İnsanlığın Yıldızların Dansını Anlama Hikâyesi – I



Bu yazımla birlikte yeni bir maceraya yelken açmak istiyorum. İnsanlığın elektrik ve manyetizmayı anlamaya çalıştığı bin yıllar süren serüvenini anlattığım
Demir ve Kehribardan Özel Göreliliğe yazı serime bir süreliğine ara vermeye karar verdim. Bu ani manevra özel görelilikten ve onun sonucu olan genel görelilikten bir daha bahsetmeyeceğim anlamına gelmiyor tabii ki. Aslında belki de bilim veya özel olarak fizik tarihinden bahsedecek olan birinin ilk anlatması gereken bir hikâyeyi şimdi anlatmaya başlayacağım: insanlığın ve gökyüzünün hikâyesi. Bu yazı dizimde Antik zamanlardan, yani Babiller, Antik Mısır ve Antik Yunan’dan beri insanlığın gökyüzünü nasıl anlamlandırdığı ve içinde bulunduğu bu kozmosu nasıl hayal ettiğiyle başlayıp modern bilimin başlangıcını oluşturan bir dizi devrime kadar ilerleyeceğiz. Bu devrimlerin başlıca mimarları arasında Kopernik, Kepler ve Galilei gibi çok tanıdık isimler var.

Bu uzun, heyecanlı ve bir o kadar inişli çıkışlı hikâyeye M.Ö. 3000’lerden başlamak uygun olacaktır diye düşünüyorum. Teknolojinin bu kadar geliştiği ve bilgiye ulaşımın çok kolay olduğu bir çağda yaşayan bizler ironik bir şekilde göklerin görünür bilgisinden yoksunuz. Adeta bir gövde gösterisi edasıyla her yere saçtığımız yapay ışıklarımızla kozmosun büyüleyici dansını artık göremiyoruz. Fakat M.Ö. 3000 civarında yaşayan Babilliler bu görkemli dansı görebiliyordu. Savaşın, açlığın, vahşi hayvanların, kısacası tehlike ve belirsizliğin kol gezdiği bir dünyada değişmez görünen figürler vardı bu dansa eşlik eden.


Gecenin karanlığına eşlik eden takımyıldızları, Antik Mısırlılar için Nil nehrini anımsatan Samanyolu, her gün doğan ve batan Güneş, bazı geceler tüm yüzünü gösteren bazı geceler yüzünü sakınan Ay yukarıda bizi gözleyen tanrılar ve onların dramalarından haber veriyordu bize. “Yılın hangi zamanı tahıllarımı ekmeliyim? Sefere çıkmak için doğru bir zaman mı? Yakın zamanda bir tufan kopacak mı?” gibi sorulara yukarıya bakarak cevap arıyordu antik insanlar. Sanki kendini tehlikede hisseden ve annesinin yüzüne bakarak güvende olduğuna dair bir işaret kovalayan küçük bir çocuğu andırıyordu endişeleri.

Babilliler ve Antik Mısırlılar için evren bir midye gibiydi; altında ve üstünden suyla çevriliydi. Yukarıdaki su gök kubbe tarafından düşmemesi için tutuluyordu. Dünya adeta anne rahminde güvenle uyuyan ve korunan bir bebeği andırıyordu. Yağmur yağdığında gök kubbeden yeryüzüne su sızdığını düşünüyordu Babilliler.

Antik Mısırlıların dünyasıysa dörtgen bir midye gibiydi. Yeryüzü bu dörtgenin tabanıydı. Gökyüzü ise ayakta duran bir inekti ve bu ineğin dört ayağı yeryüzünün dört köşesinde duruyordu. Yıldızlar gökyüzünde asılı duran ya da tanrıların tuttuğu birer lamba gibiydi onlar için. Gezegenler, Nil Nehri’ni andıran Samanyolu üzerinde yelken açmış gezginlerdi. Her ayın ortasında Ay tanrısı öfkeli bir domuz tarafından saldırıya uğrar ve bu nedenle görünmez olurdu. Bazen de domuz onu tamamen yutar ve böylece bir tutulma olurdu. Fakat gökyüzünde olan tüm bu dramanın ortasında, yeryüzündeki insanın güvenebileceği bir şey vardı. Gökyüzündeki tanrıların tüm kişisel drama ve çekişmelerine rağmen, hareketleri son derece düzenli ve tahmin edilebilirdi. Her gece aynı desen gökyüzünde Güneş’in batışıyla yavaşça belirir, her seferinde bu deseni oluşturan parçalar birbirini aynı sırayla takip eder ve yavaşça birlikte hareket ederek batarlardı. Gökyüzündeki bu desenle birlikte doğup batan fakat aynı zamanda kendilerine has bir harekete sahip olan 7 adet “serseri yıldız” ya da diğer bir deyişle (kelimenin tam anlamıyla) gezegen vardı: Güneş, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn. Fakat bu serseri yedili tamamen başına buyruk davranmakta özgür değildi; hareketleri dar bir aralığa, kemere kısıtlanmış gibiydi. Hep bu kemer üzerinde görülüyorlardı.

Bu zamanlarda yaşamış insanların matematik/geometri bilmez, sadece yukarı bakarak aptalca hikâyeler uyduran insanlar olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. M.Ö. 3800 yılına tarihlenen kil tabletler o zamanlar bile astronomik zaman-çizelgeleri tuttuklarını gösteriyor. Bu çizelgeler zamanla takvim halini aldı ve gözlemleri gitgide daha da doğru sonuçlara yaklaştı: bir yılın uzunluğunu %0.001 hatayla hesaplamışlardı ve Güneş ve Ay’ın hareketlerini tasvir eden hesapları 19. yüzyıl astronomlarından sadece 3 kat daha fazla hata payına sahipti.




İnsanlığın adeta kendini güvende hissetmeyen ve meraklı bir çocuk edasıyla gözlemlemeye başlayıp hikâyeler uydurduğu gökyüzü tiyatrosunu Antik Yunanlılar da izliyordu. Homeros’un anlattığı dünya düzeni de midye-deniz analojisine benzerdi:
Okeanus tarafından sarılmış ve suda yüzden bir diskti dünya. Fakat Odessa ve İlyada destanlarının son halini almaya başladığı yıllarda, günümüz Türkiyesi’nin Ege kıyılarında yer alan İyonya’da ilginç gelişmeler yaşanıyordu. Günümüzde Aydın ilinin Didim ilçesinin civarındaki bir yerleşim yeri olan Milet’te Thales adında bir adam belki de dünya tarihinin dönüm noktalarından biri olacak bir dönüşüm başlatacaktı.

Bunları da sevebilirsiniz