Siyasal kültürümüz, halkın kendine güvendiği “aşağıdan” hareketlere değil kişilere ve kurumlara bel bağlayan bir irade devri üzerine kuruldur. II. Meşrutiyet’in “hürriyet” mücadelesinden Kemalist devrime her ne kadar bu durum tersine çevrilmeye çalışılsa da geldiğimiz noktada halen tam olarak başarılı olamamıştır. Zira çoğumuz siyasal tartışmaları “ilkesel” bir zeminde yürüttüğünü iddia etse de güncel siyaseti parti yöneticileri ve popüler isimlerin söylemleri üzerinden yani kişilerin tasarrufları üzerinden düşünmeye daha çok meyilliyiz. Ancak bu önermeyi zayıflatan bir sürecin tam olarak içinde bulunuyoruz.
19 Mart’ta başlayan gelişmelerin fitilini belli bir kişiye dayandırmak mümkün olsa da Gezi’yi hatırlatan bir öfke patlamasının yalnızca bir kişinin ikbaline bağlı olduğunu iddia etmek abesle iştigal olur. Burada kişilerin de kurumların da birer araç olduğunu bize gösteren çok fazla verinin olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Özellikle de bu noktada üniversite öğrencilerinin ve farklı siyasal görüşleri temsil eden kişilerin yeniden sokaklarda buluştuğunu görüyoruz. Meydanlardaki taleplerin belli bir oranda fitili ateşleyen İmamoğlu’nun ve süreçte mahkum edilen diğerlerinin özgürlükleri ile ilgili olduğu görünse de pankartlar ve sloganlara bir bütün olarak bakıldığı zaman kaybedilen temel hak ve özgürlüklerin geri kazanılmasına dair ve ülkenin ulusal güvenliğine dair endişelerin yoğun olduğu açıktır.
Bu toplumun artık kireçlenmiş siyasetçilerin beylik lafları ile bir yere varamayacağı oldukça açıktır. Ana muhalefetin 19 Mart öncesindeki pasif tavrına karşı olayların hemen ardından radikalleşmeye başlaması bunu kanıtlamaktadır. CHP’nin olayları başladıktan sonra ve artık halkın öfkesinin kendiliğinden sokaklara taşmasının ardından “sokağa çağrı” yapması hem geç kalmış bir talep hem de sokaktaki iradeye karşı meşruiyet kaybının engellenmesi için atılan pragmatik bir adımdır. Her ne kadar geç bile olsa Özel’in radikal çıkışlarının tebrik edilmesi gerektiğini söyleyenlerin bugüne kadarki suskunluğun nedenlerini de düşünmesi gerekir.
Özel’in geç kalan radikal çıkışları 27 Mayıs sonrası CHP’yi o kadar çok hatırlatıyor ki… Solun yükselişi ve çatışmaların tırmandığı dönemde mevcut dinamizme ayak uyduramadığı için bir güç kaybı yaşamaya başlamıştır. O güne kadar kendisine sağ-sol temelli bir ideolojik pozisyon tercih etmeyen CHP’nin 1965 yılı geldiğinde “Ortanın solunda” olduğunu ilan etmesi tabandan gelen hareketliliğin ve önlenemez siyasal krizin mecburi bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Zira siz siyaseti sürekli sağ-sol denkleminin dışında tartışarak dengede tutmayı başaramazsınız. “Atatürk” imgesini siyaset üstü görerek O’nun adına inşa edilen muğlak bir yol ile çok uzun bir yol da alamazsınız. Anti-emperyalist bir mücadele veren ve ulus-devlet inşa ederek Anadolu’da devrimci bir dönüşüme imza atmış bir partinin sürekli meşruiyet endişesi içinde çekinen bir muhalefet yapmasının bir anlamı bulunmamaktadır.
Bu bağlamda 19 Mart her ne kadar bir partinin ve bir kişinin kazanılmış haklarının gaspedilmesine karşı bir itiraz olarak ortaya çıkmış olsa da meydanlarda olan bitenler bir kişiyi ya da bir partinin yönetimini meşrulaştırma çabası ile sınırlı değildir. Hukuk devletine karşı girişilen sivil darbeye karşı mücadele etmek haktır ve kritiktir. Öte yandan bunun üzerinden her şeyi meşru ve normal görmek bambaşka bir şeydir. Meydanların iradesinin ilkine sahip olmasına rağmen gündeminin bunun çok ötesine taştığını görmekteyiz. Bu nedenle de iktidarın yaptığı çiğ dezenformasyona karşı meselenin bir kişi ve bir parti olmadığını daha çok iddia eden bir gündeme sahip olmaya ihtiyacımız vardır. Bu hiçbir şekilde bir partinin varlığını reddetmek ya da önemini görmezden gelmek değil tam aksine ülkenin kurucu partisinin Atatürk döneminde olduğu gibi radikal ve devrimci bir çizgiye yeniden çekebilme amacını da içinde barındırmaktadır.
Bugüne kadarki tüm ezberlerimizi kırmaya başlıyoruz. Bürokrasinin binalarına sıkışan kapalı salon toplantılarında yöneticilerin bizim adımıza aldığı kararları kabullenme mahkumiyetini üzerimizden atıyoruz. Sürekli “yukarıdan” belirlenen ve seçmemiz için önümüze koyulan zorunlu seçeneklerin bizi pasifize eden siyasetini de sorgulamaya açıyoruz. Milyonlarca insanın iradesini bir oligarşinin elinden kurtarılması gerektiğini ve siyasete aktif katılımın ne kadar önemli olduğunu görmeye başlıyoruz. Toplumsal hareketliliklerin sembollerinin amaç değil araç olarak kalması gerektiğini yeniden idrak ediyoruz. “Aşağıdan” güçlenecek bir siyasetin ne kadar güçlü ve birleştirici bir niteliğe sahip olduğunu görmeye başlıyoruz.
Gezi’de de yaşanan ve bir başarısızlık olarak görülmesi gereken şey kalabalığın hangi ideolojiye ya da partiye daha yakın olduğu üzerine çıkan tartışmaların bizzat kendisidir. Olan biteni bir partiye ihale etmek yerine meydanlarda ortaya çıkan talebine eşit bir parçası olmak çok daha önemlidir. Siyaseti çok daha “yatay” bir yerden okumaya başlamak mecburiyetindeyiz. Siyasal iradeyi parti oligarşilerinin eline teslim ettiğimizde neler olduğunu hatırlayama sanıyorum gerek yok. Yöneticilerin kendilerini tek yetkili gibi değil tabanın görüşlerini ve endişelerini yansıtan bir temsilciye doğru dönüşmesi de demokrasinin gereğidir. Ülkeyi tek kişinin yönetmesini nasıl kabullenemiyorsak siyasetin herhangi bir alanında benzer bir şeyin yaşanmasına da karşı durmak mecburiyetindeyiz. Bizim adımıza karar alanların bizleri görmezden geldiği bir politik düzende “demokrasicilik” oynamanın gereği yoktur.
Sürekli birilerinin alacağı kararları bekleyen yapay eylemcilikten ziyade bu toplumun nabzıyla hareket eden daha doğal ve kalıcı bir eylemliliğin gücünü artırmamız gerekmektedir. Kişileri yüceltmekten ziyade ilkesel talepleri yükselten ve bu toplumun müştereklerine odaklanan özerk bir siyasetin yalnızca bugünler için değil Türkiye’nin demokratik geleceği açısından da ne denli önemli olduğu daha yüksek sesle ifade etmek mecburiyetindeyiz.