli gün ve haftalarda politikleşen bunun dışında da kerameti kendinden menkul önemsiz meczupların Atatürk’e hakaret etmesini bekleyen bir tavır ile de yılın geri kalan günlerinde kendi özel hayatının özel sorunlarında boğulmuş olarak yaşamına devam etmektedir. Ulusalcılık kavramını neden Kemalizmin doğrudan ardılı olarak görmediğimi maddeler haline ifade etmek istiyorum:
-
Kemalizm kendi aksiyonunu üretebilen ve kendi gündemlerini yaratarak ülkeye ve düşünce hayatına yön veren bir ideolojidir. Buna karşılık ulusalcılık aksiyoner değil, reaksiyonerdir. İktidarın belirlediği gündemlere cevap yetiştirmeye çalışırken arkada kalan pek çok önemli sorunu es geçmektedir.
-
Kemalizm halkın kendi gücüne güvendiği ve önderinin dahi kendisini kenara çektiği bir sivil inisiyatife bağlı bir örgütlenme modeli öngörmektedir. Ulusalcılık güçlü olanın gölgesine sığınılan, parti ve dernek başkanlarının talimatlarıyla söylem oluşturulan bir niteliğe sahiptir.
-
Kemalizm için aydınlar merkezi önemdedir. Kendi emekleriyle ve kültürel birikimleriyle iş üreten, toplumu inanmaya değil düşünmeye sevk eden, gündelik değil kalıcı eserler bırakan bir aydın mirasına sahiptir. Ulusalcılık bu aydınları yalnızca kürsüde ve mezarlık başlarında savunurken arkasını döndüğünde bu birikimin uzağındaki herkesi baş tacı edebilmektedir.
-
Kemalizm esas gelişmesini toplumcu, devrimci ve halkçı bir özde ararken ulusalcılık, “milli” adı altında geçmişte kendisine düşman her cenahtan insanla muğlak bir çatı altında bir araya gelebilmekte ve sağ ile sol arasındaki aşılmaz bariyerleri yıkarak ideolojik bir deformasyonun da önünü açmaktadır.
-
Kemalist aydınlar ulusal ve sınıfsal dinamiklerin her ikisi üzerinden analiz yaparken ulusalcılık yalnızca ulusal eksenli bir siyasetin taraftarıdır.
Ulusalcılık her ne kadar kendisini Kemalizmin ardılı saysa da geçmişin unutulan birikimi, terk edilen alışkanlıkları ve 12 Eylül’le silinen belleği Mustafa Kemal’in mirasını yeniden inşa ederken çok fazla sorunla karşı karşıya kalmasını sağlamıştır. Niyetin ne kadar iyi olduğunu, Türkiye’ye yönelik tehditleri, terör meselesini vs. hiçbirini konuşmaya ya da tartışmaya gerek yok. Hepsinin bilincindeyiz. Buradaki mesele sorun tespit etme noktasında değil, çözüm üretme noktasında düğümlenmektedir. Kime kızacağını bilemeyen, fikirlerden ziyade kişileri hedef tahtasına koyan, bir takım “sonradan” kanaat önderlerinin yönlendirmelerine gözü kapalı itaat eden, dengine ahkam keserken popüler olanın önünde boynu bükük bir edilgenlikle hiçbir yere varılamayacağını bu bağlamda da esas problemin yöntem sorunu olduğunu görmek gerekmektedir.
Kemalizm aydın yetiştirirken biz retorik ustaları yetiştiriyoruz. Kemalizm “önce iktisat” derken biz bu konuyla yine sloganlar vasıtasıyla sığ bir noktada buluşuyoruz. Kemalizm daha fazla bilimsel araştırma daha fazla nitelikli kitap derken biz geçmişin kötü tekrarı kağıt israfları için kuyruklara giriyoruz. Kemalizm kendi gündemiyle ülkeye yön verirken biz belirlenen gündemlerin peşinde muhalifçilik oynuyoruz. Kemalizm tabuları yıkarken biz yeni tabular inşa ediyoruz.
Tehdide karşı koruma içgüdüsü ve savunmaya çekilme bir yere kadar anlaşılabilir. Ancak belirli bir seviyeden sonrası konformizme, muhafazakarlaşmaya ve dokunulmaz ilan edilen bir mirası çürümeye terk etmeye neden olur. Önder gece gündüz “bilim yolundan gidin” diye öğüt verirken bizim bilime aykırı bir biçimde, altı okun devrimcilik ilkesini kendi elimizle reddederek donuklaşmamız, yerimizde saymamız, alternatif bir siyasal alan geliştiremememiz, kendi kabuğuna saklanarak dışarda kalan herkesi düşman gerek yersiz öfkemiz kabul edilebilir değildir.