Ulusalcılık Analizleri (3): Ulusalcılık ve Sınıf Meselesi

1960’lı yıllarda ortaya çıkan ideolojik gelişim ve dönüşüm sürecinin Kemalistler açısından son derece önemli bir değeri olduğunu ifade etmek gerekir. Bugün “Kemalist aydın” olarak tanımladığımız pek çok figür 1960’lı yıllarda ortaya çıkan sürecin en önde gelen aktörleridir. Bu bağlamda da gerek dünyaya gerekse Kemalizme dair fikirleri ilgili sürecin gerçekliklerini büyük ölçüde yansıtmaktadır. Bizler de bugün dünyayı ve Kemalizmi algılamaya çalışırken 1960 sonrası sürecin aydınlarının üretimini de birer referans noktası olarak almaktayız. Zira 1920’lerin kurucu birikiminin bir devamı olarak 1960’lı yıllardaki üretimi giderek büyüyen bir kartopu olarak görmek gerekmektedir. Bu kümülatif birikim takip edilmesi gereken ancak taklit edilmesi gerekmeyen, üzerine koyduğumuz tuğlalarla zenginleşecek büyük bir düşünsel geleneği temsil etmektedir. Ulusçuluk, sol ve sınıf meselesi arasındaki ilişkiye de bu bağlamda yeniden bakabilmek gerekmektedir.

“Sınıf meselesi” Kemalizmin daha doğrusu Kemalistlerin deyim yerindeyse bir kabusu gibidir. Zira kurucu dönem ve önderlerin dönemin siyasal gerçekliklerini baz alarak ortaya koydukları birtakım görüşler dönemin bağlamından koparak ve nasıl olduğu anlaşılamayan bir biçimde kalıplaşmış kurallar halini almıştır. Ancak gerek bu dönemde gerekse sonraki dönemlerde değişen siyasal ve ekonomik ortam pek çok soruyu yeniden gündeme taşımaktadır.

Kemalizmin ulusçuluğunu klasik anlamda bir burjuva milliyetçiliği ile özdeşleştirdiğimiz zaman ortaya elbette sınıf meselesine oldukça uzak bir düzlem ortaya çıkacaktır. Buna karşılık Kemalist ulusçuluğun anti-emperyalist niteliği bu noktada sınıf meselesine doğru bir adım daha atabilmenin araçlarını yaratmaktadır. Burada iki önemli dönüşümden bahsedilmesi gerekir. Bunlardan ilki Cumhuriyetin “milli burjuvazi” idealinin toplumsal anlamda bir meslek grubundan daha çok bir sınıf yaratma girişimi olmasıdır. İttihat ve Terakki döneminden devralınan “milli burjuvazi” fikrinin İzmir İktisat Kongresi sonrasında hayata geçirilmesi Kemalizmin sınıf meselesinde oldukça stratejik bir karar alabileceğinin önemli göstergelerinden biridir. Bu noktada devralınan mirasın dahi kendi içinde farklı bir biçimde yorumlanması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.

20. yüzyılın ilk yarısı itibariyle Osmanlı Devleti’nin gelişim sürecinin önünde iki temel gelişim modeli bulunmaktaydı. Başka bir ifadeyle devletin önünde iki zorunlu seçenek bulunmaktaydı. Bunlardan biri sınıf çatışması üzerine kurulu sosyalist model diğeri de toplumsal uyumu merkeze alan ve ülke içinde birlik olabilmeyi hedefleyen solidarist model. 1. Dünya Savaşı’nın kendisini iyiden iyiye hissettirdiği süreçte İttihat ve Terakki iktidarının “çatışmacı” değil “uyuma dayalı” bir modeli tercih etmesi özcü bir ideolojik tercihten ziyade bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Balkan Savaşı ve 1.Dünya Savaşı gibi travmaları yaşamış bir ülkenin devamı olarak Sevr travması yaşayan Kemalist iktidar ise benzer kaygılar ile toplum içinde sürekli olarak dağınıklığı toparlamaya çalışan ve ülkeyi bir arada tutmaya çalışan, yeni bir dağılma ve işgal sürecini önlemeye çalışan bir faaliyet yürütmek durumunda kalmıştır. Bu bağlamda Kemalizmin “sınıf” kavramı ile ilgili hassasiyeti bir reddetme değil bir tercih etmeme noktasında ortaya çıkmaktadır. İkinci olarak devletin özellikle de dış politikada oldukça hassas bir noktada durması kapitalist Batı ve sosyalist SSCB ile arasına eşit bir mesafe koymaya çalışması da Kemalizmin kuruluş sürecinde “sınıf” kavramının doğrudan sosyalizmin tercihi gibi bir algının ortaya çıkma ihtimaline karşılık olarak tercih edilmemesini, daha doğrusu dillendirilmemesini de beraberinde getirmiştir.

İsmail Hüsrev Tökin’in CHP ile ilgili hazırladığı önemli bir çalışmada Kemalizmin kurucu idaresinin ülkedeki sınıfsal bölünmüşlüğü görmezden gelmediği ve reddetmediği sadece bunun üzerine bir iktidar kurmanın tercih edilmediğini de net bir şekilde ifade etmektedir. Bu bağlamda “özcü” yaklaşımlara alternatif olarak bu konuda daha aklıselim bir yorumun gündeme gelmesi daha sağlıklı olacaktır. Türkiye’de “sınıf” meselesi Batı’daki örneklerine benzemese dahi Osmanlı Devleti’nde bozulan toprak düzeni, Batılılaşma ile birlikte değişen devlet düzeni ve kapitülasyonlar ile birlikte bozulan ekonomik düzen sonucunda ortaya birbiri ile çatışan ve çeşitli durumlarda işbirliği yapan yeni sınıfların ortaya çıktığı görülecektir. Gayrımüslim tüccarlar, sarayın yeni bürokratları, toprak ağaları vb. grupların temel üretim aracı olan toprak ve ülkede oldukça dar bir alanda sahip olunan sermaye üzerindeki paylaşım mücadelesi devletin son dönemindeki çatışmanın sınıfsal bir temelde gelişim gösterdiğini kanıtlar niteliktedir. Cumhuriyetin böylesine bölünmüş bir toplumu devraldığını düşündüğümüz zaman ise Kemalizmin sınıf kavramını özü itibariyle reddeden değil, ulus-devlet inşası sürecindeki muhtemel olumsuz etkileri sebebiyle tercih etmeyen, sınıfsal gelişimi yeni bir devletin kurulma sürecindeki işlevine göre değerlendiren bir tutuma sahip olmuştur. Ancak gerek “milli burjuvazi”nin ortaya çıkış süreci gerekse kapitalizmin gelişmesi ile birlikte ülkede ayrıcalıklı sınıfların iktidar eksenli büyümeleri Türkiye’deki ulusal uyumu bozan ve çeşitli bölünmelere sebep olan bu süreci de başlatmıştır.

Burjuvazinin “milli” niteliğini kaybetmesi, gerek sanayi gerekse tarım işçisinin burjuvazi karşısında daha asimetrik bir pozisyona sahip olması ülkedeki sınıfsal çelişkileri büyük ölçüde derinleştiren bir durumun da ortaya çıkmasını sağlamıştır. 1960’lı yıllarda gerek Yön Dergisi gerekse MDD öncülüğünde ortaya çıkan ve hareket noktası Kemalist devrim olan yeni siyasal yönelim Kemalizmin anti-emperyalist ulusçuluğu ile birleştiği kadar ülkedeki sınıfsal bölünmeye de işaret eden ve bu bağlamda da sosyalizm ile buluşan bir kalınma modeline öncülük etmişlerdir. Hatta literatürde bu yeni yönelimin “sol milliyetçilik” başlığı altında da incelendiğine tanıklık edilecektir.

1960’ların “sol Kemalizm” adı verilen yeni yönelimi Türkiye’nin ulusal çıkarlarının yalnızca Batı emperyalizmine karşı değil aynı zamanda ülkede Batı emperyalizminin çıkarları ile uyumlu sınıflarına karşı da verilmesi gerektiğini iddia etmektedir. Yeni bir devrim sürecinin sınıf ittifakına dayanması gerektiği iddiası 1960’lı yıllarda Kemalizmin sınıf kavramı ile ideolojik düzlemde buluşmasını da beraberinde getirmektedir. Elbette bu birliktelik klasik bir Marksist enternasyonalizmi çağrıştırmasa da ülkedeki sınıfsal çelişki gerçekliğine temas edebilmek için önemli bir aşamayı oluşturmaktadır.

Kemalist ulusçuluğun Lenin’in ezen-ezilen uluslar ikileminden hareketle dönemin Üçüncü Dünyacı milliyetçiliğine referans olacak bir noktaya doğru evrilmesi, daha doğrusu 1920’lerde ortaya çıkan gerçekliğin ancak Soğuk Savaş koşullarında ete kemiğe bürünmesi oldukça önemli bir dönüşümü ifade etmektedir. Soğuk Savaş sonrasında kapitalizmin “küreselleşme” adı altında biçim değiştirmesi ve sınıfsal çelişkinin yeni dönemde daha da belirgin hale gelmesi ulusal gündemin sıcaklığını korumasına rağmen ülkelerin iç siyasetlerinde de yoksulluk, açlık sınırı, gelir adaletsizliği, artan emek sömürüsü vb. pek çok kavramın gözardı edilemeyecek bir noktaya gelmesini de sağlamıştır.

Ulus ve ulusçuluk kavramları emperyalizm çağında bir savunma hattı olarak anlamını korurken ülkedeki sınıfsal çelişkiler dışardan gelen etkinin içeride de yankı bulmasını sağlamaktadır. Başka bir ifadeyle ulusçuluk ve ulus-devletlerin korunmasında yana konacak tavır yalnızca dışarıdan gelen bir etki ile değil içeriden zayıflatılan bir sistemin aracılarına karşı da kendisini daha da güçlendirmelidir. Ulusal ve sınıfsal çelişkilerin içiçe geçtiği süreçlerde birini diğerine tercih etmek yerine her ne kadar ideolojik patronların gözünde eklektik olarak görülse de yeni bir senteze, yeni bir yoruma ihtiyaç olduğunu, bu yeni yorumun temelleri sarsan değil aksine temelleri ulus-devlet ekseninde daha da kuvvetlendiren bir niteliğe sahip olması gerektiğini belirtmek gerekmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz