Türk milleti donanmasını çok sever. Daha da ileri giderek söylemek gerekirse devlet adamı ve siyasetçilerden bile daha çok sever. Bunu tarihte iki olguyla ispat etmiştir. İlki 1909 yılında tamamen halkın desteği ile kurulan, ikincisi 1965 yılında yine tamamen halkın desteği ile kurulan Donanma Cemiyetleri/Vakıfları ile ispat edilmiştir. İlkini 1919’da Damat Ferid, İkincisini 1987’de Evren/Özal kapadı. Milletin sevgisinin ikinci olgusu kamuya açık donanma geçitlerinde ve liman ziyaretlerinde halkın savaş gemilerine gösterdiği ilginin inanılmaz boyutlarda olmasıdır. Yakın zamanda ilki merhum Oramiral Güven Erkaya’nın Kuvvet Komutanlığı döneminde 1997 yılında İstanbul Boğazında başlatılan Donanma geçitlerine halkın ilgisinin zaman içine çok artmış olması dikkat çekicidir. Son olarak Cumhuriyetin 100.yılında Boğazda 100 gemi ile yapılan donanma geçidine milyonlarca İstanbullu tanıklık etmiştir. İstanbul halkı donanmasına milyonlarla sahip çıkarak adeta Vahdettin Köşküne doğru yapılan protokol selamlamasına, farklı cevap vermiştir. Benzer şekilde TCG Anadolu amfibi hücum gemisi Sarayburnu- İstanbul’da halkın ziyaretine açılığında gemiyi milyonlar ziyaret etmiş ve iktidar bu durumu seçim propagandasına çevirmiştir. Halbuki aynı gemi pek çok yönü ile harekata hazır halde olduğu halde 6 Şubat 2023 Büyük Anadolu Depreminde kullanılmamıştır. Onun yerine İspanyol Donanmasında kardeş gemisi Juan Carlos gelmiştir. Bu olgular göstermektedir ki milletimiz denize ve denizde güçlü olmaya değer vermektedir. Gerek iktidar gerekse muhalefet partileri bu gerçeği görmelidir. Mevcut iktidarın bu gerçeği gördüğü ve oy artımına yönelik kullandığı çok belirgindir. Muhalefet de dilerim aynı rotaya girer. Diğer yandan Deniz Savunma Sanayimiz de 1990’lı yıllardan bu yana donanmanın güçlenmesine olağanüstü katkı sağlamaya devam etmektedir. Mühendisi, yöneticisi ve işçisi ile bu alanda kıtasal çapta büyük bir ivme yakalanmıştır. Bu yazı dizinde sivil ve askeri tersane tezgahlarının yeni savaş gemisi inşaatlarıyla dolu olduğu, başta HAVELSAN, ASELSAN ve ROKETSAN olmak üzere büyük vakıf savunma sanayi firmalarının yeni deniz silah/sensör sistemlerini kullanıma soktuğu bir konjonktürde tarihte bu dönüşüm dalgasının ne zaman başladığını, tohumlarının nasıl ekildiğini, yolda yaşanan fırtınaların neler olduğunu ve 1920’lerin çekirdek donanmasının günümüzün MİLGEM donanmasına nasıl dönüştüğünü anlatacağım. Baştan son söyleyeceğimi aktarayım. Bu büyük değişim dalgası Atatürk liderliğinde, 102 yaşındaki Cumhuriyet Donanmasının bahriyeli mensupları ile başarılmıştır. Çok badireler atlatılmış, çok acılar çekilmiş ve bugünlere gelinmiştir. Tohumları atanlar ile meyveleri toplayanlar farklı olsalar da Donanmanın ruhu her zaman Atatürk ile kalmaya devam edecektir.
Başlayalım.
OSMANLI VE DONANMA CEMİYETİ
II.Abdülhamit döneminin (1876-1909) yıkım ve söküm donanmasından sonra Osmanlının yeni bir donanmaya ihtiyacı vardı. II. Abdülhamit’in 33 yıllık iktidarında Donanma, Haliç’te atıl bir şekilde tutulmuş, 1897 Osmanlı-Yunan savaşında varlık göstermek bir tarafa, Haliç’ten Çanakkale Boğazı’na dahi zamanında intikal edememişti. 27 Nisan 1909 tarihinde iktidara gelen 35. Sultan, V. Mehmet Reşad donanmayı görmek ve halkla buluşturmak istedi. 4 Temmuz 1909 öğle saatlerinde donanma Haliç çıkışında Sarayburnu açıklarında görüldü. Deniz Tarihçisi Amiral Fahri Çoker o gün yaşananları şöyle anlatıyor: ‘Sultan Reşat’ın emri ile donanma ilk defa 4 Temmuz 1909 günü halkın önüne çıkmış, Sarayburnu önünde büyük bir geçit töreni yapılmıştı. Halk yıllardır özlemini çektiği donanmasına kavuştuğundan dolayı sevinç içindeydi. Ancak kızgın bir yaz güneşine rağmen geçidi sonuna kadar izleyen halk bir sürü eski gemiyi gördükten sonra bu mu bizim donanmamız diye elem duyarak gözyaşları içinde tören yerinden ayrılmışlardı. O günlerde bütün İstanbulluların kaygısı sadece buydu.’’ İşte donanmanın üzüntü verici zayıf durumu ortaya çıkmış, bu da bazı gönüllü vatanseverleri Donanmanın ihyası için “her vatandaştan bir kuruş” kampanyası başlatmalarına sebep olmuştu. Tanin Gazetesinin öncülüğünde, kampanya kısa sürede başarıya ulaşınca 19 Temmuz 1909 tarihinde “Donanma-i Osman-i Muavenet-i Milliye Cemiyeti” doğmuştur. Cemiyet kısa sürede o kadar çok para toplayabilmişti ki, Turgutreis ve Barbaros muharebe kruvazörleri ile dört adet muhrip ve yük gemisi bu paralar ile alınmıştı. Doğal olarak denizci Anglosakson imparatorluk bu cemiyete tahammül edemezdi ve Mondros sonrası 1919 yılında İngiliz İşgal Güçleri Komutanının emri ile Sadrazam Damat Ferid cemiyeti kapattırdı.
BAŞLANGIÇTAKİ YOKLUK
Atatürk’ün direktifleri ile 1 Mart 1921’de kurulan ve Kuvayı Milliyenin Karadeniz’deki savaş lojistiğini temin etmekle sorumlu Umur-u Bahriye Dairesi, Cumhuriyetle birlikte kurulacak donanmanın geliştirilme sorumluluğunu üstlendi. İlk Umur-u Bahriye Reis’i Albay Abdürrahim Fevzi, donanmaya yayınladığı başlangıç prensip mesajında şunları söylemişti: “Hiçbir milletin Deniz Kuvvetleri bizim bugün içinde bulunduğumuz zorluklarla karşılaşmamıştır. Deniz Kuvvetlerimizin materyali bugün Abdülhamit istibdadının bıraktığı mirastan daha sönük ve daha azdır. Buna rağmen personelin subay kısmı en yeni bir donanmayı en üstün bilgilerle sevki idare edecek kifayet ve kabiliyettedir. Halen Deniz Kuvvetlerimizin kadrosunu teşkil eden subaylar Deniz Kuvvetlerini ve Donanmayı ölümsüzlük sırrına eriştirmekle mükelleftirler.” 2 yıl aradan sonra 1923’te cumhuriyet ilan edildiğinde durum aynıydı. Yeni cumhuriyetin eski rejimden donanmanın gerek malzeme gerekse harbe hazırlık etkinliği olarak devraldığı bir şey yoktu. Gayrimenkuller ve mevcut bahriyeli personel dışında pervanesi dönen bir gemi dahi yoktu. Yavuz yaralıydı ve yıllardır İzmit’te harap halde bekliyordu. Yeni kurulan hükümetin donanma modernizasyonuna ayıracak bütçesi de yoktu. Harbe hazır duruma en yakın gemi Hamidiye Kruvazörü’nün seyre hazır olabilmesi için en az 5 aya ihtiyaç vardı. Donanma personelinin ferdi eğitimi ve gemilerin harekâta hazırlık eğitimleri yıllardır yapılmıyordu. Deniz Okullarında yıllardır deniz taktiği dersi dahi okutulmuyordu. Donanmanın bir doktrini de yoktu. Donanmada Amiral rütbesinde subay olmadığı gibi, subay mevcudu çok düşüktü. Yunan orduları işgal sonrası Batı Anadolu’da taş üstünde taş bırakmamıştı. Değil yeni gemi almak askere postal alınamıyordu. 1924 yılı bütçesinde bahriyeye 6,5 milyon lira ayrılmıştı ancak onarımlar için ayrılan miktar sadece 850 bin liraydı. Bütçe görüşmeleri sırasında söz alan denizcilik kökenli Ordu vekil Recai Bey şöyle demişti: ‘’Ticaret gemilerimiz donanma gölgesinde hareket etmedikçe emniyette olamazlar. Maalesef, tarihi askeri coğrafi ve iktisadi bütün kuvvetlerin cebri ile Türkiye’nin denizci hükümete sahip olması gerekirken, hiçbir zaman gerekli olan mevki ve yetki verilmemiştir.’’ Aynı görüşmelerde Kastamonu Vekili Ali Rıza Bey de donanmanın zayıflığına ve Balkan Savaşında donanmasızlığın sebep olduğu kayıplara vurgu yaparak benzer bir durum tespiti yapar.
MİLLET VE ORDUNUN GÜCÜ
Mustafa Kemal Atatürk, cumhuriyetin en kapsamlı ve en büyük ilk harp oyununu cumhuriyetin ilanından 3 ay sonra İzmir’de icra ettirdi. 22 Şubat 1924 tarihinde harp oyununun kapanış konuşmasında şunları söylemişti. ‘’Arkadaşlar Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir. Bir millet kararı, diğeri en zor ve en müşkül şartlar altında dünyanın takdirine kazanan ordumuzun kahramanlığı. Türkiye bu iki şeye güvenir… Arkadaşlar Türkiye en zayıf sanıldığı bir zamanda en kuvvetli olduğunu ispat etmiştir. Ordusu sayesinde. Ordumuz vatan içinde zafer kazanmıştır. Bu hadise Türkiye’nin olağanüstü hayatiyetine, yüce azmine ve ölümsüz varlığına en belirgin olan değildir. “Düşmanın vatan içine girmiş olması ona birçok avantaj sağlar. Bütün bunları göz önüne alarak düşmanı vatan içinde yenmek ve yok etmek başlı başına bir mevcudiyet ve büyük bir kuvvetin eseridir. Arkadaşlar en büyük tehlikeler karşısında uçurumun kenarına gelmişken bu kadar büyük hayatiyet ve kabiliyet ile azim ve ruh gösteren milletimizin masum ve mesut yaşamaya hakkı vardır. Bunu bütün mevcudiyetimizle temine çalışacağız. Bizi bu maksada ulaşmaktan meneden kaynaklar vardır. Arkadaşlar bunlarla mücadelemizde bulunuyoruz. Fakat her şeye rağmen memleket ve milleti mutlu etmekten ibaret olan maksadımız hasıl olacaktır. Çünkü bu maksat hakkın da maksadıdır.’’
ÖNCE ÇEKİRDEK DONANMA
Bu konuşmadan 7 ay sonra Mustafa Kemal Atatürk 13-20 Eylül 1924 tarihleri arasında Hamidiye Kruvazörü ile Karadeniz gezisi yapar. Gemide subaylara yaptığı aşağıdaki konuşma onun Cumhuriyet Donanmasının kuruluşuna yönelik ana fikrini yansıtıyor: “Dış pazarlardan satın alınan gemilerle donanma yapılamadığını siz de biliyorsunuz. Donanma sadece kıyıyı koruyacak bir kuvvet değil, bundan daha önemli olarak deniz yollarının güvenliğini sağlayacak bir kuvvettir. Anadolu’da yaşadıkça bu bakımdan ihtiyacımız daha büyüktür. Evvela çekirdek bir donanma tedarik etmekle yetinip, deniz sanayi ve ticaretimizi geliştirmeliyiz. Bundan sonra memleket sanayinden fışkıracak donanmayı yapmak da kolay olacaktır. İlk beş senede kendimizi toplayıp devrimleri yapar, ikinci beş senede dünyaya kendimizi tanıtırız. Üçüncü beş senede İngiliz kralına yurdumuzu ziyaret ettiririz.” Gemiden ayrılmadan kısa süre önce de gemi şeref defterine şunları yazar: “Hudutlarının mühim ve büyük aksamı deniz olan Türk Devleti’nin Donanması da mühim ve büyük olmak gerektir. O zaman Türkiye Cumhuriyeti daha müsterih ve emin olacaktır. Mükemmel ve kaadir bir Türk Donanmasına malik olmak gayedir. Bunun ilk azimet noktası, savaş gemisi tedarikinden evvel onları muvaffakıyetle sevk ve idareye muktedir kumandanlara, zabitlere, mütehassıslara malikiyettir”. Karadeniz Gezisinde Mustafa Kemal heyetinde bulunan İstanbul milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver, Hamidiye’nin şeref defterine şunu yazmıştı: ‘’Denize arzın hayat unsuru, mavi kanı, denizciliği milletlerinin en büyük okulu, sahilleri en feyizli medeniyetlerin beşiği kabul eden bir adamın kalbiyle bahriye subaylarımızın arasında çok hatıra veren saatler geçirdim… En payidar Türk devletinin ancak denizlere vardıktan sonra geliştiğini bilenler Türk geleceğinin denizle ve denizcilikle büyük ilgisini takdir edebilirler.’’ Devlet bu beyanlardan anlaşılacağı üzer donanmanın bir yarımada devleti durumunda olan Türkiye Cumhuriyeti için ne derece önemli önemli olduğunun farkındaydı. Sorun bu gereksinimin nasıl karşılanacağı idi. Mustafa Kemal gerçekçi bir lider ve devlet adamıydı. Hayal dünyasına değil aklın dünyasına aitti. Genç cumhuriyete kısıtlı ekonomisi ile dışarıdan satın alınacak gemilerle donanma kurmanın zorluğunun bilincinde idi. O nedenle kendi olanaklarını zorlayarak bir donanma yaratmalıydı. Önce Bahriye Vekaletini kurdu. Bu sayede Gölcük’te bir tersane kurularak Yavuz muharebe gemisi havuzlandı. İtalya ve Hollanda’dan muhrip ve denizaltılar satın alındı. Söz konusu hamleler dönemin karacı nomenklaturasını rahatsız ettiği için Bahriye Vekaleti, Yavuz- Havuz davası sonucunda kapatıldı. Ancak donanma her şeye rağmen görevine devam etti. 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesinin Türkiye lehinde imzalanmasının temel nedeni Atatürk’ün Türk Boğazlarını savunabilecek bir donanmaya sahip olduğunu ispat etmesiydi. Diğer yandan çekirdek donanma kurulmasına rağmen tersanelerimizde henüz büyük gemi inşası söz konusu değildi. En büyük yardımcı savaş gemisi Türk Gemi İnşasının babası merhum Ata Nutku tarafından çok kısıtlı olanaklar ile Gölcük Tersanesinde 6 yılda inşa edilen 1000 tonluk Gölcük akaryakıt tankeri idi. Bu gemi Cumhuriyetin ilk milli gemisidir.
ÇEKİRDEK DONANMA İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA DURAKSIYOR
Atamızın 1938’de vefatından sonra Kemalizm’den hızla uzaklaşma dönemi başladı. İkinci Dünya Savaşı kapımıza dayanmıştı. Montrö Sözleşmesi ve İnönü siyaseti ama en önemlisi Türklerin savaşçı kimliğinin geçmiş savaşlarda öne çıkmış olmasının da etkisi ile Türkiye Alman işgaline uğramadı. Müttefiklerin 1939 Üçlü İttifak Anlaşmasına (Türkiye, İngiltere ve Fransa) dayanarak Ankara’yı yanlarında savaşa ikna etme gayretleri de sonuç vermedi. Türkiye bu savaşı kansız atlattı. Savaş sırasında Churchill ve İnönü arasında varılan anlaşmalar sonucu donanmaya yeni gemiler kazandırıldı. Ancak bunlar son derece yetersizdi. İngiltere, büyük tonajlı gemi statüsünde savaş zamanı 1941’de 2 mayın dökücü, 1942 de 2 denizaltı ve 2 muhrip vermişti. Hepsi buydu.
SAVAŞ SONRASI DÖNEM VE TAZE KAN
Savaş bittikten sonra İngiltere’den 1946’da 1 denizaltı ve 2 muhrip daha gelmişti. Ancak asıl büyük destek ABD’den gelecekti. 12 Temmuz 47’de yani, Truman Doktrini ve Marshall Planı deklarasyonlarından sonra ABD ile askeri iş birliği anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ve kendimizi dönemin hegemonyasına Kore Savaşında ispat ettikten sonra 1952 de NATO’ya girdik. ABD bu süreç başladıktan sonra Türkiye’yi Rockefeller’ın deyimi ile oltadaki balık olarak gördü. Türk donanmasının kendi gemisini inşa etme yeteneğini artırmasını asla arzulamadı. Ancak Karadeniz’e Montrö Sözleşmesi nedeni ile giremediği için Türkiye’ye modern denizaltılar hibe etti. Bu çerçevede su üstü harbine ve donanmanın görünür gücüne yönelik kruvazör gibi büyük savaş gemilerini hiçbir zaman hibe etmedi. Örneğin Türkiye, ABD’den 1948 yılında 4 denizaltı, 1950’de ise 2 denizaltıyı hibe yolu ile alırken 1949 yılında 4 muhrip alabildi. 1952 yılında NATO’ya giren Türkiye’ye ABD’den suüstü savaş gemisi hibesi ancak 15 yıl sonra 1967’de 2 muhrip ile gerçekleşti. ABD, aynı zaman diliminde 9 denizaltı hibe etmişti. Kısacası ABD, Türk Deniz Kuvvetlerini kendi ihtiyaçlarına göre şekillendiriyordu. Donanmanın suüstü filosu o kadar eskimişti ki, 1959 yılında, bitmek bilmeyen Türk isteklerine hayır diyen ABD yerine, Ankara İngiltere’den düşük faizli kredi bulunarak 4 adet muhrip satın almıştı. ABD’nin Türk donanmasının suüstü gücünün zayıf kalmasını istemesinin temel nedeni Doğu Akdeniz ve Ege’de Türk donanmasına ihtiyaç duymuyor olmasıydı. Amerikan donanması 1950 yılında Akdeniz’de kurulan Altıncı Filoya zaten bu görevi vermişti. Türk donanmasına Akdeniz’de ihtiyaç yoktu. Onlara ihtiyaç Montrö Sözleşmesi nedeni ile Karadeniz’deydi. Orada da Türklere yeni denizaltılar zaten verilmişti. Diğer bir neden de ABD’nin Ege’de Yunanistan’ı kaybetmek istememesi idi. Zira 1955 sonrası Türk Yunan ilişkileri dostluktan rekabet ve hatta düşmanlığı evrilmişti. Bu durum ABD’nin de işine geliyordu. Türk Boğazları ile Ege Geçitlerinin farklı kutuplarda anacak kendi emrindeki NATO kontrolünde olması işine geliyordu. Diğer yandan Cumhuriyet Donanmasının suüstü gücünü bilerek ihmal eden ABD’nin denizaltı filomuzun son derece hızlı gelişmesine neden olan bu yaklaşımı Türkiye’nin bir bakıma büyük yararına olmuştu. Uzun yıllar Türkiye, Akdeniz’de Fransa ve İtalya’dan sonra en güçlü denizaltı filosunun sahibi oldu. Ayrıca büyük bir tecrübe birikimi sağladı.
Cumhuriyet Donanmasının gerek kuvvet yapısı ve gerekse doktrininin NATO çıkarlarından milli çıkarlara en keskin dönüşü, Kıbrıs’ta Türklere yönelik katliamların başlaması ile tetiklendi. Söz konusu tetikleme ortaya çıkardığı doğrudan ve dolaylı sonuçları ile 20.yüzyıl sonunda adı koyulan Milli Gemi Projesinin yol haritasına da büyük katkı sağladı. 1950 yılında Dışişleri Bakanımız tarafından “Türkiye’nin Kıbrıs sorunu yoktur” diyebilecek kadar jeopolitik körlük içindeydik. Bu sözlerden beş yıl sonra 1955’te adada Türklere karşı EOKA’nın saldırıları başladı. 20 Aralık 1963 gecesinde 128 Türk uykularında öldürüldü. Türkiye’nin yaşanan etnik temizliğe rağmen adaya müdahalesine izin verilmiyordu. Kıbrıs Cumhuriyetini kuran 1959 Zürih Konferansı ve 1960 Londra Anlaşması Türkiye’ye garantörlük hakkı verdiği halde kuvvet yapımızı bu yönde geliştirmemiştik. 17 Nisan 1964 tarihli Ulus gazetesine verdiği mülakatta Başbakan İnönü şöyle diyordu: ‘’İttifakın içinde mesuliyeti olan Amerika’nın önderliğine güveniyordum. Şimdi onun cezasını çekiyorum.’’ Bu mülakattan 2 gün önce de Amerikan Time Dergisine verdiği mülakatta da ‘’yeni bir dünya kurulur Türkiye orada yerini alır ‘’diyordu.
JOHNSON MEKTUBU
2 Haziran 1964 tarihinde adaya müdahale edeceğini açıklayan İnönü Hükümetine Amerikan ültimatomu 5 Haziran 1964 günü geldi. Mektupta Johnson açıkça ‘’Benim verdiğim silahları kullanamazsın….Eğer Sovyetler sana saldırırsa NATO yardımına gelmez…’’ diyordu. Türkiye, ABD ile 12 Temmuz 1947’de Truman Doktrininin askeri yardım anlaşmasını imzalamıştı. İkinci maddesi şöyleydi: ‘’Türkiye, yapılacak yardımı tahsil etmiş bulunduğu amaç doğrultusunda kullanabilecektir.’’ Johnson mektubundan kamuoyununun haberi ancak 1966 yılında olacaktı. Türkiye istese de Haziran 1964’te Rumlar ve Yunan tarafından güçlü şekilde savunulan adaya müdahale edecek askeri kapasiteye sahip değildi. Amfibi gücü yoktu. Çıkarma gemileri yoktu. Uçar Birlik harekatı için yeterli helikopteri yoktu. Şileplerle yapılacak bir güç intikali çok ağır kayıplarla karşılaşabilir ve bu yenilgi yaratacağı psikolojik etki ile gelecekte yapılacak yeni girişimleri caydırabilirdi. Böylesine denizaşırı amfibi bir gücü geliştirmek ancak Johnson mektubundan sonra gündeme alındı. Denizaşırı Güç İntikal Yeteneğimiz mektuptan 10 yıl sonra hazır hale getirildi. Bu da milletin feraseti sayesinde başarıldı.
DONANMA VAKFININ KURULUŞU VE TCG BERK VE PEYK DENEMESİ
Tarihimizde 1909 – 1919 arasında yaşanan birinci Donanma Cemiyeti girişimi sonrası ikinci girişim Kıbrıs krizi sayesinde ortaya çıktı. Kıbrıs’a müdahale edememenin acısını yaşayan kamuoyunun duygularına Cumhuriyet Gazetesinin 2 Mayıs 1965 manşeti cevap verdi. ‘’Başkasının Vermediğini Millet Yapar’’. Böylece millet nezdinde donanmaya destek için büyük bir bağış kampanyası başladı. Bağışlar yeni çıkarma gemilerinin yapılabilmesi için çığ gibi büyüyordu. Halkın bu muhteşem ilgi ve desteği karşısında, başta dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Necdet Uran olmak üzere 178 kurucu asil üye Kasımpaşa’da Divanhane‘de (bugün Kuzey Deniz Saha Komutanlığı olması gereken ancak ne olduğu henüz belli olmayan bina) 11 Mayıs 1965 günü bir araya gelerek “Türk Donanma Cemiyetini” kurdular. Cemiyet “Millet Yapar” kampanyasını devraldı. “Kendi gemini kendin yap” programı çerçevesinde Cemiyet, kuruluşundan sonra beş yıl içinde, Gölcük, Taşkızak, Haliç ve Camialtı Tersanelerinde 10 avcı bot, 12 LCU (Bölük Çıkarma gemisi), 20 LCM (Mekanize çıkarma gemisi) inşasına destek sağladı. Bu vakıf sayesinde 10 yıl sonra 20 Temmuz 1974 sabahı Kıbrıs’a yapılacak amfibi harekatın 32 parça çıkarma gemisi donanmaya teslim edildi. Bu çıkarma gemilerinin ana makineleri için Amerikan yardımı ile gelen ve hurdaya çıkan tankların dizel motorları kullanılmıştı. Bu makinelerin deniz suyu ile soğutulmasına olanak tanıyan teknik müdahaleyi askeri tersanelerimiz yapmıştı. Oramiral Necdet Uran, 1965 yılından itibaren genişleyen Donanma Cemiyeti (1972 sonrası Vakıf) sayesinde hedefini büyüttü. Gölcük’te ilk kez Amerikan Claude Jones sınıfı refakat muhribi örnek alınarak Berk refakat muhribi 1967 yılında kızağa konuldu. Gemi 1972 yılında donanmaya katıldı. Gölcük’te bundan evvel 1963-1966 yılları arasında TCG Koçhisar Karakol Gemisi Amerikan dizaynı ile inşa edilmişti. Bu gemi Türkiye’de inşa edilen ilk muharip unsur idi.
AMERİKAN MUHRİPLERİNİN GELİŞİ
ABD, Türklerin Berk hamlesine ilk kez 1967 yılında 3 adet Fletcher (İ) sınıfı muhribin (İstanbul, İzmir ve İzmit) ödünç (loan) statüde transferi ile karşılık vermişti. 3 gemi 18 yıl aradan sonra ABD’den alınan ilk muhriplerdi. Ancak yine de Kıbrıs ve Yunan tehdidi paralelinde erişilen muhrip sayısı yetersizdi. 1968 ‘de TCG Peyk kızağa kondu. Bu kez ABD, 1970 yılında iki Fletcher sınıfı (İ sınıfı) muhribi (TCG İskenderun, TCG İçel) çok düşük bir fiyat ile satarak karşılık verdi. Bunun temel nedeni hem Peyk’in başlaması hem de 1967 Arap-İsrail Savaşından iki yıl sonra Akdeniz’de teşkil edilen NATO Akdeniz Deniz Çağrı Kuvveti (NAVOCFORMED)’e Türk Deniz Kuvvetlerinin de katılmasının Washington tarafından destekleniyor olmasıydı. Bu kuvvete Türkiye’nin ancak muhripler ile destek vermesi mümkündü. O dönem elinde sadece 4 Paşa (Marne) sınıfı İngiliz yapımı muhrip ile 18 yıl önce ABD’den alınan 4 G (Gleaves) sınıfı ve 3 İ sınıfı (Fletcher) olmak üzere 11 muhrip vardı. ABD kısa sürede çok düşük fiyatla iki İ sınıfı muhribin satışını onayladı. 1974 yazında Kıbrıs Barış Harekâtına Harp Filosu Komutanı sancak gemisi olarak katılan TCG Berk’in kardeşi TCG Peyk donanmaya harekattan bir yıl sonra (1975) teslim edildi. Onun inşaatı 1968’de başlamış ve 7 yılda tamamlanmıştı. Daha sonra Berk projesine devam edilmedi. 1967 ve 1970’te kısa aralıklarla ABD’den temin edilen 25 yaşındaki 2+3 (5) adet İ (Fletcher) sınıfı muhribin donanma envanterine girmesi karar vericilerde o yılların ekonomik koşulları ve sanayi alt yapısının yetersizliği ve Ege ve Akdeniz’de gelişen Yunan tehdidi nedeni ile kısa dönem çözümü olarak değerlendirilip Berk projesinden uzaklaşmayı tetiklemiş olabilir. 1978 yılında Gölcük tersanesinin genç mühendisleri Ankara’ya Berk projesine iyileştirilmeler yapılarak devam edilmesi teklifini getirmiş olsa da komuta kademesi tadil edilmiş Berk projesini onaylamadı. Böylece söz konusu karar 2011 Eylül’üne yani ilk MİLGEM’in donanmaya katıldığı tarihe kadar geçen 41 yıllık gecikmenin de sebebi oldu. Berk projesinin terkedilmesinin temel nedenlerinden birisi de gemide kullanılan ana tahrik sisteminin harekât ihtiyaçlarına tam olarak cevap verememesiydi. O dönemin karar vericileri ‘’nasıl olsa ABD veriyor’’ rahatlığı içinde düşünerek Yunanistan ile harbe hazır olmayı bütçeden ciddi finans aktarımı gerektiren yeni gemi inşa programına tercih etmiş olabilirler. Ancak Amerikan sistemine bağımlılık ve tek taraflı güven de bu kararlarda etkili olabiliyordu. Bu konuda en çarpıcı örneklerden birisini merhum Oramiral Özden Örnek, ‘’MİLGEM’in Öyküsü’’ isimli kitabında (Kırmızıkedi Yayınevi- 2016) şöyle anlatıyor: ’’Yetmişli yılların başında Genelkurmay Başkanlığında ABD ve NATO’da savunma planlamasında etkinlikle uygulanan Planlama, Programlama ve Bütçeleme Sisteminin (PPBS) ülkemize de uygulanması konusunda sisteminin faydalarını anlatan bir brifing sunuyordum. Dinleyiciler arasından yüksek rütbeli bir general sunum sonunda bana şunu söylemişti ‘’oğlum niye para harcamak için bu kadar sıkıntı çekiyoruz, biz ABD’ye söylüyoruz onlar gönderiyorlar’’. Diğer yandan ABD’den tedarik edilen savaş gemileri yılda bir kez Türkiye’deki Savunma İşbirliği Ofisi ve ABD kurumları gelip denetler ve nasıl kullandığımızı değerlendirirlerdi. Bu durum da yeterince rahatsızlık veren bir durum idi. 1970’ler sonrası ABD, 2002 yılına kadar Türkiye’ye 12 denizaltı, 16 muhrip ve 14 fırkateyni kira/hibe/FMS satışı ile transfer etti.
60’LARDA ABD’YE BAĞIMLILIKTAN KURTULMA HAMLELERİ
7 yıl (1961-1968) Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevini yürüten Oramiral Necdet Uran ulusal çıkarlarımıza ve milli duruşa son derece önem veren bir liderdi. Amfibi alayı kuran, çıkarma gemilerini inşa ettiren, Donanma Cemiyet/Vakfına öncülük eden ilk büyük savaş gemisi inşa projesi Berk projesini başlatan oydu. Diğer yandan ilki 1948’de intikal eden 11 adet Amerikan kaynaklı denizaltıları her 3 / 4 yılda ABD’ye uzun süreli bakıma (overhol) göndermeye son veren komutan da oydu. Bu durum yani gemleri bakıma ABD’ye göndermek Türk Donanması için küçük düşürücü idi. Denizaltıların 3/4 yılda bir bakımlarını yapacak lojistik ve teknik alt yapımız henüz oluşmamıştı. Bunun için öncelikle Deniz Harp Okulu mezunu deniz subayları ABD’ye NPGS, MIT ve Michigan/Ann Harbor mühendislik/gemi inşa bölümlerine eğitime gönderdi. Bu subaylar stajlarını Amerikan deniz kuvvetleri tersanelerinde yaparak dönüşlerinde Amerikan Tersane modelini Gölcük ve Taşkızak Tersanelerinde uygulayarak büyük değişim yarattılar. Gemilerin yedek parça akışını da deniz ikmal subayları kısa sürede bir sistematiğe ve bürokrasiye oturtarak 1963 sonrası donanmamız tüm muhrip ve denizaltılarımızın overholünü kendi tersanelerimizde yapacak bir konuma geldi. Bu gelişmelere rağmen tersanelerimizin teknoloji transferine ve yetenek artışına acil ihtiyacı vardı. Örneğin Yüksek Mühendis Amiral Nadir Kınay’ın hatıratında (Hereke’den Amiralliğe Giden Yol-Nemesis Yayınları 2020) belirttiği üzere 1975’te Türkiye’de saç bükecek iki fabrika vardı. Biri kara kuvvetlerinin Tuzla Jeep fabrikası, diğeri de Ankara şeker fabrikasıydı.
ALMANYA’YA YÖNELİŞ
İnebahtı (1571) yenilgisi ile sürekli gerileme içine giren Osmanlı donanması sanayi devrimini de ıskaladıktan sonra teknoloji devi batılı ülkelerin gemi pazarına dönüştü. Osmanlıdan donanma mirası devralamayan Cumhuriyet döneminde de çekirdek donanma, Hollanda ve İtalya’dan alınan denizaltılar, muhripler ve hücumbotlar ile kurulmuştu. Daha sonra Almanya ve İspanya’dan da gemi tedarik edilmiş, İkinci Dünya Savaşında İngilizlerden gemi ve silah alınmıştı. 1945 sonrası jeopolitik çekim alanına girdiğimiz ABD, hibe, kira ve satış yolu ile donanmanın tedarik sistemine girmişti. Ancak yüce Atatürk’ün dediği gibi dış pazarlardan temin edilen savaş gemileri ile donanma yapılmasının zorluğu her an hissediliyordu. Daha da kötüsü ABD Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre değil, kendi ihtiyaçlarına göre Türkiye’ye gemi tedariğine onay veriyordu. Bu kapsamda ABD’den denizaltı tedariği yapılıyordu ancak onların da elinde Türkiye’ye verilecek konvansiyonel denizaltı sayısı hızla azalıyordu. Söz konusu kaynak tükendiğinde ne yapılacaktı? Diğer yandan Türkiye’nin Kıbrıs’ta yaşananlara ek olarak 1973’ten itibaren Ege’de başlayan kıta sahanlığı krizi nedeni ile artık birinci ve öncelikli rakibi Yunanistan idi. Sovyetler Birliği tehdit sıralamasında ikinci sıradaydı. Örneğin geçmişte olduğu gibi Türkiye Karadeniz’de NATO tatbikatı yapmıyor ve yaptırmıyordu. Ege harekât ortamı için Türkiye’nin denizaltılara ve hücumbotlara ihtiyacı vardı. Bu kapsamda Yunanistan da silahlanıyordu. 1965’te Yunan tarafı Almanya HDW/Kiel Tersanesine ilk (Glavkos) Type 209/1100 sınıfı dizel elektrik denizaltı siparişi verdi. 1970’te Fransa’da CMN Tersanesinden 4 adet La Combattante sınıfı hücumbot tedariğine yöneldiler. İşte bu konjonktürde Türkiye, gelişen Alman gemi inşa sektörü ile iş birliği içine girdi. ABD, Almanya’ya İkinci Dünya Savaşının bitişinden 10 yıl sonra denizaltı ve suüstü gemisi inşasına; 1960 sonrası ihracatına izin vermişti. Türkiye, 1967 yılında Almanya’dan hepsi yeni 9 adet Jaguar (Kartal) sınıfı hücumbot tedarik edildi. Bu gemileri denizcilerimiz çok sevdi. Aynı yıl yaşanan Arap İsrail savaşında Mısır’a ait Sovyet yapımı OSA sınıfı hücumbotların Styx güdümlü mermileri ile İsrail korveti INS Eliat’ı batırması tüm dünya donanmalarında satıhtan satha atılan güdümlü mermilere ve onları taşıyan platformlara yönelişi tetikledi. Deniz Kuvvetlerimiz de 1970 yılında Norveç’ten ısıya yönelen Penguin füzelerini temin ile bunları Kartal sınıfı hücumbotlara monte etti. Daha sonra 1976 yılında donanmaya 7 adet kullanılmış Jaguar (Fırtına) sınıfı hücumbot daha tedarik edildi.
ALMANYA İLE VİTES BÜYÜTEN TÜRK DENİZ KUVVETLERİ
Almanya ile düşük faizli ve uzun vadeli kredi ve askeri yardım anlaşması üzerinden donanmanın geliştirilmesi için uzun soluklu bir süreç başlamıştı. Jaguar sınıfı hücumbotlardan memnun kalan Türkiye, 1971 yılında Alman Kiel/HDW tersanesine 3 adet Ay sınıfı (Type 209/1200) denizaltı ve aynı yıllarda Vegesack/Lürssen tersanesine 4 adet Type 148 Doğan sınıfı hücumbot siparişini verdi. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu emekli olacağı 1972 yılının Ağustos ayından önce Türk Deniz Kuvvetlerinin en kapsamlı gemi inşa programını böylece hayata geçirdi. Aynı zaman diliminde Türk Deniz Kuvvetleri Yunan Donanmasının aksine asıl suüstü silahı olarak Fransız Exocet füzeleri yerine Amerikan Harpoon füzelerini tercih ediyordu. TCG Doğan Türk Deniz Kuvvetlerinin ilk Harpoon füzesine sahip platformu olacaktı. Yapılan sözleşmelere göre Türkiye için ilk iki Ay sınıfı (Type 209/1200) denizaltı ve ilk Doğan sınıfı Hücumbot (Lürssen Type 148) Almanya’da; geri kalan tüm gemiler yani 1 Ay sınıfı (sonradan +4 denizaltı daha) Gölcük’te ve 3 Doğan sınıfı (sonradan +4 hücumbot daha) İstanbul Taşkızak ’ta lisans altında inşa edilecekti. Bu amaca yönelik olarak her iki tersaneden mühendisler ve işçiler Almanya’ya eğitime gönderildiler. Gölcük ve Taşkızak Tersaneleri Alman firmalarına ait dizaynların en uygun şekilde montajına yönelik alt yapı ve üst yapı değişikliklerine yöneldi. İşte bugünün MİLGEM başarısına katkı sağlayan tecrübe ve emek birikiminde Almanya’dan akan yıllar içinde temin edilen denizaltılar, hücumbotlar ve firkateynlerin önemli rolü oldu. Almanya’dan denizaltı tedariği hücumbotlardan erken başladı. İlk Ay sınıfı denizaltı olan TCG Atılay’ın omurgası 1972’de HDW/Kiel/Almanya’da kızağa kondu. Gemi 1976’da donanmaya teslim edildi. İlk Lürssen Type 148 Doğan sınıfı güdümlü mermili hücumbot TCG Doğan’ın omurgası da Lürssen/Vegesack/Almanya’da 1974’te kızağa koyuldu ve 1977 yılında gemi hücumbot filosuna teslim edildi. Ne Ay sınıfı denizaltılar ne de Doğan sınıfı hücumbotlar Kıbrıs Barış Harekâtında kullanıldı. Her iki proje Deniz Kuvvetlerinin öncü iki tersanesinde dönemin en modern platformlarının inşa edilme süreçlerinin montaj seviyesinde bile olsa kapısını açmıştı. 1976’da ilk Ay sınıfı denizaltının ve 1977’de ilk doğan sınıfı güdümlü mermili hücumbotun Ege’de boy göstermesi Kıta Sahanlığı krizinin dondurulması ve 1976’da Bern Mutabakatının imzalanmasında önemli rol oynadı.
GÖLCÜK TERSANESİNDE DEVRİM
Gölcük Tersanesinde 1975 yılında yani Kıbrıs Barış harekâtından bir yıl sonra AR/GE projelerini takip ve uygulama için dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanının desteği ile 160 APGEM (Araştırma Proje Geliştirme Müdürlüğü) çok az sayıda mühendis ile kuruldu. 10 yıl önce Amerikan kaynaklı denizaltıların ABD’ye gitmek yerine Gölcük’te overhole alınmalarını gerçekleştiren denizci mühendislerimiz, şimdi de yıllar sonra Uzun Ufuk, K5, MİLKON ve Genesis projelerini hayata geçirecek bir yumurtayı döllemişlerdi. Bu yumurta öyle hızlı büyüyecekti ki bugün zaferinden her kesimin pay kapma yarışına girdiği MİLGEM’in en önemli omurgalarından birisini APGE teşkil edecekti.
KIBRIS BARIŞ HAREKATI SONRASI AMERİKAN AMBARGOSU VE ETKİLERİ
1971’de Başbakan Nihat Erim tarafından ABD çıkarları paralelinde ülkemiz aleyhine koyulan ‘’haşhaş yasağı’’, 1 Temmuz 1974’te Ecevit Hükümeti tarafından kaldırılmıştı. Bu olaydan sonra 2 hafta içinde gerçekleşen, 15 Temmuz 1974 Cumartesi günü sabaha karşı Kıbrıs’ta gerçekleşen EOKA B teröristi Nikos Sampson darbesi, 6 ay sonra Türk Amerikan ilişkilerini 1978 yılına kadar ipotek altına alacak süreci tetiklemişti. Türkiye darbeden 120 saat sonra gerçekleştirdiği amfibi harekât ile Girne’de kıyıbaşını tutmuş ve Akdeniz jeopolitiğini Türkiye lehine bugüne kadar değiştirmişti. Birinci harekât 21 Temmuz’da tamamlanmış, ikinci harekât 14-16 Ağustos 1974 tarihleri arasında gerçekleşmişti. ABD bu gelişmeler o kadar tepki içindeydi ki bazı Amerikalı senatörler Türkiye’ye nükleer silah atalım diyebiliyordu. Bu arada Amerikan Başkanı Nixon’ın siyasi kariyerine son verecek Watergate skandalı da Türk Silahlı Kuvvetlerinin Barış Harekatının ateşkes safhasında 8 Ağustos 1974’te yaşanmıştı. ABD’deki Yunan lobisinin yeni Başkan Gerald Ford ve müteakip seçim sürecine etkisi ile Türkiye’ye 5 Şubat 1975 ve 26 Eylül 1978 arasında silah ambargosu ve yaptırımlar uygulandı. Amerikan ambargosu sırasında Türkiye’ye sevk edilmesi gereken 200 milyon dolarlık malzeme vardı. Bunların hepsinin transferi durduruldu. Türkiye Amerikan ambargosuna 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Cumhuriyetini (KTFC) kurarak cevap verdi. Bu arada çok hayati savaş lojistiğine yönelik malzemelerin milli üretimine geçildi. Ambargo sonrası muhriplerin 5/38 top mermileri Türkiye’de üretilmeye başladı. TCG Gayret muhribinin ana tahrik sisteminin en önemli mekanik parçası olan sadece ABD’de yapılan özel alaşım pinyon dişli yedek parçası dahi Türkiye’de üretilmiş ve bu başarılar güven vermişti. Ancak gerek Kara Kuvvetlerinin gerekse Deniz Kuvvetlerinin muhabere sorunları devam ediyordu. Bugünün dünya savunma sanayi devleri arasında bulunan ASELSAN bir vakıf firması olarak 1975’te aslen Kıbrıs Barış Harekâtında gözlenen ordunun taktik muhabere zafiyetini gidermek üzere geliştirildi. PRC-965, VRC-966, VRC-967 telsizleri bu kapsamda üretildi. Diğer yandan 1978 yılında Gölcük tersanesinde APGE tarafından batan Kocatepe başta olmak üzere muhriplerde gözlenen hava savunma zafiyetlerini azaltmak üzere SAPAN atış kontrol sistem projesi başlatıldı. SAPAN sistemi arama radarı, takip radarı, atış kontrol bilgisayarı ve 35 mm toptan oluşan yeni bir sistemdi. Diğer yandan Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı için toplanan başlangıç bağışlarla kurulan ASELSAN’a 7 yıl sonra 1982 yılında bugünün en büyükleri arasında olan HAVELSAN katıldı. Bu firmanın hedefi de Hava Kuvvetleri için simülatör ve komuta kontrol sistemleri geliştirmekti. Ancak Amerikan Ambargosunun dolaylı sonuçlarının devlet bürokrasisinde yarattığı en önemli sonuç, 13 Kasım 1985’te kurulan Savunma Sanayi Müsteşarlığı oldu. Bu gelişmeden 2 yıl sonra Deniz, Kara ve Hava Kuvvetleri Güçlendirme Vakıfları Cumhurbaşkanı Evren ve Başbakan Özal’ın direktifleri paralelinde kapatılarak Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendireme Vakfı çatısı altında birleştirildi. Bu birleşme finans yönetimi açısından çok büyük fayda sağlasa da Deniz Kuvvetleri Güçlendirme Vakfının tüm illerde teşkilatlanmış halka denizciliği tanıtma sevdirme ve yaygınlaştırma faaliyetlerine büyük darbe vurdu. Bugün Anadolu’da son 38 yıldır denizciliği, Deniz Kuvvetlerini tanıtan tek bir kurum mevcut değildir.
LİSANS ALTINDA GEMİ YAPMAK
Her ne kadar 1970’ler sonrası Almanya’dan montaj sanayine yönelik teknoloji ve bilgi transferi yapılıyor olsa da gerek gemi inşa projesinin finansmanın yönetimi gerekse harekât ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik ciddi sorunlar ortaya çıkıyordu. Öncelikle gerek HDW gerekse Lürssen, Türkiye’den gemilerin inşa sürecinde milli sanayiden katma değer transferi yapmıyordu. Gemilerin en basit donanım malzemeleri bile Almanya’dan geliyordu. Milli katkı payı ya da Türk Gemi İnşa Sanayiinin gerek denizaltı gerekse hücumbot projelerine müdahil olması söz konusu bile değildi. Ancak Deniz Kuvvetlerinin her iki Tersanesi teknolojiye uyum ile modern savaş gemisi inşa süreçlerini kurumsal bazda öğrenmek ve tecrübe/bilgi birikimi sağlamak açısından büyük kazançlar elde ediyordu. Diğer yandan gemilerin tedarik finansmanı da kurumların işine geliyordu. Söz konusu yıllarda ABD’nin hibe kaynak tahsisinin azalması ile gemi tedarik finansmanında ortaya büyük boşluk çıkmıştı. Milli bütçe zaten çok kısıtlı idi. Almanya’nın, T.C. Hazine Müsteşarlığı garantili ve Hermes özel sigorta modeli ile desteklenen bir kredi sistemi bu açığı doldurdu. Deniz Kuvvetleri’nin gemi tedarik tarihinde bu uygulama çok önemli bir kırılma noktası oldu. 1982 yılına gelindiğinde Almanya ilk kez Goeben (Yavuz) ve Savarona’yı inşa eden Hamburg/Blohm Und Woss Tersanesi ile Kiel/HDW Tersanesinin ortak projesi olan MEKO 200 T çok maksatlı fırkateyn projesi ortaya çıkıyordu. Bu projenin en büyük özelliği yurt dışında lisans altında ilk kez bir firkateyn inşa projesinin başlatılmasıydı. Deniz Kuvvetleri 1945’lerin muhrip teknolojisinden 1970’lerin deniz savunma teknolojilerine geçişi yaşayacaktı. Donanmada lambadan transistöre geçiş devam ederken, transistörden chip’e, analog bilgisayardan dijitale ve yazılıma geçiş süreci başlıyordu. Bu büyük bir devrimdi. Aynı yıl yapılan sözleşme ile 2 gemi Almanya’da, 2 gemi Türkiye’de inşa edilecekti. Yapılan sözleşme ilk kez ABD ve Almanya’nın Türk Deniz Kuvvetleri ile ortak çalışmasını gerekli kılıyordu. Zira gemide Amerikan top, sonar, güdümlü mermi ve torpido sistemleri kullanılacaktı. Bu da Amerikan FMS (Yabancı Askeri Satışlar) kredi sürecini ilgilendiriyordu. 7 Kasım 1985’te ilk MEKO 200T firkateyni TCG Yavuz’un inşası Blohm Und Woss/Hamburg’da; 2 Mayıs 1985’te ikinci Firkateyn TCG Turgutreis’in inşası Kiel/HDW’de başladı. Gölcük Tersanesinde yapılan ilk firkateyn TCG Fatih’in omurgası 2 Ocak 1986’da; son firkateyn TCG Yıldırım’ın omurgası da yine Gölcük’te 24 Nisan 1986’da kızağa konuluyordu. Bu projeler devam ederken Alman Deniz Savunma Sanayi Türkiye ile olan ilişkilerden son derece memnun şekilde gelecek projelerin temelini de güçlendiriyordu. Bu projelerin arkası sonraki yıllarda Rüzgar (4 adet), Yıldız (2 adet) , Kılıç (9 adet) sınıfı hücumbotlar; MEKO TRACK IIA ve B firkateynler; Preveze, Gür ve Reis sınıfı denizaltılar ile gelecekti. MEKO Projesi ile ilk kez aynı anda 4 geminin ve Gölcük tersanesinin toplamda 400 kişiyi bulacak subay ve teknik sınıf astsubayları ABD ve Avrupa’da en uzunu 1,5 yıl sürecek teknik ihtisas kurslarına devam etti. Bu durum Deniz Kuvvetlerinde alt ihtisas astsubay sınıflarının doğuşunu tetikledi. Artık bir elektronik astsubayı meslek hayatının başında silah elektronik, harekât elektronik, muhabere elektronik, makine elektronik gibi alt ihtisas alanlarında uzmanlaşmaya yöneltiliyordu. Subayların branş subaylık görevleri ile bölüm amirlik görevleri de bilinen geleneksel sınıflandırmaların dışına çıkıyordu. Artık astsubaylarımız ilk kez alt saha uzmanlık alanlarına yönelen tam anlamıyla spesiyalist teknik elemen oluyorlardı. Bugünün modern donanmasına gidişte bu süreç sadece gemilerdeki uygulamalarda değil aynı zamanda deniz eğitim ve öğretim sisteminde de son derece önemli etki yarattı.