Filistin meselesi, HAMAS iktidarından hatta AKP iktidarından bu yana sanki siyasal İslamcıların tapulu malı haline gelmiş gibi davranılıyor. İslamcı iki iktidar arasındaki ilişkilere indirgenmiş bir siyasetin gölgesinde masum insanların katledilmesini bir boşluğu izler gibi izliyoruz. 60-80 dönemi Türkiye’de solun Filistin meselesine fazlasıyla angaje olduğu dönemdeki hassasiyetin nereye kaybolduğunu sanıyorum yeniden tartışmamız gerek.
Filistin’de yaşanan insanlık dramı oradaki tüm iktidar biçimlerinden bağımsız bir noktaya gelmiştir. İsrail’de küçük bir azınlık dışındaki her siyasetçi bu katliama cevaz verecek, Filistin’deki her tip iktidar da bu katliama maruz kalacaktır. Önüne geçilemeyen bu kitlesel katliama karşı sessizliği anlamak maalesef hiç mümkün değil. Türkiye’de ortalama vatandaşın kendi hayat mücadelesi içinde dünyada olup bitenlere karşı sessizliğini anlamak bir derece mümkün olabilir. Ancak hala entelektüel düşünme becerilerini yitirmemiş, hala dünyayı anlamaya dair motivasyonu ve vakti olan kişilerin bu konudaki suskunluğu gerçek anlamda bir sorun.
Üzerinden madde madde geçelim. Filistin meselesindeki duyarsızlığımızı tetikleyen iki temel mevzu var. Bunlardan biri “Filistin bizi sattı” şeklinde özetlenen ve 1. Dünya Savaşı koşulları içinde Arap milliyetçiliğinin yükselişine paralel olarak gelişen isyanlar sürecinde “dış destek” argümanın arkasına sığınarak bir toplumun tamamını “hain” ilan etme toptancılığı. Bütün bir toplumu hainlik ile suçlamanın anlamsızlığı bir yana bugün Filistin topraklarında katledilen insanların Osmanlı’nın bölünmesinin müsebbibi olarak görülmesi bambaşka bir anlamsızlık. Türkiye Cumhuriyeti’nin henüz kurulmadığı bir dönemde ve Atatürk döneminde Filistin toprakları ile ilgili hiçbir hak iddia edilmemesine rağmen bu öfkenin kaynağını ve “bizi arkadan vurdular” coşkusunu Milli Mücadele döneminde olan bitenleri hiçe sayarak geliştirdiğimizi de düşünüyorum.
Bir topluma 100 yıl boyunca kin gütmenin hangi demokrasi ile, yurtseverlik ile, barış vizyonu ile, ırkçılık karşıtlığı ile ilişkilendirilmesi gerektiği konusunda epey şüpheye sahibim. Chomsky’nin deyimiyle hiçbir uluslararası desteğe sahip olmayan bir topluma uygulanan kitlesel katliamda Filistin halkının bunu hakettiğine varacak kadar aşırı yorumların çok özür diliyorum ancak ne Atatürk ile ne de O’nun vizyonu ile uzaktan yakından bir alakası olamaz. Bu tip primitif hamasetlere sahip olan her kim varsa lütfen Atatürk’ü kendine kalkan ederek kustuğu öfkeyi meşrulaştırmasın.
Öte yandan HAMAS iktidarı Filistin’de yaşanan gelişmelerin bir sonucu olmakla beraber HAMAS’ın tarihsel arka planı ve son süreçteki rolü yine Filistin halkına uygulanan zulmü meşrulaştırmaz. Nasıl ki Erdoğan iktidarına bakarak tüm Türklere Batı’da çizilen imajdan rahatsız oluyoruz aynı şekilde HAMAS’a bakarak ortak bir Filistinli profili icat etmemiz doğru değildir. Yine HAMAS’ın siyasal İslamcı bir profile sahip olması ve AKP iktidarı ile kurduğu yakın ilişki yine Filistin meselesindeki sessizliği meşrulaştırmaz.
Buna bağlı olarak bu meselede Filistin halkının yanında tavır almak ne HAMAS’ı ne de AKP iktidarını onaylamak anlamına da gelmez. Ortadaki dram bir insanlık dramıdır. Filistin meselesinde verilecek destek hiç kimsenin seküler kimliğine de halel getirmez. Filistin halkına uygulanan zülüm ne Filistin’deki ne de Türkiye’deki iktidarların varlığı ile alakalı değildir. 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana zorla yerinden edilen ve katledilen bu halka dair görüşlerimizi onların kimliği üzerine inşa edemeyiz. Siyasal İslamcılarla aynı hatta düşme korkusu yüzünden ve yalnızca HAMAS’ın hatalarını gerekçe göstererek ürettiğimiz kibirli geri çekiliş sizin sahip olduğunu iddia ettiğiniz politik kimlikle de açıklanamaz.
Bundan daha kötüsü “siyasal İslam ile mücadele” başlığı altında İsrail’i örtük ya da açık şekilde onaylayan ve İsrail’in tarihinden ve siyasetinden habersiz geniş bir “seküler” güruhun varlığıdır. İsrail’de demokrasi, karşısında ne varsa kötülük arayan bu kaba ayrımcılığı biz oryantalizmin doğuşundan 11 Eylül’e gelinen süreçten hatırlıyoruz. Batılı bir “demokrasi” olan İsrail mi yoksa siyasal İslamcı gericiliği temsil eden HAMAS’ın Filistin’i mi? şeklinde özetlenen bu kabalığın dünya tarihinde tüm sömürgeci ve ırkçı iktidarları besleyen sözde “medeniyetçi” söylemin temelini oluşturduğunu konuşmamıza gerek olmamalı artık.
Dünyanın her yerinde yükselen protestoları da dikkate almak zorundayız. Dünyanın hiçbir yerinde Filistin halkının haklarını savunan insanlar “acaba İslamcılarla aynı cenaha düşer miyiz?” diye bir korku yaşamıyor. Yalnızca oradaki halkın temel yaşam haklarını savunuyorlar. Öte yandan Filistin halkının varlığını savunmak İsrail devletinin yok olmasını istemekle de aynı şey değildir. Hatta Yahudi düşmanlığı hiç değildir. Hiçbirimiz anti-semitik olmayız, korkmayın. Dünyanın pek çok yerinde demokratik, sol ve özgürlükçü hareketler kendi Filistin gündemlerine sahip. Sosyalist, anarşist ve sosyal demokrat pek çok entelektüel Filistin halkının özgürlüğü için uzun yıllardır konferanslar veriyor, kitaplar yazıyor ve mücadele ediyor. Hiçbir ne İslamcı olduğu ne de İsrail düşmanı.
60-80 döneminde solun önde gelen isimlerinin neden Filistin’de olduğunu yeniden düşünelim. Bu insanların tamamının İsrail’in emperyalist saldırganlığına karşı Filistin halkının yaşama hakkını savunduğunu da unutmayalım. Deniz Gezmiş’ler ne anti-semitik oldu ne de FKÖ’nün gölgesinde İslami değerleri savundular. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) lideri George Habaş’tan İsrail Komünist Partisi (RAKAH/MAKİ) liderlerine kadar bizim Filistin meselesinde zihnimizi açan tüm devrimcilerin mirasını yeniden hatırlayarak başka bir yol bulma imkanını hiçe saymadan yeniden düşünmek mecburiyetindeyiz.
Tekbir seslerinin gölgesinde tanınmış bir kahve zincirinin camlarını taşlamaya indirgenmiş bomboş ve içeriksiz Filistin eylemlerinin yarattığı dezenformasyona kapılıp bu meselede takındığımız tuhaf tavırdan bir an önce kurtulmak dileğiyle…