En son, 2024 yılının aralık ayında “Tarih Devrimi Nereden? Tarih Devrimi Ne İçin” yazısı ve bir Perşembe Toplantısı’nı fiili Tarih Devrimi yapmışken (İzmir’deki Dağarcıklılar tanıktır), tam orada kalmıştık. Burada da o kaldığımız yerden devam edelim. Malum, akışkanlık şeklindeki sıkışıklık.
Prof. Zafer Toprak, bir Cumhuriyet yazarıdır. Aynı zamanda Cumhuriyet’i yazar. Cumhuriyeti kişileriyle, kurumlarıyla, sağlam ve zayıf olduğu yönleriyle ele almış, işlemiştir. Cumhuriyet bir mücadeledir, ancak o mücadelenin girdiği ve geçtiği sınavları ele almadan Cumhuriyet öğrenilemez.
Bu konuya Toprak’ın katkısı, Cumhuriyet’i ele aldığı çalışmalarını, Cumhuriyet’in kurulmasından ve adıyla anılmasından başlatması değil, fikrinin ortaya çıkışının seyri içinde çok öncesinden itibaren ele almasıdır.
Gerek tarih, gerekse iktisat alanındaki çalışmaları, içine toplumsal hayatı da katmış olduğundan dolayı öncü çalışmalardan sayılmaktaydı. Cumhuriyet’le ilgili olarak eğildiği ve üzerinde durduğu konular herkesin bilmesi gereken konulardır. Gene de bunun yanı sıra tarih olmuş olaylarda önem verdikleri, devrimlerdir, devrimciliktir. Çünkü Cumhuriyet’in devrimlerine hayrandır.
Cumhuriyet öyle bir yaratıcı ve cesur çıkış noktasıdır ki, sonradan üretilmiş tarihlerin yapaylığını görünür kılar. Başlangıcı Jön Türklerin yurtseverlikleri, Meşrutiyetçilikleri ve Anayasacılıkları olan 19. yüzyıl devrim tarihçiliğini 20. yüzyıldaki sadece 15 yıllık bilimsel ve antiemperyalist tarih mücadelesiyle birleştirir.
Ve şimdi 21. yüzyıldayız. Yolundan alıkonulmuş Tarih Devrimi, Cumhuriyet Devrimlerinin bir bir tamamlanması programında yer alması istenerek bugün de sürdürülmek durumunda. Prof. Semih Güneri, “Tarih Devrimi’ni Bugün Yeniden Başlatabiliriz” başlıklı yazısıyla geçmişimize sahip çıkmak isteyenlere, bilimcilere, bütün Atatürkçülere ve devrimcilere bir mesaj gönderdi. Daha önce de olduğu gibi şimdi de, bunun sözünü ederek ve Tarih Devrimi’nin önemine değinerek görev yaptığımıza inanıyoruz.
Tarih Devrimi Neden Devrim?
Tarihin neden “devrim” olması gerekmişti? Tarih, neden “devrim” oldu? Tarih Devrimi’ne neden ihtiyaç duyuldu?
Avrupalıların tarih tezleri vardı. Kendi tarihlerini yazmışlardı. Ama yalnız onu değil, bizimki de içlerinde olmak üzere her yerin tarihini de yazmışlardı. Elbette kendilerine göre, ama bu daha önemli, kendileri için. Avrupa tarih yazıcılığının Avrupamerkezciliğin neden olduğu düzeltilmesi gereken çok yanlışı vardı.
Örneğin: “Türkler şüphesiz tarihten önce de cihan vekayiine faal bir şekilde iştirak etmişler, hayvan yetiştirmeyi, ziraatı ve maden işlemeyi çok erken öğrenerek ilk medeniyetlerin yaratıcıları arasında yer tutmuşlar ve bu medeniyetlerin nakili olmuşlardır. Umumi arkeolojide atlı halklara ayrılan fasıl birinci derecede Türklere hastır.”1
Bunlar gösterildi. Ve kanıtlandı.
Bunlarla da kalınmadı. Türkler öncülük yaptı, yanlışları gösterdik, kendimizinkileri, bize yansımış olanları düzelttik. Sonra kendi tarihimizi yazdık, tarih tezimizi de. Avrupa tarih yazınca bir şey olmuyordu, olmazdı. Ama biz yazınca devrim oldu. Çünkü bizim de söyleyeceğimiz şeyler vardı, hatta bir tarih tezimiz bile vardı. Avrupa’ya uymuyordu, onlar için değildi. Daha doğru söylersek, aynı zamanda onlar da içinde olmak üzere her toplum ve her ülke içindi. Sorun, gerçeğe dayanmak, doğruları ileri sürmek, dürüst olmaktan vazgeçmemek, bilimsel olmak ve herkesi eşit görmekle ilgiliydi. Bunlar Avrupalıların kendilerini üstün görmeleriyle bağdaşamıyordu.2
“Türk Tarih Tezi, kapsayıcılığıyla özünde devrim niteliği taşıyacak bir dönüşüme yol açtı. Tarihin dar kalıplar içindeki diplomatik, siyasal yapısını kırdı; onu disiplinlerarası bir yapıya kavuşturdu.” Ayrıca “tarihi çok daha geniş bir zaman eksenine oturtmak” gibi bir katkıda da bulundu.3
Artık tarih, bizim için tarih başka bir şey, yeni bir şeydi. Sahiciydi. Canlıydı. Bizimdi. Devrimdi.
Uygarlık, Devrim, Irkçılık ve Avrupa
Kendini üstün görme, toplumlar arasındaki farkların toplumların ve onların bireylerinin doğasından geldiğini düşünme, bilimlerin öznel olarak değerlendirilmelerine yol açmaktadır.
16. ve 17. yüzyıllara kadar Avrupa, Akdeniz şeridindeki belli bölgeler dışında Akdeniz ve Batı Asya havzasının geri, sorunlu ve örgütsüz topraklarını ifade etmekteydi.
Sömürgecilik döneminde Avrupalılar, dünyaya, doğaya ve insanlara Avrupamerkezli bir anlayışla bakmaya başladıkları için toplumsal bilimleri de bu amaca uygun bir şekilde yorumluyorlardı. Avrupa’da yaşanmış ve yaşanmakta olanlar ölçütlere dönüşüyor, Avrupa, hayatı karşılaştırma ekseni oluyordu. Ancak Avrupa’nın Avrupa dışından edindikleri ihmal ediliyor, Avrupa, insanıyla ve özellikleriyle benzersiz kılınmaya ve ondan örnek olacak bir olağanüstülük üretilmeye çalışılıyordu. Oysa, o zamana kadar Avrupa hiç bir zaman önde, ileri, rakipsiz, gelişen, kendine yeterli ve örnek değildi. Kıtalar arasında geri olanlar arasındaydı. “Avrupa topraklarında göçebe insanlardan başka bir uygarlık bulunmadığı halde, Asya’da yerleşik hayat kurulmuş ve gelişmişti.” 4
Dışarıdan gelen olmasaydı, Asyalılar “Avrupa’ya gelmeselerdi, bu kıtada insan manzaraları açısından paleolitikten önceki devirlere özgü yapı sürgit devam edecekti. Eğer Çin Seddi tarzında yüksek bir duvar Avrupa’yı dünyanın diğer kısımlarından ayırmış olsaydı, Avrupa hala avcılık düzeyinde kalmış bir beşeri sermayeye sahip olacaktı. Okyanuslara açılan ilk gemicilerin, Avrupalı gezgin kaşiflerin Avustralya’da, Melanezya’da ya da Amerika’da karşılaştıkları insan manzaraları Avrupa için de geçerli olacaktı.”5 “Avrupa’da mezolitik çağa son verenler Asya neolitikleriydi. Asya bu rolü üstlenmeseydi, Avrupa binlerce yıllık göçebe avcılıktan kurtulamaz”, İsviçreli Profesör Eugène Pittard’ın yazdığına göre, “ilkel varlığını yüz binlerce yıl sürdürürdü”.6
19. yüzyıla kadar Alman tarihi, hatta Alman aydınlarında bile, Almanya ve devrim ikileminin birbirlerinden kopuk olduğu yolundaki kanaatleri beslemiştir. Ve bu durum en sonunda Engels’e “Almanların da devrimci gelenekleri vardır” cümlesini bir kitabının ilk satırları olarak yazdırmayı başarmıştır.7 Bir devrimci önder, toplumunun devrimsiz bir toplum olduğu “gerçeği”ne razı olmamış, buna karşı çıkmayı doğru görmüştür.
Kendini yüceltme ve “öteki”ni ise kötüleme, Avrupa bilimlerine ırkçılığın sokulmasına yol açtı. Irkçılık Avrupa “uygarlığı”nın icadıdır ve bütün uğraşlara rağmen bilimselleştirilememiştir, ama ırkçılık sömürgecilik ve ticaret döneminden emperyalist yüzyıllara ötelenmiştir.
“Türklere atfedilen ‘secondaire’lik olgusu, bir alt ırkı simgeleyen Moğol ırkına mensubiyeti ve sarı ırk ithamları ancak fizik antropolojinin bulgularıyla alt edilebilirdi. … Bundan böyle Türkiye’de antropoloji bilimi Arî tezlere mesafeli duracak ve Avrasya modeli üzerine kurulu bir ırk anlayışını benimseyecekti. … Bu yıllarda antropoloji, tarih ve dil tezleri Türkiye’de sosyal ve beşeri bilimlerin gelişiminde kilit işlev üstlendi.”8
Avrupa için “Türk sorunu”nun, tarihsel bir olgu olduğunu belirtmemiz gerekir. Başlangıcı 11. yüzyıla kadar giden Avrupa’daki Türk düşmanlığı propagandası, zaman içinde sönmeye bırakılmamış, hatta tersine, ihtiyaç duyularak artırılmıştır. “Saldırgan”, “barbar”, “uygarlık yıkıcı” Türkler Avrupalı için tehlikedir! Bu, hem Hıristiyanlığın birleştiriciliği için dinsel bakımdan geniş bir alandır, hem de hükümdarların savaşçılıklarını sürdürmeleri için siyasal olarak vazgeçilmez bir yöntemdir. Haçlı Seferlerinin yüzyıllar boyunca hedefi, kutsal kent Kudüs’ü alan ve Avrupa’yı ele geçirmek için Konstantinopolisi’i fetheden Türklerdi. Hıristiyan Avrupa’nın karşısındaki İslama karşı birleşilmeliydi. Avrupa, uygarlık olarak kendilerinin karşı tarafı olan Doğu’ya karşı kendini korumalıydı. Bu iki alanda Osmanlı devleti her ikisini birden temsil ediyordu.
İşte Avrupa’nın 20. yüzyılda ırkçılığa bulaşmış saldırganlığı, geniş imparatorluk topraklarını ele geçirmek için Doğu’yu ve İslamı bölgeden yok etme planı olarak somutlaşmıştı. Ancak “düşman”ın karşı koyacak gücü yoktur. Ölmek üzere olan bir “hasta”dır. Ayağa kalkmış, ülkesini korumuş, milli bağımsızlık savaşını vermiş, kurtuluşunu da ilan etmiştir, şimdi ise Avrupalıların yanlış yazdığı tarihini düzeltmeye koyulacaktır. Çünkü: “Milli Mücadele’de savaş alanında zafer kazanılmış ama Batı’da Türklere karşı oluşmuş zihniyet değişmemişti.”9
Bunun için yapılacak şey Tarih Devrimi’dir. Ürün vermeden olmaz. Kitabı olmadan da ders verilmez.10
Tarih Devrimi ve Antropoloji
Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918) adlı çalışması (1981), Zafer Toprak’ın en önemli kitaplarından biridir. Tarihle kaynaştırılmış iktisat konusundan ve Cumhuriyet tarihçiliğinden zevk aldığını satırlarından ve anlatımından farkedebilirdiniz. Ancak benim üzerinde asıl durmak istediğim çalışması, Cummhuriyet ve Antropoloji başlığını verdiği Cumhuriyet’in devrimlerinin tarihle ilgili olanıydı. Okur, Cumhuriyet’in toplumsal bilimlerin içinde tarihle birlikte antropolojiyi çok iyi değerlendirdiğini, hatta Cumhuriyet’in esas biliminin antropoloji olduğunu onun bu çalışmasından öğreniyor. Bilim dünyamızdaki geçmişi oldukça zayıf olan antropoloji neden bu bilinmedik durumu almış, neden Cumhuriyet’in esas bilimi olmuştu? Neden Tarih Devrimi’nin kıvrımlarında antropoloji yatmaktaydı.
“… fizik antropoloji, iki dünya savaşı arası Türkiye’sinde antropoloji araçsallaştırılarak en gelişmiş bilim dalı oldu.” 11
Çünkü “secondaire” ırk anlayışına karşı bir şey geliştirilmesi gerekiyordu. “Etnolojik bilgiden ırak bir antropoloji anlayışı düşünülemezdi. Dar bir alana sıkıştırılan fizik antropoloji kültürel edinimlere mesafeliydi; tarihin derinliklerinde, kemik yapılarıyla yetiniliyordu. Bu nedenle, Tek Parti döneminde ırk sorunu –hiç olmazsa bilim dünyasında– etnik temele dayandırılmamıştı.” İnsanlar etnik ayrımlara uğramıyor, aletlerin ölçümlerine göre fiziki tasnif görüyorlardı. “Otuzlu yılların tasnifine göre brakisefal bir kürt ya da Laz, dolikosefal bir Türke oranla daha ‘mütekamil’di. Ancak biyoloji kitaplarında bu tür bir tasnif gündeme gelmişse de, tarih kitaplarında ırk konusuna daha temkinli yaklaşılmış, uyarıda bulunmak gereği duyulmuştu.”12
Görüldüğü gibi, kafatası ölçüleri ırkları ayırmak için güçlü bir etmen olmasına karşın toplumsal bağlamda bir değer ifade etmiyordu. Bu tür tasnif ırkların üstünlük ya da geriliğini göstermiyordu. Bu yüzden “Cumhuriyet yıllarında antropoloji araçsallaştırılmış bir ‘bilim’di”.
“Cumhuriyet ve Antropoloji”
Cumhuriyet ve Antropoloji, Tarih Devrimi için bir başvuru kitabıdır. Bilmediğim ve kitaptan öğrendiğim bu ilk şey, bizim cumhuriyetimizin bir antropoloji cumhuriyeti olduğudur. Cumhuriyet’in önüne bir görev alanı olarak antropolojiyi koyduğunu görüyor ve öğreniyoruz, Nitekim ilk antropoloğumuz Ş.A. Kansu, Mustafa Kemal’in “Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkezi”nin kuruluş tarihinin 1925 yılı olduğunu net bir şekilde açıklamış. Her ne kadar kararın mücadele önderinden çıkmadığı yolundaki bir yorumu olmasına rağmen bu elbette bir rastlantı değildi.13 Demek ki doğum sancısı çekilmekteymiş ve ihtiyaç belirlenmişmiş.14
Tarih Devrimi’ne gelince, bu çok yararlı kitabı edindiğim zaman yazılanların Tarih Devrimi’nin kimi yönlerini de açıklığa kavuşturacağından habersizdim. Hatta Tarih Devrimi’nin ve Cumhuriyet’in antropoloji ile ilgisi olduğuna bir yerde rastlamadığım için böyle bir şey olabileceğini bile hiç düşünmemiştim. Ancak ilgili yazıları okuduktan ve kimi kaynakları inceledikten sonra ortaya çıktı ki, antropoloji, Tarih Devrimi için gerekliymiş, Tarih Devrimi’nin bir parçasıymış.
1930’lu yıllarda ilan edilen ve mücadelesi verilen Türk Tarih Tezi, “farklı disiplinleri bir araya getiren” ve “bilimsel yöntemlerle işlenmiş” bir tez olmakla15 birlikte, aynı zamanda Avrupa’nın Türkleri görmek istediği gibi göremeyeceğini de sağlamaya çalışacaktı. Amerikalıların da içinde olduğu bilim grupları yüzyılın başında Orta Asya’da yaptıkları kazılar, coğrafyada ve iklimde ortaya çıkmış değişimleri göstermekteydi. Türk Tarih Tezi ise bu glasiyolojik ve klimatolojik değerlendirmelere de dayanmaktaydı. Neyse ki, Gordon Childe ve Saint Martin gibi Batı’daki itibarlı bilimciler kitap ve makaleleriyle hep aynı yöndeydi.16
Karşıt olanlarca Cumhuriyet Devrimlerinin neden ırkçılıkla da suçlandığını merak ediyorsanız bu önemli aydınımızın bu kitabını edinmeniz ve okumanız gerekmektedir. Çünkü kafatası ölçümlerinin “Kemalist Cumhuriyet” tarafından sistemli bir şekilde yapılmasının ırkçı olmakla ilgisi olmadığını, dahası, ırkçılığa karşı olmakla daha fazla ilgili bulunduğunu göreceksiniz. Avrupalıların düşüncelerinde ise kafatası saplantısı vardı ve bunun ise ırkçılıktan başka bir şey olmadığı açıktı. İnsan türü, kafatası biçimlerinin “gösterdiği” üzere, merkezi sinir sisteminin farklı düzeylerde ve başka şekillerde çalıştığı ırksal farklılıklar barındırıyordu. Avrupalılar böyle düşünüyordu ama bu konuda aralarında anlaşabilmelerini sağlayacak ortak ölçütler bulunmuyordu. Fransızlar kendi kafatası ölçümlerine şükrederken, Almanlar kendileri dışındakileri alt düzey ırkların insanları olarak görüyordu. Hatta kimi Avrupalıya göre brakisefal daha iyiydi, kimisine göre de dolikosefal!
Tarih Devrimi’nin gerçekleşme süreci, ilgilenenlere antropolojiyi göstermekteydi. Hangi ülkede bu insan tiplerinin hangisinin çoğunlukta olduğu tahmin edilemiyordu. Dolayısıyla istenen bir sonuç varsa yaşanan hayal kırıklığı oluyordu. Tarih Devrimi, tarihyazımının bu ırkçılığa dayanan yorumlarını kullanılamaz hale getiriyor, aynı zamanda bilimlerden Avrupamerkezciliğin ekmek yiyemeyeceğini gösteriyordu.
Kafatası ölçümleri dünyada en çok Türkiye’de yapılmıştı. Yapılmıştı çünkü, çeşitli aletlerle yapılan ölçümler, ne kadar çok yapılırsa o kadar bir şey gösteremez oluyordu. Ciddiyetle üstüne gidildi, her şey kayıtlı hale getirildi, sonuçlar yayınlandı. Yüz bine yakın ölçüm ve anket yapılmıştı, ve bu, dünyadaki en yaygın yapılan araştırmaydı.17 Böylece Avrupalıların ırkları belirlemek için kullandıkları aletlerin, araçların, anketlerin, yöntemlerin böyle bir işe yaramadığı anlaşıldı. Bu konudaki trajikomik gerçek, Cumhuriyet düşmanlarının Cumhuriyet’i ırkçılıkla suçlayabilmek için tam da tersi olan bu yoldan medet ummmalarıdır. Irkçılığın bir işine yaramayan antropolojiyi ırkçılığın bilimi sanmalarıdır.
Tarih Devrimi’nde açıklığa kavuşturulması gereken bir konu Millet ve Irk sözcükleriydi. Millet ve ırk kavramları Türkiye Türkçesinde tam ve doğru karşılıklarla buluşamamıştır. “Millet”in Osmanlı döneminden kalma anlamı, yeni ve bilimsel anlamlı bir sözcük değildir. Bu kök, “millî”, “milliyet” ve “milliyetçilik” gibi ondan türetilmiş sözcüklerle bu kavramları karşılayabilmekte zorlanmaktadır.18 Biraz farklı olmakla birlikte benzer bir durum ırk için de geçerlidir. “… ‘ırk’ sözcüğü o günlerde bugünkünden farklı bir anlamda kullanılıyordu. ‘Irk’ ve ‘millet’ sözcükleri neredeyse eşanlamlıydı.”19 Millet yerine de ırkın kullanılması, bugün bu iki sözcüğün anlamlarının ayrışmış olması bakımından sorun yaratmaktadır. 1910’lu, 20’li, 30’lu yıllarda “millet” karşılığı olarak “ırk”ı kullananları ırkçılıkla suçlamak, eğer bilgisizlikten gelmiyorsa kötüniyettir, istismardır, alçaklıktır. Gazi Mustafa Atatürk dahil zamanın bütün ileri gelenleri böyle kullanımların sahipleridir.
Avrupa Tarih Tezi’ne göre, sarı ırktan olan Türklerin “ancak 11. asırda Anadolu’ya girmiş ve orada allotphyle –yani ayrı ırktan olan– bir halk kütlesi” bulduklarını ileri sürüyordu. Oysa, Türklerin tarihinin İslamla ve Osmanlılarla başladığını düşünen Avrupalılar Batı Asya kavimlerinin Orta Asya’dan gelmiş olabileceklerini hesaba katmıyorlardı. “Anadolu’nun en eski sekenesiyle Etiler, Selçuk ve Osmanlı Türkleri aynı antropolojik vasıfları” göstermekteydi. “Bu tez a priori olarak değil, cihan ilminin son verimlerinden sentezlenerek ve kanıtları antropoloji, prehistorya, dilbilim, prehistorik kültür ve arkeoloji sahalarında müşahede edildikten ve işlendikten sonra Ebedi Şef Atatürk’ün kurduğu okul tarafından meydana atılmıştır. Türk antropologları, arkeologları, dilcileri ve tarihçileri on seneden beri bu tezin kanıtlarını kendi ihtisaslarına göre ilim alemine göstere gelmektedirler.”20
O günlerin önemli tarihçisi “Fuat Köprülü, Türk Tarih Tezi’nin gerisindeki antropolojik verilere mesafeli” dururken “yine de Batı’da Türklere atfedilen kimi vasıfları eleştirmekten geri kalmıyor, bu tür durumlarda antropolojiye başvurmanın dışında bir seçenek olmadığını kabul ediyordu.”21
Antropoloji çalışmaları, tarih boyunca Anadolu’ya gelen yeni kavimlerin sadece demografik yapıyı değiştirdiğini değil, aynı zamanda niteliğini de farklılaştırdığını gösterir. Oysa binlerce yıllık göçler Anadolu’da çok büyük karışımlara yol açmamıştır. Cumhuriyet’in yaptığı araştırmalara göre, MÖ 2000 yılları civarına ait kafatası ölçümleri ve tiplemeleri o dönemlerle bugün arasında karşılaştırma yapıldığında farklılık olan bir durumla karşılaşılmıştır. Bundan çıkan sonuç, Anadolu’ya göçlerin insan tipolojisi ağırlıklı olarak hep Orta Asya kaynaklıdır.22
Bilimin Yol Göstericiliği
Bilim Devrimi, eğitimin bilimsel temellerde yürütülmesini gerekli görmesiyle Laiklik Devrimi’ni davet etmiş oluyordu, böylece laikliği kullanıma sokmuştu. Türk Tarih Tetkik Cemiyeti daha işin başında, yani 1930 yılındaki ilk çalışmalarında toplumlardaki dinin tarihine açıklık getirmeyi önüne koydu. Dinin doğuşu, bilimsel bir yorumla toplumların hayatındaki yerini açıklarken din olgusu bilinemezlikten çıkarılmıştı.23
Türk Tarih Kurumu’nun Belleten dergisi uzun yıllar antropoloji-arkeoloji-tarih üçgenini sürdürerek” yayında kaldı.24
Bilim, dil, tarih, coğrafya, arkeoloji, bu sayılanlar “Kültür Devrimi”ni gerekli kıldı, bu bütün içinde küçük bir ayrıntıydı ama doğa bilimleri de Darwin’e sarılmıştı. İlk, orta, lise tarih kitapları Darwinist ve evrimci kuram ışığında insanın soyağacı üzerinde bilgilerle başlıyordu. Liseler için Süreyya Ağaoğlu’nun yazdığı Mantık ders kitabında Dawinizm-Lamarckizm ayrılığına girecek derecede evrim tezinin yer alması, dört-beş yıl sonra devrimci bir eğitim anlayışından, Tarih Devrimi’nin sorunlarından biri olacaktı.
Toprak’ın önemli çalışmasından öğrendiğimiz bir başka şey, Tarih Devrimi’nin aynı zamanda ilkokul çocuklarını da ihmal etmediğidir. Oldukça erken bir tarihte olmasına rağmen, genç tarihçi Köprülüzade Fuat Bey yeni tarih kitapları yazması için Cumhuriyet tarafından görevlendirildiğinde eğitimin her düzeyine ayrı ayrı çalışmıştı. Bu arada pedagojik bakış açısıyla çalışmasının ikinci yılında ilkokul öğrencileri için de bir Milli Tarih yazmıştı.25
Atatürk’ün ölümünden sonra ortaöğrenimdeki ve bütün her yerdeki tarih kitaplarının yenileri yazılır26 ve onlardan Türk Tarih Tezi ayıklanırken Darwin’in de üstü örtüldüğü gibi, derslere verilen ağırlıklarla da oynanılır.
Üniversite Devrimi’nin Tarih Devrimi’yle somut bir ilintisi vardır. Bir yerde Tarih Devrimi’nin sonucu olarak değerlendirilmelidir.
Tarih Devrimi, Türklerin Avrupalılardan geri olduğu yolundaki safsatayı parçalarken, birey olarak Türklerin Avrupalılardan, millet olarak Türklerin Avrupa milletlerinden farklı olmadığını ortaya koyuyordu. Her şeyden önce eşit durumda olmalıydık. Onların bir üstünlüğü yoktu. Emperyalizm Türklerin vatanını elinden almaya kalkmıştı. Bu yüzden antiemperyalisttik, bu özelliğimizle de dünyaya örnek olmuştuk. Tarihten bir kopukluk yaşamadan bugünlere gelen Türkler bağımsız olacaktı.
Bunların yanı sıra Türkler aynı zamanda yeni bir yurttaş kimliği kazanacaktı. Bu, Tarih Devrimi olmadan gerçekleşemezdi. Yurdumuz insanıyla millet kimliğine kavuşurken, milletleşiyorduk.
Tarih bu iki yönlü işi gerçekleştirirken, bunlara olduğu gibi geleceğe de hizmet etmesi amaçlanmıştı.
NOTLAR
1? Dr. Hamit Koşay, “Türkçenin Dünya Dilleri Arasındaki Mevkii”, Belleten, cilt 3, sayı 10, 1 Nisan 1939, s. 363-365; akt. Zafer Toprak, Cumhuriyet ve Antropoloji, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2021, “Belgeler” bölümü, s. 457 (eser 597 sayfa). (Eserin ilk baskısı, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji adıyla 2012 yılında yapılmıştır, en son basımı 3. baskıdır.)
2 Bu konuda açıklayıcı bilgiler için bkz. Alp Hamuroğlu, “Tarih, Tarihyazımı, Batı ve Atatürk”, Bilim ve Ütopya, sayı 352, Ekim 2023, s. 17-33.
3? Toprak, s. 223.
4? Toprak, s. 230.
5? Toprak, s. 301.
6? Toprak, s. 230.
7? “Alman halkının da kendi devrimci gelenekleri vardır.”; Friedrich Engels, Köylüler Savaşı, Payel Yayınevi, İstanbul 1978, s. 45. (“Auch das deutsche Volk hat seine revolutionare Tradition.”; Friedrich Engels, Der deutsche Bauernkrieg, Marxistische Taschenbücher, Frankfurt am Main 1975, s. 29.)
8? Toprak, s. 46.
9? Toprak, Cumhuriyet ve Antropoloji, s. 117.
10? İşte en önemlisi; kendi yazdığımız Tarih I, II, III, IV, İstanbul Devlet Matbaası, İstanbul 1931. (Bu tarih kitaplarının uzun yıllar sonrasında 2000’lerde tekrar yayımlanması tıpkı basım olarak yapılmıştır, Tarih I-IV, Kaynak Yayınları, İstanbul 2017-2019)
11? Toprak, s. 46.
12? Toprak, s. 221.
13? Şevket Aziz Kansu, Türk Antropoloji Enstitüsü Tarihçesi (Historique de l’institut turc d’antropologie), Maarif Matbaası (?), s. 1-2; akt. Toprak, s. 392-94. Kaynakla ilgili notta, “Beynelmilel XVIII’inci Antropoloji ve Prehistorik Arkeoloji Kongresi için hazırlanmıştır” bilgisi de bulunuyor.
14? Bu ihtiyaç, 1923 yılında henüz kimsede kendini hissettirmemiş ki, o yıl ilan edilen İctimaiyyat Fakültesi’nin (ya da İctimai İlimler Fakültesi’nin) “Hey’et-i İlmiyye” bünyesindeki 12 branş içinde antropoloji yoktu (bu listede yer alan enstitüler arasında yalnız bir tanesi önünde “milli” sıfatı bulunmamaktaydı, o da “Ruhiyyat” idi).
15? Toprak, s. 175.
16? Toprak, s. 173-78.
17? Toprak, s. 225 vd.
18? Osmanlılarda her dinsel cemaat “millet” olarak adlandırılıyordu. Arapça milla kökünden gelen millet kelimesi, “din” ve “mezhep” demekti ve 19. yüzyıla kadar Osmanlıcada hep bu anlamda kullanıldı. (Bilgi için bkz. Niyazi Berkes, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, Yön Yayınları, İstanbul 1965, s. 100 vd.)
18. yüzyıl sonlarına kadar Kuran’daki tanıma uygun olarak Müslümanlar, (gayrimüslimler olan “ehl’el-zimme”lerin koruyucuları olan) “ehl’el-mille” (din ehli) idi.“Rum millet” 1453’te, “Ermeni millet” 1463’te, “Musevi millet” 1493’te tanınmıştı. İlk ikisi de Hıristiyan olmalarına rağmen Rumların ve Ermenilerin ayrı “millet”ler olması, farklı mezheplere mensup olmalarından dolayıydı. Rum Ortodoks Kilisesine bağlı olan Bulgar ve Arap Hıristiyanları da kendilerini, farklı kökenleri olmasına rağmen, aynı mezhepten oldukları için “Rum” olarak tanımlardı. Herkes de onları aynı şekilde tanımlar, onlar da Rum olurdu.
Dinsel cemaatler olarak “millet”leri, “milletbaşı” denilen dinsel liderleri temsil ediyordu, yetkili ve insiyatifliydiler. Bunlar İstanbul’daki iki patrik (birisi Ermeni, diğeri Ortodoks patriği) ve hahambaşıydı. “İçinde 14 millet bulunan imparatorluk”ta (Âli Paşanın ifadesi) Hıristiyan cemaatler, 1856’dan sonra, birer ulus haline gelme yoluna girecektir. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul 2002, s. 228)
Bu yüzden etnik kökenlere ve farklı kültürlere bağlı ayrımlara göre yeni tanımlanmalar olacak, millet sözcüğü başka (ve bugün geçerli olan) bir anlam kazanacaktır.
19? Toprak, s. 110.
20? Afet, “Türk Irkının Yurdunun Agop Martayan Dilaçar Tarafından Tanıtımı”, Türk Dil Kurumu – Türk Dili Belleten, seri II, 1-2 sayı, Ankara Sonkânun 1940, s. 47-52 [A. D. (Agop Martayan Dilaçar), “L’Anatolie, le pays de la ‘race’ turque”]; akt. Toprak, s. 400-405.
21? Toprak, s. 181-82.
22? Toprak, s. 405.
23? “Evrim Kuramı – Hayat Zinciri / Dünya ve Hayat Hakkında Yanlış Fikirler” ve “Türk Tarih Tetkik Cemiyeti’ne Göre Dinin Doğuşu”, Tarih I – Tarihten Evvelki Zamanlar ve Eski Zamanlar / TTTC, Devlet Matbaası, İstanbul 1932, s. 22-24; akt. Toprak, s. 439-442.
24? Toprak, s. 189.
25? Üçüncü sınıf kitabı, Köprülüzade Mehmed Fuad, Milli Tarih, Maarif Vekaleti, Kanaat Kütüphanesi, İstanbul 1340 (1924); akt. Toprak, s. 421-22.
26? Liselerde okutulan dört ciltlik tarih kitaplarını yeniden yazan –sonradan CHP’nin başbakanı olacak olan–, Türk Tarih Kurumu Başkanı Şemsettin Günaltay’dır. Hep Atatürk’ün yanında olmuştur!