Milli Mücadele Yılları ve Cumhuriyetin Gönüllü Çalışanları

Milli Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Türkiye’de yeni bir dönem başlamış ve bu yeni dönemde her alanda olduğu gibi eğitimde de çeşitli gelişmeler ve değişiklikler yaşanmıştır. Gazi Mustafa Kemal, cumhuriyet döneminin öğrenme, aydınlanma ve kalkınma devri olması gerektiğini görüyordu. Onun eğitimle ilgili görüşleri dönemin eğitimcileri tarafından “Türk Eğitim Sistemi”nin yol haritası olarak ele alınmıştır. Atatürk’ün gençlere ve çocuklara, onların eğıitimine verdiği önem Türkiye Cumhuriyetinin temel taşlarını oluşturmuştur.

Atatürk, Türk milletinin en büyük mücadelesinin cehalete karşı olması gerektiğini görmüş ve bu sahada çalışacak olan öğretmenlere hitaben 25 Ağustos 1924’de Ankara’da, Muallimler Birliği Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:

Yeni nesli, cumhuriyetin fedakar muallim ve mürebbileri sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır… Bir milleti irfan ordusuna malik olmadıkça, muharebede, eydanlarda ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı neticeler vermesi ancak irfan ordusuyla sağlanabilir. İrfan ordusunun kıymeti de siz öğretmenlerin kıymetiyle ölçülecektir.”

(https://atam.gov.tr/e-yayin/cumhuriyet-donemi-egitim-politikalari/)

Bu dönemde eğitime verilen önemin ve öğretmenlerden beklenen görevin bir parçası olarak öğretmen ve aydın yetiştirmek üzere kollar sıvanmış, yurttaki parlak öğrenciler tesbit edilmiş ve devlet bursuyla yurtdışına eğitim için yollanmışlardır. Yurtdışına giden öğrenciler başta Almanya olmak üzere Fransa, Belçika, İsviçre, İngiltere, Avusturya, İtalya, Macaristan, Çekoslovakya, İsveç ve Polonya gibi Avrupa ülkelerine gönderilmiştir. Ayrıca modern dünyanın yükselen iki önemi devleti olan ABD ve Japonya gibi devletlere de yurtdışı eğitimi için öğrenciler gönderilmiştir. Burslu öğrenciler döndüklerinde şevkle vatan için çalışmıştır. Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yetiştirdiği aydınların Türkiye’nin o yıllardaki gelişimine nasıl büyük bir ivme kattıklarını, vatana hizmet duygularıyla Anadolu’nun değişik bölgelerine dağılıp halkımızı aydınlattıklarını hepimiz biliyoruz.

Avrupa’ya gönderilen öğrencilerden birisi de bu dönemin burslularından İstanbul Lisesi’nden ikincilikle mezun olan Refet Hamuroğlu’dur. Bu yazımda Refet Hamuroğlu’nun (1907-1985) anı defterinden Cumhuriyet’in ilk burslu okuttuğu gençlerden biri olarak hikayesini kendi ağzından paylaşacağım.

Kurtuluş Günleri

“….1922 Haziran devresinde Hacı İlbey Numune Mekteb İptidaisi’nden mezun olduğumu yukarıda söylemiştim. Bu okulda iken tam bir fen terbiyesi gördüm. Fransızca öğrenmeye başladım. Matematik ve geometri derslerinde öğretmenlerimin gözünde idim. Edremit’te okul sıralarında genç, ateşli yedeksubay öğretmenlerimden aldığım milli terbiye, bu numune okulunda ve daha sonra olup bitenler arasında ve Balıkesir’de iyice gelişti. Din, hayat, Türkçülük konularında düşüncelerim beni felsefe kitapları okumaya sevketti. Batıl ve hurafelere artık inanmaz oldum. Büyük Millet Meclisi’nin kurulduğunu ve Mustafa Kemal Paşa’nın milli mücadelede bütün hareketlerini en başta amcamdan öğreniyordum. Amcam küçük çapta ticaretle meşguldu, sık sık İstanbul’a gidip geliyordu. Bize milli mücadelenin bütün safhalarından havadis getiriyordu. Mavzer, tabanca gibi çeşitli silahları duvarların içine, çatı kiremitlerinin altına koyup saklıyorduk. Yunanlıların zaman zaman yaptıkları aramalarda hiç renk vermiyorduk. Amcamın Halalca köyü yakınında tarlasına zaman zaman at veya araba ile işçilere yemek götürürdüm. Hatta geceleyin öküz arabası ile Yunanlılardan korkmadan saman taşırdım.

Bir gece, ağustos ayında olacak, babam büyük bir katır üstünde çıkageldi. İşgal altında hem de büyük bir katır ile. O harbi kaybetmeye başlayan Yunanlıların telaşlarından faydalanarak o katırı bulmuş, dağdan dağa dolaşarak, gece bir talih eseri görünmeden Balıkesir’e gelmiş. Babamı veya o mekkare katırı nerede saklamalıydık… Babam gizlendi, katır da amcamın evinde saklandı.

Balıkesir’de herkes hem sevinç hem de korku içindeydi. Yunan ordusu giderken ya birşey yaparsa yakıp yıkarsa, ya Rumlarla Ermeniler birşey yapmaya kalkarsa diye.

Eylül başlarıydı şehirde bir ıssızlık. Hiç kimse dışarı çıkamıyordu. Bir gece Hakkı ağabey bizim eve geldi. ‘Yunan ordusu gitmiş’ dedi. Hemen ikimiz evden çıktık. Mehtap vardı. İstasyona kadar gittik, dolaştık geldik. Dışarıda Yunanlılardan eser yoktu. Bir iki gün böyle geçti. Sanırım üçüncü gün ‘bizimkiler geliyorlar’ dediler. Gele gele Parti Pehlivan milisleriyle bunlara katılan köylüler… Ardından nihayet ordumuz geldi. …. Önümde duran mızraklı süvarilerimizin çizmelerini gözyaşları içinde öpüyorduk. Arkadan Yakup Şevki Paşa geldi. Belediye meydanında bir nutuk verdi. Ön safta idi. Milli Mücadele savaşının bu paşasını büyük bir dikkat ve tecessüsle seyrediyor ve dinliyordum. Çünkü bu paşa giyimindeki, sözlerindeki sadelik ve samimiyetle bir Osmanlı paşasına benzemiyordu. “

İdman Yurdu’nun Kuruluşu

Refet Hamuroğlu Ege’nin kurtuluş günlerindeki halkın duygularını anlattıktan sonra önündeki yıllarda nasıl eğitimine devam edebilmek ve ilerleyebilmek için çaba gösterdiklerini anlatıyor.

“Orta eğitime başlamak üzere Mektebi Sultani’nin 6. Sınıfına kaydolundum ama niçin altıncı, mezun olduğum halde yine 6. Sınıfa giriyordum. Müdüre başvurdum değiştirmesi için. Olmaz dedi. İmtihan edilmemi istedim. Ona da olmaz dedi….Edremit’ten döndüğümüzde bazı arkadaşlarım doğruca Sultani’nin ilk kısmına girmişler, benden bir sınıf öne geçmişlerdi. Bu gücüme gitti.

Orta 1 ve 2. Sınıfları birincilikle geçtim. O sırada Sultani Mektebi Lise adını aldı. Ben okulumda ve memlekette dürüst, çalışkan, feylesof, hattat, ressam, zevki selim ve aklı selim sahibi bir genç olarak tanındım. Taş baskısı yapan matbaada defter başlıkları, dükkan tabelaları yapıyor, belediye hesap defterleri dolduruyor, para kazanıyordum. Böylece aileme yardım ediyordum. Babam bir müddet sonra Emlak-i Milliye Dairesine memur olabildi.

Yalnız milli işlere değil, aynı zamanda sosyal işlere karşı da ilgi duyardım. Daha çok küçükken tekkelere gider, dervişlerin törenlerini seyretmekten haz duyardım. Yunan işgali zamanında Türk Ocağı’na devam ederdim. Üye olmak istedim. Yaşın küçük diye kaydetmediler. Ancak devamıma müsaade ettiler.

Kurtuluştan sonra saat kulesi dibindeki binada İdman Yurdu kurulmuştu. Bu yurda üye oldum. İdare heyeti seçiminde Esat Adil başkan, ben katib-i umumi, Sıtkı kütüphaneci, Emin veznedar, Ferit kaptan seçildik. Bu yeni spor kulubü olmasına rağmen o zamanki biz gibi gençleri ahlak bakımından koruyan, kahve vesaire yerlere gitmekten önleyen bir yerdi. Ben sporla meşgul olmazdım. Çünkü bu alanda çok kabiliyetsiz idim. Orta 2. sınıfta iken Balikesir Kolordu Komutanı olarak Ali Hikmet Paşa gelmişti. Paşa karargahına bitişik olan İdman Yurdumuza büyük bir ilgi gösterdi ve bir de atlı spor kurulmasını istedi. Başımıza bir süvari yüzbaşısı koyarak manejlere başlattı. Ben bu spora çok hevesli idim. İyi ata biniyordum ve usulüne göre manej yapıldığı zaman herşeyi iyi becerirdim. Dini ve milli törenlerden, müsabakalardan, sahne hayatından, marifetli insanlardan çok hoşlanırdım. Hele hitabete bayılırdım. Türkçe ve hatta Fransızca güzel nesir ve nazım parçalarını evdeki odama kapanır, bağıra bağıra okur, egzersizler yapardım. Fazla mahçup oluşum gösterişli işlerde ön plana geçmeme engel olurdu. Oysa herkes beni serbest bir çocuk bilirdi.

Bendeki çekingenlik daha çok maddi alanlardaydı: daha çocukken kavgayı sevmezdim. Balıkesir’de mahalleler arası taş savaşları yapılırdı. Ben bu kıyasıya savaşlara katılmazdım. Katılsam bile geri hizmetlerde çalışırdım. Ağaçlara, özellikle kavaklara çıkamazdım. Delilerden, sarhoşlardan, köpeklerden, eşek arılarından korkardım. Ama cinden, periden, karanlıktan, yalnızlıktan korkmazdım. Birçok defa Balıkesir’de, Bigadiç’te çok perili diye anılan yerlerden bile bile tek başıma geçmiş, ıssız ormanlarda dolaşmış, gezmişimdir.

Güzel şeyleri, güzel insanları çok severdim. Çok küçükken annemle gittiğim Hıdrellez günlerindeki törenlerde, düğünlerde, kına gecelerinde, genç kızları, taze evlileri hayranlıkla seyrederdim. Okullardaki arkadaşlarım hep sevimli, güzel çocuklardı. Onlarla çabuk arkadaş olurdum. Arkadaşlar arasındaki ihtilaflarda bana hakem olma işi düşerdi.

İstanbul’a Gidiş ve Lise Öğrenimi

Balıkesir’in kurtuluşunda ordunun şehre girişinde, daha sonra Gazi’nin Balıkesir’e ilk gelişinde şehrin caddelerinde kurulan zafer taklarının süslenmesinde, İdman Yurdu’nun düzenlenmesinde, ortaokuldaki müsamerelerde mütalaam alınır, büyük yazıları yazmak ve resimleri yapmak görevi hep bana verilirdi. Gazi’nin Balıkesir’e gelişinde Hükümet caddesindeki Taka konan büyük çapta karakalem Gazi’nin portresi ve karşılama yazısı büyük beğeni kazanmıştı. İdman Yurdu’nun Yönetim Kurulu odasına asılmak üzere yaptığım Ali Hikmet Paşa’nın karakalem portresi çok dikkati çekmişti. Paşa beni karargahına çağırdı. Çok iltifatta bulundu ve İsmet Paşa’nın, Fevzi Paşa’nın, Kazım Karabekir Paşa’nın portrelerini yapmamı rica etti ve bu portreleri İzmir’de yapılacak toplantıda (17 Nisan – 4 Mart 1923 İktisat Kongresi Kazım Karabekir Paşa’nın başkanlığında toplanmıştır.) kendilerine vereceğini söyledi. Büyük bir heves ve dikkatle portreleri yaparak kendisine teslim ettim.

Keza 1924 mayıs sonlarında ortaokulda yapılan müsamerede Gazi’nin, Ali Hikmet Paşa’nın, valinin portreleri bir hayli sükse yarattı. Ali Hikmet Paşa ve diğer büyükler müsamereden sonra giderken tek sıra halinde onları geçiriyorduk. Paşa benim önümde durdu. Hatırımı sorduktan sonra “Hazır ol delikanlı, tatilde seni İstanbul’a resim dersi almağa göndereceğim”dedi. Aradan bir süre geçti. Ali Hikmet Paşa bana Ressam İbrahim Çallı’ya hitaben yazılan bir mektup ile kırk lira verdi: “Kendisini gör, sana ders verecek, selam söyle. Yolun açık olsun, başarılar dilerim,….” gibi sözlerle beni uğurladı.

Ressam İbrahim Çallı’yla Buluşma

Haziran ayında İstanbul’da öğrenimlerini yapan arkadaşlar dönmüşlerdi. Bunlardan Esat Adil bu işe çok sevindi. Cağaloğlu’nda Divanı Muhasebat-ının karşısında oturduğu apartmanın odasının anahtarını bana verdi. “Git, ben gelinceye kadar üç dört ay benim odada kal, herşey var evde…” dedi. İşte ben cebimde 40 lira, odanın anahtarı elimde haziran ortalarında İstanbul’a hareket ettim ve kolayca Esat Adil’in odasına yerleştim. O sıra Galatasaray Lisesi’nde Çallı’nın resim sergisi vardı. Gidip kendisini orada buldum. Paşanın mektubunu verdim ve keyfiyeti anlattım. “Peki evlat, yarın atölyeme gel, bir program yapalım” dedi. Ertesi gün Çemberlitaş karşısındaki sokakta atölyesine gittim. Bir çalışma programı yaptık.

İstanbul Sanayi Nefise Mektebi Alisi’nde iki gün sonra sabahleyin buluştuk. İçi heykellerle dolu bir salona girdik. Bir heykel seçti. Papier Enkz denilen bir kağıt üzerine füzenle bir heykelin resmini yapmamı, zaman zaman gelip yaptıklarımı gelip göreceğini, talimat vereceğini, gerektiğinde model değiştireceğini söyledi ve kapıcıya da bir takım talimatlar verdi. “Allah kolaylık versin” diyerek gitti.

Ben her gün sabahleyin gelip akşama kadar bu ıssız okulda çalışmağa başladım. Üstat ara sıra gelir “Olmamış evlat” diyerek eliyle yaptıklarımı siler, yeniden başlatır, bazan düzeltir, o model bittikten sonra yenisine başlatırdı. Ya bir büst, ya bir boy heykeli olurdu bu. Cepheden, yandan, arkadan veya yarı cepheden türlü pozlardan sabırla, aşkla ben sürekli olarak füzenle resim yapardım. Birkaç defa beni atölyesine çağırdı. Yağlıboya nasıl resim yaptığını gösterdi. Bu dersler üç ay böyle sürüp gitti.

Balıkesirli arkadaşlardan İstanbul’da kimse yoktu. Yalnız ara sıra kırtasiyeci Kadir gelir giderdi. Bir de halamın oğlu Yakup vardı, onunla buluşur geceleri Beyoğlu’na gezmeye giderdik.

İstanbul Erkek Lisesine Geçiş

Ağustostan itibaren İstanbul Erkek Lisesine kaydolunmak üzere tek tük arkadaş gelmeye başladı. Onlar gibi ben de İstanbul Lisesi’ne girmek istedim. Ama ailemin maddi imkanları lisede yatılı olarak beni okutmaya müsait değildi. Gerçi liseye geçmeğe daha bir yıl vardı, ama ben Balıkesir’de ortayı bitirdikten sonra lise öğrenimime gerek ailemin maddi durumu gerekse Balıkesir’de henüz lise sınıflarının olmayışı bakımından nasıl devam edebilirdim?

Şu halde ne yapıp yapıp şimdiden başımın çaresine bakmam gerekiyordu. Hemen Ali Hikmet Paşa’ya ressam da olsam, bunun yanında lise öğrenimi yapmak lüzumunu bildirerek, beni İstanbul Lisesi’ne parasız yatılı olarak yerleştirmesini bir mektupla rica ettim.

Durumu babama da takip etmesi için yazdım… Paşa durumumu Dumlupınar’da Maarif Vekili Vasıf (Çınar) Bey’e söylemiş ve vaat almış. Ben yine de kendi başıma eylül ayında kayıtlar sırasında sözüm ona paralı olarak liseye kayıt olmak için sıra numarası almaya çalıştım, müracaatım hiçbir bir sonuç vermedi. Daha sonra Balıkesir’den Maarif Vekaletinin parasız yatılı olarak liseye alınmam hakkındaki yazısının tarih ve numarası geldi. Hemen Liseye koştum. İkinci müdür “böyle bir yazı filan gelmedi” diyerek beni adeta tersledi. Ama iki gün sonra yine gittiğimde “Ha evet evladım geldi…” diye yumuşak, tatlı, babacan bir eda ile bana muamele etti ve ben de bir iki gün içinde Liseye yerleştim.

1924-1925 ders yılı gayet iyi geçti. Anadolu’nun her köşesinden gelen parasız yatılı, paralı yatılı ve gündüzlü arkadaşlarım arasından ders yılı ortasında uslululuk ve çalışkanlığımla hocalarımın ve “muallim muavinlerin” dikkatini çektim. Öte yandan Resimde, “Hüsnü Hat”ta, Tarih ve Türkçede, ağırbaşlılıkta, geçimde, temiz ve iyi giyimde çevremde iyi tanındım ve sınıfı pekiyi derecede geçtim. Yaz tatilini Balıkesir’de ailemin yanında geçirdim.

Mezun olduğum 1928 yılına dek ders bakımından herşey iyi gitti. Benim okuldaki dört yılım içinde üç müdür (Lütfü bey, Besim bey, Celal Ferdi bey ) değişti. Bazılarınca gayet iyi tanındım, bazılarınca silik geçtim. Fakat hiçbir zaman kırık not almadım.

İstanbul Erkek Lisesini ikincilikle bitirdim ve edebiyat bölümünden mezun oldum.

Cumhuriyetin öncüleri yetişiyor

Lisede iken Fransızcam oldukça kuvvetli idi. Lise 2’de iken Guy de Maupassant’ın romanlarıyla Anatol De France’ın bir romanını ve Fransız okullarında okunan bazı fransızca parçaları öğretmenimiz Lütfü Beyin teşvikiyle okumuştum. Fransızcaya karşı merakım artmış ve küçüklüğümden beri tercümelerini okuduğum büyük romanların çok etkisi altında kalmış idim. Paris, Sorbonne, Quartier Latin hayalimde ara sıra canlanırdı.

1928 yılının şubat ayında bir gece rüyamda Paris’te imişim. Quartier Latin’de, Sorbonne civarında küçük daracık sokaklarda bir hayli dolaşmışımtım. Bir lokantada yemek dahi yemiştim. (Hayret edilecek şey, sonradan Paris’e gittiğimde rüyada gezdiğim yerleri tanıdım.)

Sanırım Mayıs ayında, Liseye Bakanlıktan öğretmen yetiştirilmek için Avrupa’ya lise mezunları arasından burslu öğrenci gönderileceği hakkında bir genelge gelmiş. Bazı arkadaşlarla konuştuk. İmtihana girmeğe karar verdik. Ben tarih-coğrafya bölümü için talip oldum.

Mezuniyet ve Bakalorya imtihanından sonra Pendik’e askerlik kampına gittik. Kamp bir ay sürdü. Bu sırada ben bol bol tarih kitapları okudum. Kampın bitiminde Lisemizdeki burs imtihanına girdim. İmtihan, her dersten olarak, sabahtan akşama dek sürdü ve yazılı olarak çok sıkı bir şekilde yapıldı. Öğle yemeğinde bile bizi dışarı bırakmadılar. Masalarımızın başından ayrılmadan bir taraftan yazdık, bir taraftan aldırdığımız ekmek peyniri yedik. Adamakıllı tecrit edilmiştik. Helaya bile muallim muavini eşliğinde gidiyorduk….

Devlet Bursu Kazananlara Yurtdışında Eğitim

İmtihandan sonra Balıkesir’e gittim. Orada sonucu bekliyordum. Eylül ayında bir gün berber Kadir’le arkadaşlardan Ferit (Tüzel) elinde Cumhuriyet gazetesiyle gelerek “müjde müjde Refetciğim imtihanı kazandın…” diye boynuma sarıldı. Evet imtihanı kazanmıştım ama sonunda öğretmen olmak için acaba Avrupa’ya gidecek miydim? Kararlı değildim. Peki niçin imtihana girmiştim? Gururlanmak için! Yaz tatilinde Balıkesir’e gelmeden önce Müdür Celal Ferdi Bey muavinler odasında bana öğretmenlik için Avrupa’ya gitmememi, Maarif Vekaletinin elinde oyuncak olacağımı, kabiliyetlerime göre bana en yakışanın Mülkiye olduğunu, Mülkiyelilerin geleceğinin daha parlak olduğunu ve kendisinin de iyi bir veli olabileceğini söylemişti. Bu sözlerin etkisi altında Mülkiye imtihanlarına girmeye karar vermiştim.

Eylül ayında Bakanlık bana imtihan sonucunu yazıyla bildirdi ve kefalet senedi gönderdi. İstanbul’dan arkadaşlardan da mektup almıştım. ( 11 eylül 1928 Salı tarihli Cumhuriyet gazetesi Maarif Vekaleti burs imtihanlarının sonuçlarını bir liste halinde yazıyordu. ) Kefalet senedini noterlikte babam imza etti. Ailem ve yakınlarım pek memnundu. Yalnız annem muhalifti. ‘Pek uzaklara gidiyorsun oğlum…’ diye ağlıyordu. Babamla birlikte onu teselli ettik.

İstanbul’a gittiğimde arkadaşlarla buluştuk. Fakat ben tam kararlı değildim. Bu durumu ve Mülkiye imtihanlarına gireceğimi onlara söyledim. Güldüler ve itiraz ettiler.

Birgün Kadıköy’de oturan eski müdürümüz ve fransızca öğretmenimiz Lütfü Beyi ziyarete gittik. Hocamız bizi kutladı ve mutluluğunu anlatırken Mehmet benim Fransa’ya gitmekten caydığımı söyledi. Hoca çok kızdı. Beni hem övdü ve hem de bana bir hayli çıkıştı ve sözünü “Eğer gitmezsen hakkımı helal etmem…” diyerek noktaladı. Sözlerinin etkisi altında kaldım ve gideceğime dair söz verdim. Böylece Fransa’ya vatan uğruna gitmeye karar verdim.

İstanbul’da Türk Ocağı’na gider gelirdim. Orada birçok Anadolucu vatanseverle tanışmıştım. Bunlardan Dr.İbrahim ile bir gün Gülhane Parkı Gazinosu’nda oturduk, memleketin kalkınması hakkında konuştuk. O da Fransa’ya gidecekti. Batı ilim ve irfanını, medeniyetini yurdumuza getirecektik. Japonlar gibi çalışarak üstün bir millet haline gelecektik ve ilahare …

Maarif Vekaleti Eylül ayında diğer arkadaşlar gibi bana da gönderdiği teksir edilmiş bir yazıda ;

Liselere muallim yetiştirmek maksadiyle lise mezunları arasında yapılan müsabakada muvaffak olduğunuzdan Avrupa’da ikmali-tahsil etmek üzere Fransa’nın Grenoble şehrine iyam ediliyorsunuz …

diye yazıyor ve 20 maddelik bir talimat veriyordu. Bu talimatta üçyüz lira Türk lirasından ibaret yolluk alacağımızdan, hareket günümüzü “Maarif Müfettişi Umumilerinden Salih Zeki beyden öğreneceğimizden, bir yıl Grenoble Lisesinde dört yıl da üniversitede Derviş Efendi ile birlikte okuyacağımızdan, Ekim maaşını ay sonunda orada alacağımızdan, diğer aylıkları da her ay sonunda verileceğinden ve tahsil planından bahsolunuyor ve sonunda Mehmet Rüştü parafı ve Mustafa Necati imzasıyla şöyle hitap olunuyordu :

Aziz genç,

Önünde yeni ve feyizli bir ufuk açılmıştır. Bu ufka doğru çok kuvvetli bir şevk ve heyecanla atıldığından eminim. Gideceğin ilim ve İrfan diyarında yılmak bilmeyen hudutsuz bir azimle çalışmak hem vazifen hem de borcundur. Bulunacağın yerlerde herşeyden azami istifadeyi düşünmekle beraber hassaten centilmen bir Türk gencine yakışacak bir surette hareket ederek etrafında bulunanların muhabbetini, takdirini ve hatta hürmetini kazanmalısın. Seni aziz vatanın birçok ümitler besleyerek ve azim fedakarlıklar ihtiyarı ile gönderdiğini unutma ve ona göre çalış.

Yolun açık olsun, muvaffakiyetler dilerim. “

İşte bu sözler hocamız Lütfü Beyin sözleri ve nihayet Türklük ve Türkçülük hakkındaki duygularım bana kararımı verdirmişti.

Yolculuk Başlıyor

3 Ekim 1928 Çarşamba günü sabahleyin kız erkek 30 kadar öğrenci Tophane’de İtalyan Bandıralı Brezilya vapuruna bindik. İstanbul Liseliler ve Galatasaraylılardan ibaret büyük bir kalabalık bizi geçirdi. İstanbul Lisesinin işçileri boru sesleriyle bizi uğurladılar. (3 Ekim 1928 Çarşamba, saat 9:00)

Marsilya’ya giden bir yabancı vapurunda olmamıza rağmen, Marmara’da kendimizi yurt içinde hissediyorduk. Bütün bursiyer arkadaşlarla tanıştık, her birimiz bir bilim dalında öğrenim yapmak üzere Fransa’nın bir şehrine gidiyordu. Bir ara İstanbul Liseliler toplandık. Lise Müdürümüze vapurdan bir teşekkür ve ayrılış telgrafı çekmeğe karar verdik. Bu iş için Mehmet ile ben görevlendirildim. Metin aynen şöyledir :

Muhterem Müdürümüz Celal Ferdi Beye, Anavatandan ayrılırken sevgili mektebimizin bizi Teşyi etmekle göstermiş olduğu samimi ve müşfikane hareketten çok mütehassızız. Esmayi Teşyide muhterem hocalarımızın, aziz kardeşlerimizin, sevgili izcilerimizin candan gelen ve canlarımıza gelen tezahuratı karşısında duyduğumuz heyecanların derin tehassusatı kalplerimizde ebedi ve sönmez izler bıraktı.

Mektebimizin şerefini her yerde her zaman gösteren ve yükselten pek kıymetli ocağımızın göğüslerimize taktığı sarı-siyah ve İ.S. ni ebedi bir hatıra olarak kalplerimizin üzerinden ayırmayacağız.

Bizi senelerce kucağında besleyen ve yetiştiren mektebimize, bize ilim ve fazilet duygularını aşılayan hocalarımıza ve yine bize samimiyet ve kardeşliğin ulviyetini duyuran çok sevdiğimiz kardeşlerimize, her an her ufukta kulaklarımızda boru seslerinin akislerini duyduğumuz izcilerimize karşı bütün benliğimizden kopup gelen hararetli selamlarımızı lütfen iblağ buyurmanızı rica ederiz muhterem müdürümüz.

Fransa’ya tahsile giden İstanbul Erkek Lisesi Talebesi”

(*) 4 ekim 1928 Perşembe tarihli Cumhuriyet gazetesi bizim ayrılışımızı ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.

Yolculuğumuz beş gün beş gece sürdü. Ertesi günün sabahı Pire Limanında demirledik. Pire perişan, göçmenlerle dolu idi. Her tarafta baraka gibi ev ve dükkanlar vardı. Oradan birkaç arkadaş Atina’ya gittik. Akrapol’u gezdik. Bir Yunanlı genç bize hem rehberlik etti, hem ikramda bulundu.

Babama yazdığım kartpostallara göre

3 Ekim 1928 Barzilia adlı İtalyan vapuru ile yola çıktık.

4 Ekim Perşembe Pire’de, ve Cuma.

6 Ekim Cumartesi Napoli’de ve Pazar

8 Ekim Pazartesi Marsilya.

Bizim için en ilginç şey öğleyin Korintos Kanalını(1) geçerken gördüğümüz manzara idi. Cumartesi günü Napoli’ye vardık. Yine bir grup arkadaşlarla Pompei şehirlerinin yıkıntılarını ve Napoli’nin kapalı çarşısı ile panoramasını gezdik. …

Fransa’ya Varış

Nihayet Pazartesi sabahı Marsilya’ya ayak bastık. Bavullarımızı emanetçiye bıraktık. Gideceğimiz şehirlere giden tren saatlerini öğrendik. Derviş ile benim gideceğimiz Grenole’a tren gece yarısı kalkıyordu. Gündüzün gidecek arkadaşlarla vedalaştık. Sonra grup grup Marsilya’ya yayıldık. Bu şehrin birçok yerlerini gezdik. Öğle yemeğini limanda bir lokantada yedik. Bildiğimizi sandığımız fransızcanın ilk tecrübelerini yaptık. Akşam yemeğini de yine bir yerde yedik. Saat 21’de gara geldiğimizde bütün arkadaşlar bir yöne gitmişler, Derviş ile ben ikimiz kalmıştık. Turşu gibi idik.

Derin bir hüzün ve gurbet içinde tren saatimizi bekledik. Bol bol, garip garip dertleştik. Bu bekleyişi hiçbir zaman unutamam.

Grenoble Şampilyon Lisesi’nde Sıcak Karşılama

“Sabahın erken saatlerinde dağların arasına sıkışmış sisli bir geniş ovada bulunan Grenoble’a vardık. Garın karşısındaki bir kahvede kahvaltı ettik. Sonra da Lycee de Garcon’u aramaya koyulduk. Bir lise bulduk, adı Lycee Champollion. Birisine daha sorduk. İşte burası dedi. Biz iki arkadaş lisenin esas adını bilmediğimizden bir saatten beri Ille de Lycee de Garcon’u arıyorduk…Çünkü ellerimizdeki mektupların üstünde Lycee de Garcon yazılı idi…

Bizi doğruca Monsieur Proviseur’e götürdüler. Müdürün özel sekreteri bizi hemen müdürün odasına götürdü. Yaşlıca gözlüklü bir zat olan müdür bizi gayet iyi karşıladı. Bizimle biraz konuştu ve yerleşmemiz için emirler verdi. Başarılar diledi, bir hacetimiz olursa doğruca kendisini görmemizi tenbih etti. Bu zat edebiyat doktoru Paul Brucher imiş. Sonra Monsieur Le Ceuser’e, daha sonra da Surveillant General’e götürdüler. Yerlerimiz ve ihtiyaçlarımız tesbit edildi. O gün ihtiyaçlarımızı satın almak için izin verdiler…

Akşama Etüde nezaret eden Monsieur Pejon adında gün görmüş, doğuda ve Arabistan’da bulunmuş babacan Türk dostu zat idi. İlk gecemizi lise yatakhanesinde geçirdik. …Ertesi gün de Classe de Philosophie sınıfına devama başladık. Ders yılı sonuna kadar sıkı bir disiplin altına girdik. Bir taraftan son sınıf derslerini normal olarak takip ettik, bir taraftan da özel fransızca dersler aldık ve yabancılara mahsus kursla devam ettik. Yıl sonunda bize ayrıca diploma gibi birşey verdiler. Artık üniversite derslerini izleyebilecektik.

Ders yılı sonunda (Temmuz 1929) Üniversitede matematik öğrenimi yapan bir arkadaşın delaletiyle Haute Savore’de Annecy’de Monsieur Lachaux ailesi yanına pansiyoner olarak gittim. Üniversite açılıncaya kadar orada yazı geçirdim.

Grenoble Üniversitesi’nde Tarih ve Coğrafya Eğitimi

Yaz bitince Grenoble Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi Tarih Coğrafya bölümüne kaydoldum ve devama başladım.

Öte yandan da bir aile yanında pansiyon aradım, sonunda buldum. Bu, Avenue Alsas Lorraine’de oturan Monsieur Rene Dalmas de Re’otier ailesiydi. Karı koca bir de 16 yaşında Maurice adında bir erkek çocuğu olan bir aileydi. 1929 Ekim ayından 1932 yılı sonuna kadar bu aile yanında kaldım. Fransız toplum hayatına ait herşeyi Lachaux ailesiyle bu Dalmas ailesinden öğrendim. Dalmas ailesi bana ailenin bir ferdi olarak baktı ve bana oğullarından farksız muamele etti. Keza Lachaux ailesi de beni kendi oğulları gibi sevmişti.

Dalmas ailesi yanında dört yıl kadar kalmıştım, sıkılmıştım. Bunu Madame Dalmas’a söyledim ve yeni kurulmuş bir pansiyona çıktım. Huysuz ve yaşlı bir bayandı pansiyon sahibi. Yanında devamlı oturulamazdı. Ayrıca pansiyonda da rahat edemedim. Nihayet 1933 yazından sonra Rue Hebert’teki Madame Audonin’in yemekli pansiyonuna girdim. Bu pansiyonda bir yıl kadar bir yaşantım oldu.

Ondan sonra Rue Bayand’da karı koca dilsiz bir matbaa mürettibinin evinde yemeksiz pansiyonda kaldım ki, bu aile bana mutluluk konusunda çok şey öğretti. Son pansiyonum işte bu fazilet yuvası oldu

1933 yazını Villard’da Raus’da bir aile pansiyonu olan Belle Vue’de geçirdim. Pansiyon sahibi Madame de Fougalland üzerinde büyük etkim oldu. Renee Espitalier ile tanıştım, Cezayir’de bir kolej hocasıydı ve çok bilgili idi. Ondan çok şey özellikle Latince ve klasikleri öğrendim.

Üniversitede öğrencilik hayatım başından sonuna dek çok iyi ve itibarlı geçti. Tarih, coğrafya hocaları üç ayrı binada ders yapıyorlardı ; coğrafya hocalarım Monsieur Raoul Blanchard, J. Blache ve R. Parde idi. Derslerimi Tris Cloitres yanındaki eski başpiskoposluk binasında bulunan Enstitute de Geographie Alpine’de yaparlardı. İlk hocam Monsieur Plassard, Placa Verdum’deki üniversite binasında, Modern Tarih hocaları (Monsieur Esmonin, Monsieur Guedel) ile İlk ve Ortaçağ Tarihi hocaları Monsieur Latouche, Monsieur Müller, Monsieur Letonnelier idi. Her yıl hocalarımız bizi uygulama gezisine çıkarırlardı. Bu tatbikat dersleri gereği olarak Valilik arşivlerini, Lyon’u, Nimes’i, Briançonmais’yi, Savoi’yi bütün güney doğu Fransa’yı, Korsika’yı gezdik.

……….

Haziran ve Ekim dönemlerinde iki sertifika imtihanlarımı da vererek lisansımı bitirdim.

Paris’teki Müfettiş ile bir profesörüm doktora yapmamı tavsiye ettiler. Müfettiş Bakanlığa yazdığını ve cevap beklediğini bildirdi. Aralık ayına kadar bekledim. Nihayet bakanlığın olumsuz cevabı üzerine memlekete döndüm.

Aralık 1934 Türkiye’de idim. Istanbul’daki arkadaşlarımın bir kısmı İstanbul Üniversitesindeki yerlerinin hazır olduğunu, üniversiteye hemen başvurmamı, bir kısmı ise Ankara’ya gidip bu işi oradan yaptırmaklığımı tavsiye ettiler. Ben ikinci şıkkı tercih ettim ve Ankara’ya hareket ettim.

Ankara’da umduğumu bulamadım. Yükseköğretim ve Ortaöğretim Genel Müdürlükleri ve Bakanlık ile yaptığım lisans ögrenimime büyük bir değer vermekle beraber ikinci derecedeki kişilerin kıskançlıkları yüzünden ciddi olmayan hareketleriyle karşılaştım.:

  • Önce tayinimi geciktirdiler. Buna hakları yoktu. Çünkü burslu idim.

  • Sonra yüksek öğrenime tayin hususundaki mazuratımı dikkate almadan (sözüm ona vatan millet diyerek) diledikleri yere tayin ettiler.

……

Vatanın her köşesinde ve her öğretimde ben seve seve çalışırım. Ben esasen böyle bir maksatla yetiştim” dedimse de onların bana cevabı “Git Erzurum dağlarına da aklın başına gelsin…” oldu.

Aralık sonuna doğru beni Yozgat Lisesi’ne 25 lira asli maaşla coğrafya ve fransızca öğretmeni olarak tayin ettiler. Ankara’ya geldiğimde anne ve babamı görmemiştim. Tayinim uzun sürdüğünden ve param da kalmadığından bir an önce görev başına gitmem gerekiyordu. Memleketime gidemedim.

Fransa’dan bir sürü kitapla dönmüştüm. Onları arkadaşım Kemal’e bıraktım. Kemal onları bir bir saymış, numaralamış, gaz sandıklarına yerleştirmiş. Birgün gelir alır demiş.

Aralık ayının sonuna doğru Yozgat’a yollandım. Yerköy’e kadar trenle, sonra bir kamyonun önünde karanlıkta Yozgat’a vardım. Meydanda indim. Lise Müdürünü sordum. Beni evine götürdüler. Müdür tanıdık hemşehri çıktı. Beni yer buluncaya kadar evinde, kendi odasında misafir etti. Ertesi sabah liseye beraber gittik. Bütün personel ile tanıştık. Program yapıldı. Böylece göreve başladım. Haftada 24 saat dersim vardı. “

İşte idealist ve Atatürk’ün çizdiği yolda yürümeye and içmiş bir Türk gencinin Avrupa’da gördüğü yüksek eğitimden sonra Anadolu’daki çilekeş serüveni böyle başlıyor ve görevlerine Yozgat’tan sonra, Konya, Adana, Antalya, Ankara Gazi Lisesi, Balıkesir Lisesi gibi okullarda ve şehirlerde lise öğretmenliği, lise müdürlüğü ve Milli Eğitim Müdürlüğü görevlerinde uzun yıllar çalışarak vatanına hizmet borcunu ödüyor.

Atatürk’ün eğitim politikalarının ve cumhuriyetin öncülerinin bütün öğretmenlerimize, hepimize örnek olması dileğiyle…


Kaynakça

(1) DUMLUPINAR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ

DUMLUPINAR UNIVERSITY JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES E-ISSN: 2587-005X http://dergipark.gov.tr/dpusbe Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 66, 335-347; 2020 335 Araştırma Makalesi / Research Artıcle CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDAKİ (1924-1928) İLKOKUL TARİH DERS KİTAPLARINDA MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİNİN SİYASİ VE DİPLOMATİK GELİŞMELERİ Ahmet VURGUN Yasin ÖZDEMİR

  1. https://www.ytur.net/yurtdisi/yunanistan/atina/korint-kanali

  1. Yıllık Efsane Su Yolu Korint Kanalı, Saronik ve Korint körfezlerini birbirine bağlayan yapay bir su yoludur. Aynı zamanda Mora Yarımadası’nı Yunanistan ana karasından ayıran bir kanalın adıdır. Toplam uzunluğu 6.4 kilometre, genişliği ise 21.4 metredir. Kanalın genişliğinin az olması sebebiyle her gemi buradan geçiş yapamamaktadır.

Korint Kanalı’nın Hikayesi

Korint Kanalı’nın yapım fikri oldukça eski tarihlere dayanmaktadır. İlk olarak Antik Yunan döneminde milattan önce 7. yüzyılda Tiran Periander kanalın yapılması fikrini ortaya atmıştır. Ancak bazı zorluklar ve tanrıların kanalın yapılmasına kızacağı düşüncesi sebebiyle projeye başlanmamıştır. Milattan sonra 67 yılında ise, bu sefer Roma İmparatoru Neron tarafından Korint Kanalı’nın yapımı başlatılmıştır.

Kanalın yapımı için 6.000 adet köle işçi görevlendirilmiş olmasına rağmen, bölgenin kayalık yapısından dolayı proje İmparator Neron’un ölümünden sonra durdurulmuştur. 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra, Korint fikri tekrar gündeme gelmiştir. Böylelikle projeye 1882 yılında başlanmıştır. Kanalın inşası 11 yıl sürerek 1893’te sona ermiştir.

Resim 4 https://images.ykykultur.com.tr/upload/image/22d148c9-a5d7-4e70-b6e4-485422127ce7.jpg

Bunları da sevebilirsiniz