Egemenlerin “Barışı”

İkinci açılım süreci ile yeniden ülkede bir “barış” havası içine girildiğini görüyoruz. Bunun bir çeşit “terörsüzlük” olarak ifade edilmesi yaklaşık 40 yıldır süren bir krizin bitişine bizi inandırmaya çalışıyor. “Barış” adı verilen sürecin terör örgütünü tasfiyesine dair endişeler uzun süredir yazıldı, çizildi. Bunların üzerinden yeniden geçmeye gerek yok. Türkiye sınırlarının çok ötesine yayılmış ve uzun yıllardır uluslarasılaşmış bir meselenin sözde bir “ulusal” barış düzleminde çözüleceğine inanmanın neden temelsiz olduğunu da açıklamaya gerek yok. Buradaki esas sorun tıpkı pek çok diğer meselede olduğu gibi “barış” ve “çözüm” gibi kelimeler üzerinden dayatılan gündemlerin ne kadar yapay olduğunu yeniden düşünmektir.

Siyasetin pratiği bu kadar girift ilişkiler ağı içinde devam ederken ve boğazına kadar pragmatizme batmışken “barış” gibi önemli bir kavram üzerinden sanki ortada normatif bir tartışma varmış gibi ifade edilmesi hiçbir şekilde inandırıcı değildir. Daha önce Annan Planı döneminde gördüğümüz “çözüm” idealinin sömürüsü üzerine kurulu tek taraflı dayatmada olduğu gibi yeni açılım sürecinde de “barış” kavramında da aynı şeyi görüyoruz. Bu süreçte “barış” kavramının içeriğinin nasıl doldurulduğunu hiç ciddiye almadan basitçe barıştan yana olmak ya da olmamak gibi iki ayrı kamp içinde ülkeyi bir bölünmeye sürüklemenin artık çok ucuz bir oyun olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

“Barış” olarak dayatılan taleplere karar verilirken ulusal siyasetin her kesiminin görüşünün alınmadığı oldukça açık. Hatta bu tartışmaların öznesi olan Kürtlerin de ne kadarının bu taleplere dahil edildiğini de hiçbir şekilde bilemiyoruz. Bugüne kadar Kürt siyasetinin de tıpkı diğer tüm anaakım siyasi hareketler gibi temsil ettiğini iddia ettiği kitleler adına konuştuğu bir gerçek. Bu temsilin boyutları bugüne kadar ne bir tartışma konusu yapıldı ne de Kürtlerin son yaşanan gelişmelere karşı nasıl düşündüğünü anlama şansına sahip olduk. Başından itibaren -postkolonyal literatürdeki tabirle- ülkedeki tek “madun” olarak kendisini lanse eden ve ülkedeki tüm sorunların çözümünü yalnızca kendi sorunlarının çözümünden geçtiğine bize inandırmaya çalışan, var olan diğer meselelerin çoğunu da -özellikle de kimlik eksenli meseleleri- kendi çatısı altında toplayarak bir başkasının düşünmesine imkan vermeyen tek yanlı bir siyasetin sürekli “madun” adına konuşması inandırıcılığını yitirmektedir. Bu ülkenin önemli bir bileşeni olarak Kürtlerin talepleri ve bunların çözümü 10 yıllık periyotlarda bu kadar birbirine zıt reçetelerde aranamaz.

Yıllardır birbirine bu kadar zıt adımlar atan bir hareketin temsilcilerinin bu konudaki taleplerinin kim adına olduğuna dair şüphelerin de bu noktada artması gerekir. Sloganların hiçbir işe yaramadığı ve güncel siyasetin gerçeklerinin her gün yüzümüze tokat gibi vurduğu bu dönemde beylik cümlelerle bir başkasını ikna etmeye çalışmanın son kullanma tarihi geçeli epey oldu. Fazlasıyla zikzaklı bir yolda yürürken ve kısa süreler içinde bunca çelişkili adım atılırken kamuoyuna yapılan seslenişlerin retorikten öteye gitmediğini hepimiz farkediyoruz. Hangi siyasal hareket olursa olsun “ilkeli siyaset” retoriğine boğulan söylemlerin halk nezdinde hiçbir karşılığı olmadığını bu cümlelerin yalnızca duygusal militan sempatizanlarda işe yaradığını da biliyoruz. Bu nedenle talep ettiğiniz şeyin nasıl bir barış olduğunu anlamak giderek daha da güçleşiyor.

“Barış” diye anlatılan şeyin Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine dinamit koyan ve hiçbir şekilde ülke genelini değil yalnızca bir bölgenin refahının ikbaline odaklanmış, Türkiye’nin gündemi ile zerre bir ilişkisi olmayan, kendinde hiçbir kusur aramadan sadece soyut bir “devleti” suçlayarak ve kendine temelsiz “ötekiler” yaratarak soyut düşmanlıkların mağduriyeti üzerinden kendi pragmatizmini haklı çıkarmaya çalışan bir hareketin bu ülkede diyalog, anlaşma, karşılıklı adım atma ve dolasıyla gerçek bir barış arayışı içinde olduğunu söylemek mümkün değildir.

Bugün bu ülkede yoksulluğun ve gelir adaletsizliğinin en yakıcı sorun olduğunu inkar ederek, kimliği ne olursa olsun hepimizin neoliberal düzen içinde her alanda ezildiğini inkar ederek, ülkedeki pek çok kimliği her anlamda homojen gibi göstererek kendi içlerindeki sınıfsal eşitsizliği saklayan, demokrasi ve insan haklarının arkasına sığınarak meşru ya da gayrımeşru her ilişki biçimi toplum nezdinde normalleştirmeye çalışan, 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasında yaşananları çabucak unutup hala 1923’ün hesabını sormaya çalışan çiğ bir pragmatizmin bize dayatmaya çalıştığı barışın ne anlama geldiğini idrak etmekte zorluk çekmiyoruz. Çok somut gibi görünen aslında oldukça soyut taleplerin yalnızca bu cenahın egemenleri tarafından dayatıldığını, taleplerinin çözümünü siyasal baskıyı en çok hissettikleri partilerden bekledikleri için hiçbir şekilde samimi olmadıklarını, meselenin bir toplumun taleplerinin değil kendi statükolarının sağlamlaşması ile ilgili olduğunu görüyoruz.

Yoksulluk ve iktisadi kriz ulusal alanının tamamında yıkıcı bir etki yapmışken, nüfusun çok büyük bir bölümü yoksulluk sınırı altındayken, istisnasız her emekçi ve işsiz genç geleceğe dair endişe içindeyken, kendinden olmayan herkesin baskı altına alındığı, meclisin ve Anayasanın fiilen askıya alındığı, tüm ülke geneline yayılmış ve kendisine kimlik seçmeyen bir otoriterlik dimdik ayaktayken bu sistemin sahipleriyle “demokratik çözüm” aramak hiçbir kolektif çıkarı temsil etmediği gibi bunun yalnızca basit bir politik tiyatro olduğu da çok net bir biçimde ortadadır

Ez cümle, barış diye bize dayattığınız şey bir toplumun kültürel ve politik taleplerinin arkasına gizlenen iktidar heveslerinizdir. Kürt oligarşisinin kendi halkı adına konuşur gibi görünerek istediklerini karşılayacak herkesle ilişki içine girme hevesi ilkesel bir tutum değil yalnızca düzen içinde pozisyon güçlendiren bir pazarlığın yansımasıdır. Sözde taleplerinizin bu ülkede yaşayan tüm Kürtlerin yoksulluğuna ve maruz kaldıkları adaletsizliklere bir çözüm üretmediğini ve üretmeyeceğini de biliyoruz. Sizin “barış” dediğiniz şey bu topraklarda kalıcı bir mutluluk sağlamak değil bu meseleden nemalanan bir düzenin devamı için bu ülkenin temelden reddererek size engel gibi görünen ancak Türk halkının yaşam garantisi olarak tüm hukuki zeminin ortadan kaldırılmasıdır. “Kayyum” meselesindeki sözde yalnızlığınızın arkasına sığınıp esas yakıcı krizlere sırtınızı dönüp sizin siyasal iradenizi yok sayan gerçek baskı merkezinden medet ummak, “birileri çözsün de kim çözerse çözsün” konformizmi içinde kendi oligarşik ikbalinize odaklanmak sizi bu meseledeki tüm akademik ve demokratik tartışmaların dışına atıyor. Sizi eleştirince “Kürtleri yok sayıyorlar” diye feveran ederek içine girdiğiniz aciz meşruiyet arayışına hepimizin karnı tok. Bu ülkenin tüm bileşenlerinin hak, hukuk ve adalet gündemini hiçbir ayrım göstermeden sahiplenmek başka bir şeydir, sizlerin bu meselenin tek temsilcisi ve dolayısıyla da “barış”ın tek muhatabı gibi görmek zorunda kalmak ve bu pragmatik istismar siyasetini meşru görmek bambaşka bir şeydir.

Bu ülkeye barış ancak ve ancak siyasi ve iktisadi diktatörlüğün son bulmasıyla, bölüşüm adaletsizliğinin ortadan kalkmasıyla, krizlerden beslenen tüm gayrımeşru ilişki ağlarının ortadan kalkmasıyla, siyasetin egemenlerinin temsil ettiği kitle adına konuşmaktan vazgeçmesiyle, eşitliğe yeniden inanan ve yurttaşlık temelinde bu ülkenin demokratik ortak çıkarlarını savunabilmekle mümkün olacaktır. Her açıdan kriminalize olmuş bir yönetim biçiminde “barış” aramak, bunca krizi yaratan merkezden çözüm beklemek barıştan çok bir pazarlığın varlığına işaret ediyor.

Bunları da sevebilirsiniz