Küreselleşmeye Yönelik Karşı Tepki
1935 yılında Büyük Buhranın ortasında Roosevelt yönetimi işsiz yazarlara için bir program başlattı. 1935 ve 1939 yılları arasında yüzlerce yazar ülke genelinde olağan Amerikalılarla röportajlar yaparak sözlü tarih çalışmaları yaptılar. Yazarların Projesi (The Writers’ Project) isimli bu çalışmayla yerel bakış açısından faydalanılarak eyalet rehber kitapları üretmeyi amaçlamışlardı. Bu süreçte, röportaj yapılan kişilerin kendi sözleriyle aktarılan binlerce yaşam öyküsü kaydedildi. Ekonomistler David Lagakos, Stelios Michalopoulos ve Hans-Joachim Voth bu belgeleri kullanarak şu soruyu araştırdılar: Bu açıklamalar bize insanların neye değer verdiği ve hayatın anlamını nerede aradığı konusunda ne anlatıyor? Yaşam memnuniyetini tasvir etmek için okumalar ile büyük dil modellerinden (LLM) faydalandılar.
Beklendiği gibi, aile ve topluluğun yaşam memnuniyetinin önemli unsurlarından olduğu gözükmekteydi. Ancak ekonomistler açısından şaşırtıcı olan unsur ise işin de önemli olmasıydı:
“İlişkilerin ve ailenin önemine ek olarak, iş ve topluluk ile topluma katkı sağlamak önemli rol oynuyor. Erkekler ve kadınlar mesleklerini nasıl öğrendiklerini gururla anlatıyor, karmaşık görevlerdeki ustalıklarını vurguluyorlardı. Bu gurur hiç de veri setimizdeki profesyonellerle sınırlı değildi. Becerilerini işlerinde kullanırken yarattıkları etkiyi, tıpkı bir kütüphanecinin öğrenmeye olan sevgisini işine yansıtması gibi vurguluyorlardı. Birçok katılımcı, reçine üretiminden kuraklık sonrası kemik toplamaya kadar pek çok olağan işle ilgili gözlemlerini şevkle paylaşıyordu. Bu yaşam öykülerindeki işler, zorunlu olarak katlanılan angarya değil; çoğu durumda gurur, neşe, toplumsal tanınma ve topluluk içinde itibar kaynağıydı. Başka bir deyişle, Amerikan Yaşam Tarihleri veri setindeki birçok erkek ve kadın homo faber (“yapan insan”) niteliğindeydi. Gelişmek, üretmek ve katkıda bulunmak için çalışması gereken varlıklardı.”
Lagakos ve arkadaşları, “İnsanların işlerinde ve topluluklarında anlam bulması, genel mutluluğun iki en güçlü göstergesidir” diye not düştüler. İş, sosyal tanınma, onur ve anlam açısından büyük öneme sahipti.
İşin önemi, mutluluk üzerine yapılan güncel ampirik çalışmalara da yansıdı. Özellikle yaşam memnuniyeti üzerine araştırma yapan bilim insanları, farklı kültürel ve milli bağlamlarda iş kaybının bireysel esenlik (well-being) üzerinde en ciddi şoklardan biri olduğunu saptamışlardır. Etkisini ölçmek için bir yöntem, işsiz kalan kişilerin öznel esenliğini değiştirmeden korumak için gerekli parayı sormaktır. Verilen cevap genellikle bireyin harcanabilir gelirinin birkaç katıdır. Bu kayıplar, toplumun geneli tarafından deneyimlenen olumsuz dışsallıklarla daha da ağırlaşmaktadır. Sosyolog William Julius Wilson, When Work Disappears adlı çığır açan eserinde, mavi yakalı işlerin başka yerlere taşınmasının topluluklar üzerindeki maliyetlerini göstermiştir; bunlar arasında suç, uyuşturucu kullanımı ve ailelerin dağılması gibi olgular yer almaktadır.
Ana akım ekonominin bakış açısından bakıldığında burada bir muamma vardır. Çağdaş iktisatçılar bireysel tercihleri tüketim demeti üzerinden tanımlanan fonksiyon olarak modelleme konusunda Adam Smith’in Ulusların Zenginliği eserinden ilham alırlar. Kurulan fayda fonksiyonunda boş zaman pozitif ve dolayısıyla iş negatif bir bileşendir. Başka bir deyişle çalışmak esenliği artırmak yerine azaltır. Çalışmanın esenliğe olumlu katkısı ancak gelir sağlaması ve böylece bütçe kısıtlamasını gevşetmesi ölçüsünde ortaya çıkar.
Bu temel çerçeve, ekonomistleri 1990’lar sonrasında işgücü piyasasında yaşanan sarsıntıların toplumsal ve siyasal sonuçlarına ve hâkim ekonomik düzene yönelik oluşan geniş çaplı karşı tepkiye hazırlıksız yakaladı. Yukarıda bahsedilen Wilson’ın araştırması, ABD’nin büyük şehir merkezlerinde yaşayan Afro-Amerikalara odaklanmıştı. 2000’lerde yaşanan Çin ticaret şoku ise benzer bir olguyu çok daha geniş ölçekte ortaya çıkardı. David Autor, David Dorn ve Gordon Hanson, Çin’den yapılan ithalattaki patlamanın ABD’nin birçok yerel topluluğunda uzun yıllar süren derin toplumsal izlere yol açtığını gösterdi. Çin ithalatı nedeniyle en fazla iş kaybının yaşandığı topluluklarda genç erkeklerde uzun süreli aylaklık, uyuşturucu ve alkol kullanımına bağlı erkek ölümlerinde artış, HIV/AIDS ve cinayet oranlarında yükselme, evlilik dışı doğumlarda artış, tek ebeveynli hane sayısında ve çocuk yoksulluğunda belirgin yükselişler görüldü. Konvensiyonel ekonomik modele göre, özellikle genç işçiler işlerini kaybettiklerinde başka yerlere taşınmalıydı. Küreselleşmeden epey faydalanan sahil bölgelerinde bolca iş fırsatı vardı. Fakat işsiz kalan işçiler, şaşırtıcı biçimde yerel topluluklarına güçlü bir bağlılık gösterdiler ve göç etmeye direndiler.
Emek piyasalarındaki bu tür sarsıntıların politik sonuçları ise çok daha çarpıcıydı. Son yıllarda ABD ve Avrupa’da gerçekleşen etno-milliyetçi, sağ popülist hareketlerin yükselişini; ister küreselleşme, ister otomasyon, ister mali sıkılaşma kaynaklı olsun, yerel işgücü piyasalarındaki olumsuz istihdam sonuçlarıyla ilişkilendiren çok sayıda çalışma bulunmaktadır.
İş fırsatlarının azaldığı yerlerde aşırı sağcı siyasi hareketler güçlendi. Autor ve çalışma arkadaşları, en büyük siyasi kazananların en uç sağda yer alan (muhafazakâr Cumhuriyetçiler) olduğunu buldu. 2000–2014 arasındaki Çin ile olan ticaret yalnızca yarısı kadar büyük olsaydı, Demokratların 2016 seçimlerinde Pennsylvania, Wisconsin ve Michigan gibi kritik eyaletleri kazanarak Hillary Clinton’ı Donald Trump yerine Oval Ofis’e taşıyacağını tahmin ediyorlar. İsveç’te güvenceli işlerin sayısındaki azalmayı sağcı, göçmen karşıtı İsveç Demokratları Partisi lehine çevirdi. Brexit yanlısı oyların payı da Çin’den gelen ithalatın daha fazla olduğu Birleşik Krallık bölgelerinde daha yüksekti. Çin ticaret şoku ayrıca Avrupa bölgelerinde milliyetçi partilere desteği artırmada ve radikal sağ partileri güçlendirmede istatistiksel olarak (ve niceliksel olarak) anlamlı bir rol oynadı. Bu seçim sonuçlarındaki değişimler kısmen otoriter değerlere yönelme ve dış gruplara (etnik azınlıklar veya göçmenler) karşı artan düşmanlık aracılığıyla gerçekleşti.
Kısacası, uluslararası ticaretin yol açtığı işgücü piyasası sarsıntıları nedeniyle iyi işlerin kaybedilmesi, küreselleşmeye yönelik tepkinin ve otoriter popülistlere verilen desteğin artmasının güçlü bir belirleyicisi olmuştur. İşlerin toplumsal ve siyasal yanları; neyi, nasıl ve nerede ürettiğimize odaklanan merkantilistlerin gündeminde doğal olarak yer alırdı. Ancak Smithçi gelenekte yetişen ekonomistler bunu büyük ölçüde göz ardı ettiler. Ta ki çok geç olana kadar.
Yeşil Dönüşüm
Smithçiler piyasaların kendi başına çok da iyi işlemediğini kabul ettiklerinde bile piyasa çözümlerine inanırlar. Küresel ısınma buna iyi bir örnektir. Bu konu iyi bilinen bir dışsallık örneğidir. Dünya’da benim bulunduğum bölgede saldığım karbon, küresel sera gazlarını artırarak her yerdeki herkes için fazldan iklim riski yaratır. Tamamen serbest bir piyasa düzeni, tüm salıcıların “Bedavacı”(free-rider) davranmasına ve aşırı şekilde küresel ısınmaya yol açar. Bu durum gezegenimiz için felaket niteliğinde sonuçlar doğurabilir.
Ama bunun piyasa temelli bir çözümü vardır. Basitçe, devletler karbon ve diğer sera gazı emisyonlarına vergi koyabilir ve piyasaların işini yapmasına izin verebilir. Verginin karbonun toplumsal maliyetine uygun seviyede belirlenmesiyle piyasalar emisyonların iklim risklerini de içerecek şekilde toplumsal açıdan optimal düzeye inmesini sağlar. Olması gereken, karbon vergisinin küresel olmasıdır. Ancak vergi yalnızca büyük salıcılarla sınırlı kalsa bile, toplumsal optimuma yeterince yaklaşılır. Benzer şekilde, bir Üst Sınır Ticareti (cap-and-trade) sistemi de kurulabilir. Bu sistemde salıcılara belirli emisyon kotası verilir ve bu kotaları birbirleriyle alıp satabilirler. Böyle bir piyasa temelli ticaret sistemi, emisyon azaltımlarının en ucuza yapılabildiği yerde gerçekleşmesine imkân tanır: Emisyonumu kotamın altına çekmek bana çok pahalıya mal oluyorsa, daha düşük maliyetle emisyon azaltımı yapabilen birinden ‘emisyon izni’ satın alabilirim. Emisyon azaltım hedeflerine ulaşmaya yüksek öncelik verdiğimiz ve fiyat esnekliklerinden emin olmadığımız durumlarda, Üst Sınır Ticareti sistemi karbon vergisinden bile daha iyi olabilir.
Ekonomistler bu düzenlemelerin dâhiyane yapısına hayrandır ve uzun zamandır bunları politika yapıcılara önerir. Ancak bu uygulamaların emisyonlar üzerindeki etkisi sınırlı kaldı. Karbon fiyatlaması ve AB’nin Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) gibi Üst Sınır Ticareti rejimleri dünyada yaygınlaşmış olsa da bu uygulamalar hem fazla gevşek kaldı hem de yalnızca belirli türdeki emisyonlarla sınırlı yürütüldü. Buna karşılık, iklim değişikliğiyle mücadelede en büyük kazanımlar tamamen farklı bir kanaldan geldi. Yenilenebilir enerjiyi ve yeşil sanayileri geliştirmeyi hedefleyen sanayi politikalarından kazanım elde ediliyor.
Son on yılda yenilenebilir enerji maliyetleri ciddi şekilde düştü. Güneş enerjisinde %80, açık deniz rüzgarında %73, kara rüzgarında %57 ve elektrikli bataryalarda %80 oranında azalma görüldü. Dünyanın birçok yerinde güneş ve rüzgar enerjisi, bugün petrol ve kömür gibi fosil yakıtları kullanmaktan daha ucuz hâle gelmiş durumda. Bu sektörler önemli öğrenme eğrilerine sahip olduğundan, maliyet düşüşleri ve talep artışı birbirini besliyor. Sonuç olarak, yenilenebilir enerji kullanımının yaygınlaşması, en iyimser projeksiyonların bile öngördüğünden çok daha hızlı gerçekleşti.
Enerji alanındaki bu büyük dönüşümün ardındaki en önemli faktör, son on beş yılda Çin’in uyguladığı sanayi politikalarıdır. Çin hâlâ dünyada en çok karbon salan ülke olsa da, bu politikalar sayesinde yenilenebilir enerjide küresel lider konumuna ulaşıldı. 2023 yılında Çin, sadece bir yılda ABD’nin toplam kurulu güneş enerjisi kapasitesinden daha fazla yeni güneş enerjisi kapasitesi eklemiştir. Daha yakın dönemde ise, Başkan Biden döneminde ABD, yanlış adlandırılmış Enflasyonu Düşürme Yasası (IRA) aracılığıyla kendi yeşil sanayi politikası modelini uygulamaya koymuştur.
Yeşil projelere sağlanan, toplamı bir trilyon doları bulan sübvansiyonlar göz önünde bulundurulduğunda birçok kişi IRA’i enerji dönüşümü açısından oyunun kurallarını değiştiren bir adım olarak gördü. Ancak Başkan Trump, ABD’yi çok farklı bir yöne taşıdı.
Çin’in yeşil sanayi politikaları, merkantilist devlet uygulamalarının kendine özgü tüm özelliklerini taşımaktadır. Elizabeth Thurbon ve birlikte çalıştığı araştırmacılar bunu, iklim dönüşümü sorununa uyarlanmış modern bir kalkınmacılık türü olan “Kalkınmacı Çevrecilik” (developmental environmentalism) olarak adlandırıyor. 2009’daki küresel finans krizinin ardından Çinli liderler, geleneksel büyüme modellerinin ekonomik, çevresel ve siyasi açıdan sürdürülemez olduğunu fark ettiler. Bunun üzerine, yeşil dönüşümü yeni ulusal projeleri olarak etkili şekilde adapte ettiler. Önceki ulusal projelerde olduğu gibi, bu proje de kamu-özel işbirliğini, ulusal özerkliği, yeşil sanayi doğrultusunda yapısal dönüşümü ve jeopolitik hedefleri aynı anda ön plana çıkardı.
Çin’in sanayi politikaları birçok farklı biçim aldı. Birçok yerel yönetim, güneş panelleri, elektrikli araçlar ya da diğer yeşil yatırımlar alanında girişimleri desteklemek için kamu girişim sermayesi fonları kurdu. Bunlar arasında sübvansiyonlar, yönlendirilmiş krediler, kamu alımları, devlet işletmeleri, kamusal Ar-Ge, özel altyapı yatırımları, hammaddeye ayrıcalıklı erişim, gösterim projeleri, uzmanlaşmış eğitim programları ve düzenleyici/idari ayrıcalıklar vardı. Politikalar devletin merkezi kurumları, eyaletleri ve belediyeleri kapsıyor; bazen birbirini destekliyor, bazen de rekabet halinde işliyordu. Önceki sanayi politikalarında olduğu gibi, yaklaşım açıkça deneyseldi. Devletin merkezi kurumları genel hedefleri belirledi. Farklı sektörlerde ve farklı bölgelerde çeşitli sanayi politikaları uygulamaya konuldu; bunları yakından izleme, değerlendirme, gerekirse yineleme ve revizyon süreçleri takip etti. Thurbon ve çalışma arkadaşlarının vurguladığı gibi, Çin devleti burada bir merkezî planlayıcıdan çok ‘işbirlikçi bir katalizör’ rolü oynadı. Örneğin güneş enerjisi sektöründe, devlet yetkilileri düzenli aralıklarla sektör liderlerinden geri bildirim topluyordu. Bu geri bildirimler sekteye uğrayan durumların tespit edilmesine ve olası çözümlerin şekillendirilmesine yardımcı oluyordu.
Çin’in stratejisinde Smithyen rekabetin bir unsuru da vardı. Ancak rekabet firmalardan daha çok şehirler ve eyaletler arasında yaşanıyordu. Merkezi olmayan kurumlardaki yöneticiler, yatırım çekmek ve kapasite oluşturmak için birbirleriyle yarıştılar. Bunun sonucu olarak, eleştirmenlerin sık sık dile getirdiği gibi, aşırı kapasite ortaya çıktı. Fakat bunun bir diğer ve olumlu sonucu fiyatlarda hızlıca düşüşler yaşandı. Bu durumdan yararlananlar yalnızca Çinli firmalar değildi (ki onların çoğu aslında kârlı hale bile gelemedi), aynı zamanda dünyanın geri kalanıydı. Dünya genelindeki tüketiciler ve elektrik sağlayıcıları, dramatik biçimde düşen maliyetlerden kazanç sağladı.
Merkantilist düzenlemelerde tipik olduğu gibi, bu stratejinin hem ekonomik hem de siyasal bir mantığı vardır. Ekonomik mantık şudur: öğrenmenin yayılma etkisini sağlayan sektörlerin sübvanse edilmesi gerekir. Ayrıca, karbon emisyonları yeterince fiyatlandırılmadığı sürece yenilenebilir enerji ve yeşil ürünlerin sübvanse edilmesi için ikinci en iyi bir gerekçe daha ortaya çıkar. Dolayısıyla yeşil sanayi politikası, ana akım ekonomistlerin de kabul edebileceği güçlü bir ekonomik mantığa sahiptir. Ancak, karbon dışsallığının küresel niteliğini dikkate aldığımızda bu argümanlar zayıflar. Çin gibi tekil bir ülke açısından bakıldığında, dar ekonomik açıdan bedavacılık (free riding) yapmak daha mantıklı olurdu. Çinli vergi mükellefleri ve tüketiciler neden küresel bir sorunun çözümünün bedelini ödesin? Fakat, yine Çinli politika yapıcıların bu tür değerlendirmelerle hareket ettikleri hiç de açık değildir. Onların ekonomik hedefleri çevresel dışsallıkları içselleştirmekten ziyade ihracat ve rekabet gücü üzerine yoğunlaşmıştır.
Karbon vergisiyle karşılaştırıldığında, yeşil sanayi politikalarının majör bir siyasi avantajı vardır. Bu politikalar sopa yerine havuç sunarlar. Bu tür politikalar vergi mükellefleri gibi kaybedenler yaratmaz. Aksine sübvansiyon ve diğer teşviklerin yararlanıcıları şeklinde kazananlar yaratır. Kimse vergilendirilmeyi sevmez, ama sübvansiyonları herkes sever. Bu durum sözgelimi, sanayi politikalarının neden Biden yönetiminin iklim gündeminde ilerleme göstermesini sağladığını, buna karşılık önceki Demokrat yönetimlerin karbon fiyatlandırmasına dayanarak neden başarısız olduğunu açıklar. Saf ekonomik açıdan bakıldığında, “kirli” faaliyetleri vergilendirmekle ‘yeşil’ olanları sübvanse etmek arasında bir fark yoktur. Genel denge içerisinde biri diğerinin muadilidir. Gerçek dünya ise farklı olabilir. Bilişsel sınırlılıklar ve yaygın belirsizlik ortamında tüketiciler, toplumlar ve şirketler farklı politikaların ekonomi geneline yayılmış etkilerini tam olarak göremez. Politik açıdansa, doğrudan ve görünür etkiler dolaylı ve gelecekte oluşacak sonuçlardan çok daha ağır basar. Bu da sübvansiyonlar ve diğer kamu desteklerini, fosil yakıt çıkarlarına doğrudan zarar veren karbon fiyatlaması veya benzeri yaklaşımlara kıyasla, yeşil dönüşüm için siyasi açıdan çok daha cazip bir yol haline getirebilir.
Üstelik yeşil sübvansiyonlar fosil yakıtlara karşı daha doğrudan bir mücadele yürütmeyi zamanla kolaylaştırabilir. Çin, yeşil sübvansiyonlarını artırmasının üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra, yaklaşık 2015’ten itibaren kömürden çıkışı teşvik etmeye başladı. Tam olarak işleyen bir emisyon ticaret sistemini ise birkaç yıl sonra, 2021’de devreye aldı. Karbon azaltımı ise ilk kez 2024’te Çin Komünist Partisi’nin Üçüncü Genel Toplantısında açık bir hedef olarak ortaya kondu.
Son Söz
Adam Smith fikren kazanmış olabilir Ancak politika yapıcıların zihnini etkileme mücadelesindeki durumu çok daha karışıktır. Başkan Donald Trump’ın ikinci döneminde merkantilizmi hiçbir çekince olmaksızın benimsemesi bunun çarpıcı bir örneğidir. Çin’in son yıllardaki olağanüstü yükselişi göz önüne alındığında (hatta bazılarının iddia edebileceği gibi) bugün yeniden giderek daha fazla merkantilizmin ürünü olan bir dünyada yaşıyor da olabiliriz.
Bu Trump’ın politikalarının veya genel olarak merkantilist uygulamaların bir savunması değildir. Ekonomistler, Trump’ın dış ticaret fazlasına olan takıntısını ve Amerika’daki tüm sorunlara her şeyi çözme yöntemi olarak tarifelere başvurma alışkanlığını eleştirmede haklılar. Ancak verdiğim örnekler, merkantilizmi tamamen göz ardı etmeden önce durup düşünmemiz gerektiğini de gösteriyor. Önemli merkantilist fikirler günümüze kadar yaşamış ve büyüme stratejileri geliştirmede ve yeşil dönüşüme başlamada etkili şekilde kullanılmıştır. Bu fikirlerin daha yakından incelenmesi, politika yapıcıların küreselleşmeye ve neoliberalizm olarak adlandırılan olgulara verilen reaksiyonları önlemelerine yardımcı olabilirdi. Üretimin tüketimin önceliği, üretim ve istihdam yapısının önemi, uzmanlaşma ve işbölümünün faydaları, devlet-iş dünyası etkileşimlerinin değerine karşı mesafeli ilişkiler, piyasanın görünmez eli yanında devletin görünür eli, yerel bağlam ve koşullara odaklanma ile evrensel kurallara odaklanma meseleleri çağdaş ekonomistlerin The Wealth of Nations’dan çıkardığı derslerle tam olarak örtüşmeyen kavrayışlardır. Yine de, ekonomiyi ve devletin rolünü düşünmede faydalı bir yere sahiptirler.
Çoğu ekonomist, ekonominin, eski ve geçersiz teorilerin yerini daha iyi teorilerin sırayla almasıyla ilerlediğine inanır. Bu bakış açısında, Adam Smith’in Wealth of Nations eseri açıkça merkantilist fikirlerin yerini almıştır. Ardından gelen gelişmeler, görünmez el teoremini, ampirik gerçekliği daha iyi yansıtacak şekilde ince ayar ve iyileştirmelerle geliştirmiştir. Ancak pratikte ekonomi böyle işlemez. Disiplin dikey değil, yatay hareket eder. Yani yeni modeller eskilerini yerinden etmez. Farklı bağlamları (eksik rekabet, asimetrik bilgi, irrasyonel davranış vb.) anlamamızı zenginleştirir. Sosyal realitenin neredeyse sonsuz esnekliği göz önüne alındığında, tek bir evrensel model aramaktansa farklı modellerden oluşan bir kütüphane bize daha çok yardımcı olur. John Maynard Keynes bunu en iyi şekilde şöyle ifade etmiştir: “Ekonomi, “model terimleriyle düşünme bilimi ile çağdaş dünyayla ilgili olan modelleri seçme sanatıdır.”.
Gerçek Adam Smith, çağdaş ekonomistlere sunulan karikatürün aksine, daha anlayışlı olurdu. Chicago Üniversitesi’nden, Milton Friedman’dan daha önceki bir döneme ait ekonomist Jacob Viner, 1927’de kaleme aldığı “Adam Smith ve Laissez Faire” başlıklı makalesinde bunu neredeyse aynı şekilde söylemişti:
“Adam Smith, laissez faire’in doktriner bir savunucusu değildi. Devlet için geniş ve esnek bir faaliyet alanı öngörüyordu ve devlet, yetkinlik, dürüstlük ve kamu ruhu standartlarını geliştirerek daha geniş sorumluluklar üstlenmeye meyilli olduğunu gösterirse, bu alanı daha da genişletmeye hazırdı. . . . Hizmet imkanlarını devlet aracılığıyla keşfetmektense, bireysel özgürlük davasını savunmak için daha fazla çaba harcadı. . . . [ancak] Smith, kişisel çıkar ve rekabetin bazen hizmet etmeleri gereken kamu çıkarına ihanet ettiğini gördü ve bireylerin yapmayacağı, yapamayacağı veya ancak kötü şekilde yapabileceği birçok görevin yerine getirilmesi için devlete güvenmeye hazırdı. Laissez faire’in her zaman iyi veya her zaman kötü olduğuna inanmıyordu. Koşullara bağlıydı ve Adam Smith, elinden geldiğince, düşünebildiği tüm koşulları hesaba katıyordu.”
Gerçekten de, birbirleriyle çelişiyor gibi görünen önemli fikirler bir arada var olabilir ve birbirlerini zenginleştirebilir. Adam Smith’in öğrettiği gibi, özel teşvikler, piyasa rekabeti ve işbölümü, refahın güçlü motorlarıdır. Ancak bunları harekete geçirmek çoğu zaman alışılmışın dışında politikalar ve devlet rehberliği gerektirir. Daha önce verdiğim örnekler de gösteriyor ki, uygun bağlamda belirli bir ölçüde merkantilizm işe yarayabilir. Nihayetinde en iyi sonuç, her iki perspektifin akıllıca bir şekilde birleştirilmesinden doğar.
