Türkiye, uzunca bir süredir muasır medeniyet idealinden uzak baskıcı bir yönetim anlayışı, insanlık dışı yaşam koşulları ve ahlaki çöküş düzeniyle kuşatılmış durumda. Ancak bana göre, Türkiye’nin en büyük sorunu bu değil. Tehlike çanlarının çalmasını gerektiren şey, bu kötülüğün normalleşmesi hatta makbulleşmesi.
Kötülüğün Sıradanlığından dem vuran ilk biz değiliz elbette. Hannah Arendt, Nazi subayı Adolf Eichmann’ın yargılanmasını konu edindiği meşhur eserinde, kötülüğün çoğu zaman canice bir niyetle değil, düşüncesizce ve itaatkâr bir görev ahlakıyla işlendiğini savunmuştu. Arendt’in analizinde dikkat çeken şey, kötülüğün düşüncesizlikten doğan bir eylemselliğin ürünü olmasıydı. İnsanlar, eylemlerinin ahlaki sonuçlarını sorgulamadan, sadece “kendilerine söyleneni yaparak” tarihin en büyük suçlarını işleyebiliyordu. Bu durum, otoriteye körü körüne bağlı bir itaat kültürünün, bireysel sorumluluk duygusunu nasıl ortadan kaldırdığını da gösteriyordu. Bürokratik düzenin içinde her şey o kadar parçalanmıştı ki, kimse yaptıklarından kendini sorumlu hissetmiyordu. Ahlaki muhakemenin kaybı, kötülüğü hem sıradanlaştırıyor hem de görünmez kılıyordu.
Türkiye’de ise kötülüğün sıradanlaşmasını aşan bir anomali var. Kötülük, Türkiye’de çoktan sıradanlaştı. Sıradanlaşmaktan kast ettiğim, kötülüğün kanıksanması, alışıldık bir sabit olarak kabul edilmesi. Bu kamu bürokrasisinin yozlaşma eğilimlerinin ötesinde, toplumun tüm gelir gruplarında, tüm sosyo-ekonomik ve kültürel kesimlerinde, siyasal yelpazenin her renginde yaygın biçimde “kötülük” olarak nitelendirilen olay ve olgulara alışılması.
Bülent Ortaçgil’in “Normal” şarkısını bilir misiniz? Ortaçgil’in Light albümündeki bu şarkı, Türkiye’de işlerin ne denli çığırından çıkmış olduğunu 1998 yılında bize alaycı bir dille anlatıyordu: “Biri anlatsın hemen nedir bu normal? Canım sıkılıyor artık yoksa ben miyim anormal?” Ortaçgil, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal çarpıklıklarının nasıl da kanıksandığına ilişkin eleştirel bir bakış açısı sunuyordu. Bundan yaklaşık 30 yıl önce yani…
Bu “kanıksamanın” dozu yıldan yıla iyiden iyiye arttı.
Enflasyon yüzde yüzleri mi aşmış: Normal!
Asgari ücret açlık sınırının mı altında: Normal!
Kiralar maaşları geçmiş: Normal!
Çocuk istismarı “aile mahremiyetidir” diye mi örtülmüş: Normal!
Kadın katili iyi hal mi almış: Normal!
Pestisitli ürünler ülkeye geri mi dönmüş: Normal !
Yoksulluk normal! Yolsuzluk, normal! Geleceksiz gençlik, normal! Hukuksuzluk, normal! Toplumsal cinnet, normal!
Kötü olan ne varsa Türkiye’de bir hayli zamandır normal… Yeni olan ise, artık “kötülüğün” kanıksanması değil, tek çıkış yolu” olarak, genel kabul gören bir norm haline gelmesi. Türkiye’yi bence mutlak bir karanlığa sürüklemekte olan gerçek, kötülükle mücadelenin “kötülüğe” başvurmadan yapılamayacak olması kabulü. Türkiye’de kötülük o kadar uzun süredir sıradan ki; iyiliğin, vicdanın, hak, hukuk ve adalet zemininin korunması mutlak yenilgiyle eş tutuluyor.
Artık kötülük; meşru, geçerli ve hatta gerekli görülüyor. Siyasette, bürokraside, iş hayatında ve gündelik yaşamda “ahlaklı olmak” başarısızlıkla eşdeğer sayılıyor. Yani artık Türkiye’de mücadele “iyiler” ve “kötüler” arasında değil. Kötülükte ustalaşanlar ile ustalaşmaya çalışanlar arasında. Mücadele, “benim kötüm” ve “senin kötün” arasında. Ve herkes farkında… Bilinçli bir şekilde “kötülüğe” başvuruluyor…
Bu, yalnızca ahlaki bir çöküş değil; toplumsal hayatta hakikatin, adaletin ve iyiliğin tutunabileceği tüm zeminlerin kaybı anlamına geliyor. İşte en büyük çıkmaz sokak da tam burası. Çünkü kötülüğün makbul sayıldığı bir düzende, iyi olmak ya da iyi kalmak, yalnızca safça değil, tehlikeli de görülmeye başlıyor.
Mücadelede cesaret ve fedakârlık, yerini “makbul” kötülükle uzlaşan bir hesapçılığa, konfor, fırsatçılık ve çıkar hesabına bıraktı. İşte tam da bu nedenle, iyilik, toplumsal olarak taşınması zor bir yük haline geldi. Türkiye’yi sonsuz bir kötülük sarmalına sürükleyen olgu işte tam olarak bu! Kötülüğün makbulleşmesi…