Bir önceki yazımla birlikte insanlığın gökyüzünü anlama macerasını anlatmaya başlamıştım. Antik dönem insanlarından, Babil’den, Antik Mısır’dan söz etmiş ve Miletli Thales’e kadar gelmiştik. Thales’e kadar olan bu yol boyunca insanlığın gökyüzündeki hareketleri bir tiyatro olarak gördüklerinden, gözlemler ve takvimler yapmanın yanı sıra gökyüzündeki hareketlerden dramalar ürettiklerinden de bahsetmiştim. Fakat Thales’le birlikte gökyüzünü bir tiyatro olarak görme geleneği değişmeye başlayacaktı.
Thales de Homeros gibi Dünya’nın sonsuz su üstünde yüzen bir disk olduğunu düşünüyordu. Fakat bu evren tasvirine ulaşırken herhangi bir kurgusal anlatıya başvurmamış, sadece şu soruyu sormuştu: evreni oluşturan temel madde nedir ve evren nasıl bir süreçle bu maddeden oluşmuştur? Thales’in ilk soruya cevabı suydu, çünkü ona göre her şey buhardan meydana gelebilmekteydi. Fakat burada önem vermemiz gereken nokta Thales’in cevabından ziyade soruyu soruş biçimi olmalı. Thales’le birlikte insanlık yeni bir çeşit soru sormayı öğreniyordu; kurgusal anlatılara dayanan değil, önceden aptal olarak gördükleri doğaya yönelen sorular.i
T
hales’in sorduğu bu soruya neredeyse herkesin cevabı farklı olacaktı. Thales’in öğrencisi ve dostu olan Anaksimandros’a göre evren kapalı bir kutu değildi. Sonsuza uzanıyordu. Evrenin temel maddesi su gibi tanıdık bir madde değil, ezeli ve ebedi olan apeirondu. Bu maddeden her şey oluşur ve her şey tekrar bu maddeye dönerdi. İçinde yaşadığımız bu evren de daha önce sonsuz defa oluşmuş ve tekrar aynı maddeye dönmüştü.
Fakat bizim anlatımız için daha önemli olan nokta filozofların metafizik değil astronomik görüşleri. Anaksimandros’a göre Dünya bir diskti ama ateş ve havadan oluşan bir silindirin içindeydi. Dayanacak hiçbir şey olmadan öylece duruyordu. Silindirin dışında evreni dolduran kozmik ateş vardı ve bizim gördüğümüz yıldızlar da bu silindirin deliklerinden bize sızan kozmik ateşten başka bir şey değildi.
Bir başka Miletli ve Anaksimandros’un öğrencisi olan Anaksimenes yaklaşık 2000 yıl boyunca kozmolojiye egemen olacak zehirli bir fikri hayata getiren kişiydi. Ona göre yıldızlar saydam (dolayısıyla görünmez) kristal bir kürenin üstüne çivilenmiş gibi yapışık duran ve küreyle birlikte Dünya’nın etrafında dönen şeylerdi. Bu fikir insanlığın gökyüzünü anlama çabasında öyle etkili olacaktı ki bir noktadan sonra adeta bir hastalığa dönüşecekti.
İyonya’da vücut bulan ve adeta bir düşünce devrimini ateşleyen Milet okuluna ve bu okulun yukarıda bahsi geçen mensuplarına rakip olan başka okullar da vardı. Onların da evren, Dünya ve yıldızlar hakkında söyleyecekleri çok şeyleri vardı. Bunlardan açık ara en önemlisi, bana göre insanlık tarihindeki en önemli insan olan Pisagor’un okuluydu. Her filozofun evren hakkında birbirinden farklı görüşlerinin olduğu, havada birbiriyle tezat teorilerin uçuştuğu bir dönemde sahneye Pisagor çıkmış, bastonuyla yere üç kere vurmuş ve böylece kaostan düzen ortaya çıkmıştı.
İ
nsanlığın toplumsal bilincine bu kadar derinden etki eden bir gelenek daha olduğunu sanmıyorum. Gelenek diyorum çünkü Pisagor’un keşfettiği şeylerden bahsederken gerçekten bizzat onun mu yoksa öğrencilerinden birinin mi keşfettiğini söylemek biraz zor. Çünkü bu okulda keşfedilen buluşları asıl hocaya yani Pisagor’a atfetme geleneği var. Fakat Pisagor’un bizzat keşfettiğinden neredeyse emin olduğumuz birkaç keşif var. Bunlardan belki de en önemlisi Pisagor’un telden çıkan sesin perdesinin telin uzunluğuna bağlı olduğunu keşfetmesidir. Ayrıca teldeki birbiriyle uyumlu aralıkların basit oranlardan (2:3, 3:2 vb.) elde edileceğini keşfetmişti. Peki, müzik teorisini ilgilendiren bu keşifler bizim hikâyemiz açısından neden önemli? Çünkü Pisagor bu keşfiyle müziği ve uyumu (ing. harmony) sayılarla ifade edebilmişti. Tarihte belki de ilk kez insan deneyimleri sayılara indirgenebilmişti. Bu açıdan bakınca bilimin başlangıcı olarak da nitelenebilir.
Müziği sayılara indirgemekten bahsedince biz modern insanın aklına renksiz, ruhsuz, anlamsız formüller geliyor olabilir. Fakat Pisagorcular için durum tam tersiydi. Sayılar zaten en saf kavramlardı ve bu nedenle de kutsallardı. Dolayısıyla müziğin sayılarla buluşması olsa olsa bir zenginleşmeydi ve kutlanacak bir şeydi.
Tüm bu müzik faslını gökyüzüyle ilgili hikâyeme katmamın tek nedeni eski Yunanca olan ve Pisagorcular için çok önem teşkil eden bir kelime: armonia. Fransızcadan dilimize harmoni olarak geçen bu kelimeyi genelde günlük hayatta uyumla eş anlamlı kullanıyoruz. Fakat Pisagorcu anlamda harmoni, tınısı bozulmuş telleri tekrar düzeltme veya ölçeğin (ing. scale) kendisi anlamına geliyor. Yani alınan hazdan ziyade, denge ve düzeni işaret ediyor. İşte Pisagor’a göre sayılar da evrene öyle rastgele fırlatılmış şeyler değil, bu düzen ve dengeye göre kendisini bazen müzikte bazen geometride, kısaca hayatın her alanında ifade eden varlıklardı.
Armonia doktrini Pisagor ve Pisagor okulu için çok önemliydi. Öyle ki Pisagorcular matematik, müzik veya tıp, her neyle ilgilenirlerse ilgilensinler bu doktrini dikkate alırdı. Dolayısıyla Pisagor gözlerini gökyüzüne çevirdiğinde bu doktrinden bağımsız düşünmesi düşünülemezdi. Hatırlarsanız yazımın başlarında size Anaksimenes’in görünmez dönen kürelerinden ve yıldızların bu kürelere adeta çivilenmiş olduğundan bahsetmiştim. Armonia doktrini Pisagorla birlikte yıldızlara uzandı ve kürelerin harmonisi şeklini aldı. Gökyüzündeki yıldızlar ve gezegenler de artık bir orkestranın parçasıydılar. Düzen ve denge içinde hareket eden ve hep birlikte bir şarkı söyleyen küreler… Rivayete göre de biz ölümlü insanlar arasından kürelerin bu müziğini yalnızca Pisagor duyabiliyordu. Sonraki yazımda Pisagor’un, daha doğrusu Pisagor okulunun dünya sisteminden ve kürelerin müziğinden bahsedeceğim.
? Koestler, A. (1959). The Sleepwalkers: A history of man’s changing vision of the universe. Hutchinson. [Uyurgezerler: İnsanın Değişen Evren Görüşünün Bir Tarihi, çev.Ekrem Berkay Ersöz. Phoenix Yayınevi]