Tarihimiz, sorumlu makamda olanların devlet yönetme ve gelecek nesillerin haklarını koruma alanında üst üste yaptıkları, Atatürk’ün tarifi ile gaflet, delalet ve hatta hıyanetler sonucu can, toprak ve onur kayıplarının yaşandığı savaşlar, göçler, büyük felaketler, kazalar ve yok oluşlar ile doludur. Liyakatsizlik, erdemsizlik, akıl ve bilimden uzaklaşma, insanının zayıflıklarını kemiren safahata sürüklenme, nepotizm, yolsuzluk, usulsüzlük, güç tuzağı, onur ve sorumluluk duygusunun yok olması bu felaketlerin yaşanmasında başat rol oynamıştır. Devleti yönetenlerin içine düştüğü bu zayıflıkları büyük devletler daima sömürerek dünyanın en kritik coğrafyasında bulunan Osmanlının yönetim kadrolarını çeşitli yöntemlerle kendi çıkarlarını karşılayacak şekilde yönlendirmeye çalışmışlardır. Yönetimin zayıflık ve dağınıklığı karşısında halk da milli çıkar kavramından, vatan, bağımsızlık, özgürlük, yurttaşlık gibi kavramalara kadar her alanda geri kalmıştır. Kulluktan vatandaşlığa, ümmetten millete geçiş yapamamıştır. Halkı bir arada tutacak Türk çimentosu 20. Yüzyıldan sonra etki gösterebilmiş, kadercilik ve sultana kulluk hayatın asli belirleyicileri olmuştur. Anadolu’daki son Türk devletini kurtaran ve yeniden kuran Atatürk’ün esaslarını belirlediği Cumhuriyet, 15 yıllık Türk Rönesans’ı ile devrimsel değişiklikler yaratmış ve Türkler tarihte coğrafyalarının ve geçmişlerinin hak ettiği onurlu yeri almıştır. Ancak Cumhuriyet onun vefatından sonra değişim ve dönüşüme uğramış, Atatürk’ün en yakınında olanlar dahi İngiliz ve Amerikan mandacılığına teslim olmuştur. Türk iç siyaseti özellikle 1946 sonrası batı tarafından etnik ve dinsel temelli siyasi partiler sayesinde sorumsuzluğu, yolsuzluğu, liyakatsizliği teşvik etmiştir. Demokrasi oy sayısına indirgenmiş, oy sayısı maddi güç ile belirlenen parti liderliği veya milletvekilliği adaylığına, milletvekilliği maddi kazanç sağlayan bir işe dönüşmüştür. Sadece oy çokluğuna dayalı mevcut sandık demokrasisi gerçek ve çoğulcu demokrasiyi ezerek, din ve etnik merkezli partilerin kurulmasını teşvik etmiş, parti içi demokrasiyi yok sayan Siyasi Partiler Kanunu lider sulta sistemi yaratmış, temsilde adaleti öne çıkaran seçim yasası asla gündeme getirilmemiştir. Bugün tarihimizde örneği yaşanmamış derecede kutuplaşmış, karmaşık, ancak bir o kadar sorumsuzluğun tavan yaptığı bir dönem yaşıyoruz. Türk jeopolitiği ekonomik dar boğaza yenilerek, yeniden Atlantik jeopolitiğinin etki alanına sokuluyor. Geçmişte yaşananlardan, FETÖ Kumpas davalarından ve FETÖ 15 Temmuz Darbe girişiminden hiç ders alınmamış gibi ABD ve AB ile yakınlaşma ve tavizkar politikalar sorumsuzluk sarmalında tekrarlanıyor. Sanki geçmiş adeta tekrar ediyor. Osmanlı döneminden birkaç örnek verelim.
Balkan Savaşından (1913) İki Kesit. Balkan Savaşı şüphesiz Osmanlı çöküş sürecinin en acıklı safhasıdır. 1909 yılında Osmanlıdan bağımsızlığını kazanan Bulgaristan 4 yıl sonra Edirne’yi alarak Çatalca’ya kadar siyaseten kutuplaşmış Osmanlı ordusunu sürerek İstanbul sınırlarına dayanmıştı. Aynı günlerde Osmanlı Donanmasından tarihsel olarak 300 yıl genç olan Yunan Donanması da 1912 ile 1913 arasındaki dönemde Doğu Ege ve Boğaz önü adalarının hepsini işgal etti. Adaları kurtarmaya gidecek donanması olmayan Osmanlı 400 yıldır kendine ait olan adaların işgalini bile anlamadı. Girit 1908’de, Oniki Adalar da İtalyan Savaşı sonunda 1912’de zaten kaybedilmişti. Balkan Harbinde Donanma Karargahında görev alan Binbaşı Ali Rıza Bey 100 yıl sonra yayımlanan hatıratında şunları söylüyor: “Artık bu adaları kaybettiğimizi biliyorduk. Çaresizdik. Sırtüstü yenik düşmüştük. Yunanlıların işgal ettiği adaların hemen çoğundan mülki ve askeri personeli zaten memlekete geri çağırmıştık. Başıboş kalan Osmanlı Adalarına Yunanlılar çıktıklarında, sessizliğe onlar bile şaşırdılar…Adalarda haberleşme imkanları doğru dürüst kurulmamıştı. Aynen İtalyan işgalinde olduğu gibi bazı adaların işgal edildiğini de neden sonra öğrendik…Beş asırlık hükümranlığı nasıl terk ettiğimizi tesadüfen öğrenmiştik.” Denizde bunlar yaşanırken, karada Edirne düşmüş, Bulgar ordusu çok uzakta değil başkente 40 km mesafedeki Çatalca’ya dayanmıştı. Trakya’dan geri çekilen orduda görevli Teğmen Selahattin hatıratında şöyle yazmış: ‘’3 saat yürüyerek alayımın yeni taşındığı yere geldim. Yollarda görünen manzara havsalaya sığmayacak kadar feciydi. Bir sürü cansız beden olduğu gibi kalmış, kokmuş, bir kısmını köpekler yemişti. Suratlarına bakınca mezardan fırlamış sanılacak insanlar sopalarına dayanarak yürümeye çabalıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti‘ne 45 km mesafede bulunan 100.000 kişilik ordu aç sefil bakımsızdı. Tifüs, kolera, dizanteri askeri kırıp geçiriyordu. Ne ilaç yeterliydi ne doktor ne hastane. Hele köyler, köylüler, muhacir kafileleri yürekler acısıydı. Yolda giderken bir kafileye rastladım. Başlarında seksenlik bir ihtiyar. Kırık bir kağnı arabasında eşya namı altında yırtık pırtık şeyler. Birkaç koyun. Bir köpek. Arabanın yanında genç bir kadın. Kucağında bir çocuk. Hem ağlıyor hem yürüyor. İhtiyar benim kendileri ile ilgilendiğimi görünce, ‘’efendi’’ dedi. ‘’Biz Çorlu muhaciriyiz. Ordu kaçarken, biz de katıldık ama onlar çabuk gitti. Biz geri kaldık. Bulgar bize yetişti. Damadım genç bir delikanlıydı. Onu gözümüzün önünde öldürdüler. Kızıma tecavüz ettiler. Kız aklını kaçırdı. Ne söylesek anlamıyor dinlemiyor. Üç gün önce kucağındaki çocuğu dondu. Şimdi ölüdür. Ama mütemadiyen süt vermeye çalışıyor. Sen söylesen belki işe yarar.’’ Kadına yaklaştım ‘’kızım çocuğun ölmüş, onu bırak’’ dedim. Kız bana bir süre vahşi bir hayvan görmüş gibi baktı. Sonra çocuğun fırlattı attı. Yürüdüm. Mart 1913’te Kağıthane’de Çağlayan Köşkünde teşkil edilen 8. Depo Tabur’una tayin oldum. O sırada Bulgarlar, Çatalca’ya taarruz ediyorlardı. Hedefleri İstanbul’du. Kağıthane’de erleri yetiştirmeye başladık. 6 Mayıs 1913 günü bahar bayramı, yani Hızır İlyas idi. Yıllar içinde Haliç ve Kağıthane boyu dünyanın sayılı eğlence yerlerinden biri haline getirilmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküntü devirlerinde Kâğıthane’de zevk ve sefa alemleri yapılırdı. Şimdi Mayıs 1913’te düşman İstanbul’a 80 km mesafedeydi. 1722’den bu yana Tuna’dan Çatalca’ya kadar geri çekilmiştik. Ama eğlence ve alem devam ediyordu. Sabahleyin yanıma aldığım askerlerle saraydan çıkıp çevreyi dolaşmaya başladığım zaman şaşmıştım. Ortalık mahşer gibi kalabalıklaşıyordu. Binlerce insan çayırlara yayılmıştı. Hakikaten görülecek şeydi. Davul, araba, eşek, at, özetle mahşeri andıran bir hay-ü huy sürer giderken, Çatalca’daki Bulgar topları bu eğlenceyi kutluyormuş gibi patlıyordu. Bir ibretle levhasıydı. Avrupa kıtasındaki bütün topraklarını kaybetmiş ve üç milyonluk Türk kitlesini düşman elinde bırakmış bir halk, düşmanın top sesleri altında eğleniyordu. Kalabalık o dereceyi bulmuştu ki bir şey almak için satıcıların yanına gitmek bile mümkün değildi…’’ Balkan, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşına katılan Yüzbaşı Selahattin Yurtsever’in hatıratı işte böyle yazıyor. (Her satırı ibretlik derslerle dolu bu hatıralar 1973 yılında merhum İlhan Selçuk tarafından Yüzbaşı Selahattin’in Romanı adıyla 2 ciltlik bir kitap serisi olarak yayınlandı.)
Sinop Baskınından (1852) Bir Kesit. 1852 yılında başlayan Türk Rus savaşı denize yansımıştı. 20 Kasım 1852 günü Rus Karadeniz Donanması Sinop’ta Türk Donanmasını yaktı. Türklerin 2700 kayıp verdiği Sinop çatışması, çok canlı sorumluluk ve korkaklık tabloları sergilemişti. Örneğin, Navik Firkateyninin Süvarisi Ali Bey, kendisinin asla teslim olmayacağını söyleyerek, gemi mürettebatına canlarını kurtarmalarını emredip, cephaneliği kendi elleriyle ateşleyerek, gemisini havaya uçurmuştu. Diğer taraftan bazı gemi komutanları da gemisini bırakarak kaçmışlardı. Bu komutanlar savaş sonrası, birkaç ay evlerinde oturduktan sonra eski itibarlarını tekrar kazandılar. Sinop Valisi de ertesi yıl başka bir şehre Vali oldu…Ne acıdır ki, Sinop Baskını sonrasında, Osmanlı Donanması’na bağlı gemiler, trajedinin yaşandığı Sinop’a hasar tespitine dahi gitmediler. Onların yerine bir İngiliz ve bir de Fransız savaş gemisi gönderildi. Baskından altı gün sonra, Sinop’a gelen yardım grubu, batırılan Türk savaş gemilerinin komutan ve personelinden bazılarını, şehirden 20 saat uzaklıktaki Boyabat’ta bulabildiler. Yaralıları Sinop’ta bırakıp, canlarını kurtarmaya buraya gelmişlerdi. Neticede geride kalan yaralılara, Osmanlı hekimlerden çok İngiliz ve Fransız hekimleri şifa götürdü. Diğer yandan İstanbul’da hayat devam ediyordu. Savaş esnasında Taif sitimli gemisi ile İstanbul’a dönebilen Sultan Abdülmecit’in deniz müşaviri İngiliz Amiral Adolphus Amiral Slade (Müşavir Paşa) Sinop muharebesinin detaylarını anlatmak üzere Bab-ı Aliye çağrılır. Karşılaştığı manzara çok çarpıcıdır. Hatıratında şöyle yazıyor: “Orada neşeli, sedirli, divanlı sıcak daireyle, şık ve kürklere bürünmüş insanları görünce aklıma Sinop’taki pis, karanlık kahveler ve oralarda acıdan kıvranan yaralı zavallılar geldi. Nazırlar, kendilerine anlattığım feci olayı kayıtsız bir tavırla dinlediler. Hazırlanan karakalem resimleri hiç istiflerini bozmadan seyrettiler. Osmanlıların –nil admirari- hiçbir şeye karşı fazla heyecan göstermemek ihtiyatını bilmeyen bir yabancı, bu nazırları sanki ta Çin sularında olup bitmiş bir olayı dinliyor ve resimlerine bakıyor zannederdi.” Sinop baskını sonrasında, Bab-ı Ali, donanmanın tekrar Karadeniz’e çıkarak varlık göstermesi için bir girişimde bulunduysa da bu emir donanmada büyük huzursuzluk yaratmıştı. Yaşanan trajedi sonrası, donanma çevresinde büyük bir şevksizlik vardı. Kimse bu olaydan bahsetmek dahi istemiyordu. Osmanlı amirallerinden birisi Amiral Slade’e “eğer donanmanın Karadeniz’e çıkmasının önünü alabilirseniz, ben ve bütün gemi süvarileri ayaklarınızı öpeceğiz” demişti. İşte, II. Mahmut döneminin “Vaka-i Hayriyesi” sonucu, yeniçerilerin ortadan kaldırıldığı, ordu ve donanmada çok büyük tasfiyelerin yapıldığı, ardından yaşanan Navarin Baskını sonrası donanmanın kan kaybettiği, Yunanistan’ın devlet topraklarından koptuğu ve Mısır Ordusu’nun Anadolu’yu işgale yeltendiği bir dönemden 30 yıl sonra, Osmanlı Donanması’nın acıklı durumu buydu. Nitekim Sinop felaketi sonrası donanma, Karadeniz’e çıkmadı. Zira düşmanla karşılaşırsa yenileceği; fırtına ile karşılaşırsa kazaya uğrayıp büyük kayıplar vereceği biliniyordu.
Bugüne Yansımalar. Şarkın kendine has sorumsuzluk ve hesap verilebilirlik eksikliği bulaşıcı bir hastalık gibi bugüne kadar devam etmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ten bilinçli uzaklaşma ve bilhassa 1946 sonrası dönemde Küçük Amerika olma hayali ile halkçılık ve devletçilikten kopuş; dinsel ve etnik ayrışmanın yarattığı ideolojik zayıflama ve kısa sürede sınıf atlama arzusunun oluşturduğu yozlaşma ve yolsuzluk sonucu pek çok kurum ve kuruluşun ancak en önemlisi halkın sosyo genetik kodlarında çürüme önlenememiştir. Gerek seçilmiş gerekse atanmış yöneticiler sadakati liyakate; inancı akla, gücü erdeme; zorbalığı hukuka; intihal ve fikir/kavram hırsızlığını erdemli emeğe; kumpası dürüstlüğe; pusuyu kavgaya, bedensel refahı ruhsal refaha tercih etmişlerdir. Sonuç ortadadır. Bugün ülkemizde sorumluluk ve hesap verilebilirliğin en temel çıktısı olan istifa kurumu yoktur. İktidarın ya da güçlülerin yanındakilerin görevi kötüye kullanma, suiistimal, yolsuzluk rüşvet gibi suçlardan yargılanmaları vaki değildir. Anayasa başta olmak üzere kanunları ihlal etmek ve hesap vermemek günlük pratiğe dönüşmüştür. Adaletin, Mülkün yani devletin temeli olduğu gerçeği içi boş bir slogana dönüşmüştür. Sorumsuzluğun güce dönüşmesi son derece tehlikelidir. Osmanlının sonunu bu dokunulmazlık ve sorumsuzluk duygusu getirmiştir. Bulaşıcı olan bu duygu ancak büyük felaketlere ve yıkımlar sonucu düzelme eğilimine girebilir. Yüzbaşı Selahattin Yurtsever hatıratının başında şöyle yazmış: ‘’Yüzyıl önce sonu felaketle bitmiş bir tutum, 100 yıl sonra bilinmediği için aynı biçimde tekrar edilmiş ve gene aynı felaketi doğmuştur. Kafasını yormamış, günü aramamış insanlar bu zahmete katlanmadıklarından bazen hayatlarını kaybetmişlerdir. Geçmiş tecrübeleri bilen ve her gün geçirilen hayattan ders alarak yaşayışlarını buna göre düzenleyebilenler en güçlü adamlardır.’’ Sakarya’daki %1’lik kesim gibi onur ve sorumluluk sahibi bir avuç kahraman, Kurtuluş Savaşında Atatürk’ün liderliğinde sadece vatanı kurtarmamış, başta Osmanlı hanedanı olmak üzere sorumsuz muktedirlere ve destekleyicileri Sait Molla, Ali Kemal, Damat Ferit gibiler ile İngiliz ve Amerikan mandacılarına rağmen tüm Türk dünyasının şerefini korumuştur. Emperyalizme boyun eğmemişlerdir. İhanetlere, kumpaslara teslim olmamışlar, güçlüden aman dilememişlerdir. Onların sorumluluk ve onurlu duruşu Yüzbaşı Selahattin’in hatıratında 17 yaşında bir gencin şehit düşmesi üzerine yaptığı şu yorum ne güzel anlatıyor: ‘’Ben bu yaşta kolumdan aldığım yara için cepheyi terk edersem yarın ahrette bu çocuk yüzüme tükürmez mi? Ben ölünceye kadar vuruşmak ve dövüşmek zorundayım.’’