Almanya’da 1848 Devrimlerinde yükselen işçi hareketinin karşıdevrim tarafından ezilmesi, Bismarck döneminde1 önemli bir işçi sınıfı direnişi ortaya çıkmasını önleyememiş, yaygın bir muhalefetin oluşmasını engelleyememişti.
Ancak yasaklar ve sansür sınır tanımaz bir pervasızlıkla uygulandı. Ülkede çıkan 47 gazeteden 45’i yasaklandı.
Prusya aristokrasisinin temsilcilerinden Robert Viktor Puttkamer (1810-1900; Bismarck’ın karısının ailesindendi), başbakan yardımcısı ve içişleri bakanı olarak kitlesel davalar açılması için uğraştı.2
Bismarck’a göre devlet, muhalefete karşı uygulamalarında “nefsi müdafaa” yapıyordu ve bunu yaparken kimse devleti “araçların seçimi dolayısıyla suçlayamaz”dı. Bütün sendikalar kapatıldı.
Alman işçi örgütlenmeleri ve hareketleri
1863’te Ferdinand Lassalle (1825-1864) tarafından kurulan Alman İşçiler Derneği (Allgemeine Deutsche Arbeiterverein / ADAV), baskılara karşı ilk önemli kalkan olmuştu. Onu 1866 yılında kurulan Sosyalist İşçi Partisi (Sozialistische Arbeiterpartei / SAP) izledi. Parti olarak kısa zamanda büyük bir gelişme gösterdi. Ancak Bismarck’ın çare olarak düşündüğü önlemler, SAP’ta bir bütün olarak disiplinin ve amaçlı direncin gelişmesine katkıda bulundu.
Sosyalist İşçi Partisi, 25 bin üyesi olduğu sonraki yıllarda Gotha’da Alman İşçiler Derneği ile birleşerek ülkedeki en önemli siyasal güç haline gelmeyi amaçladı. Yeni bir programı vardı. Almanya’da doğan Avrupa’nın ilk sosyalist partisi, 1869 yılındaki Eisenach Kongresi’nde Sosyal Demokrat İşçi Partisi (Soziademokratische Arbeiterpartei / SDAP) adını aldı. İlk olarak bu kongrede kullanılmış olan “sosyal demokrasi”, Avrupa’daki neredeyse bütün sol partiler için bir tanımlanma olmaya başlamış ve böylece “sosyal demokrat” kavramı devrimcilik olarak siyasal literatüre girmişti. Bu kavram, “1880’lere kadar, bazen devrimci bazen reformcu içeriklerle yüklenmiş bir belirsizlik içinde kullanı”lacaktı. Ancak “1880’lerin başlarından Birinci Dünya Savaşı başlangıcına kadar, esas olarak Marksizmnin etkisiyle proleter-devrimci anlamında kullanıldı”. “Bu dönemin sonunda ise modern anlamını kazanarak günümüze kadar geldi.”3
Bismarck tarafından kapatılması, bu partinin yükselişini önleyemeyecekti. Bismarck’ın hesap edemediği ve öngöremediği, büyük sanayileşme hamlesinin hızla bir işçi sınıfı yaratacağı, bu sınıfın kendi siyasal örgütlenmesini kurabileceği ve bu örgütlenmenin baskılara karşın gelişebileceğiydi.
1878’de Bismarck, Sosyalistlere Karşı Yasa’yı çıkardı. Bütün işçi önderleri yakalanmaya çalışıldı.
1891 yılında baskılar karşısında mücadelesini zayıflayarak sürdüren partileri kapatılmış sosyal demokratlar, “sosyalistlere karşı yasa”nın 90 yılının ortalarında yürürlükten kaldırılması üzerine Erfurt’ta bir araya gelerek Almanya Sosyal Demokrat Partisi (Sozialdemokratische Partei Deutschland / SPD) adıyla yeniden bir parti kurdular.4 Amaç tekrar yasal mücadele için şartları zorlamaktı.
Daha sonra hep Almanya Sosyal Demokrat Partisi olarak anılacaktır.
“Bismarck’ın SPD’ye karşı yürüttüğü kampanya sadece sosyalist zihniyeti tasfiye etme girişiminde başarısız olmakla kalmadı, aynı zamanda sosyalizmin 1913 itibarıyla en güçlü unsur olarak Reichsstag’daki nihai yükselişine de katkıda bulundu.”5
1869’da Bilimsel Sosyalizmi ilke edinen ilk parti olarak kurulmasına rağmen, 20. yüzyıl başında geçirdiği değişimle bir dönüş yapmıştı. “Marksizm hiç bir zaman Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin merkezi görüşü olmamıştır.”6
Partinin 1912 seçimlerinde aldığı oy 4 milyonun, 1914’teki üye sayısı bir milyonun üstündeydi; seçimde oy oranı seçmenin üçte birinden, parlamentoda milletvekili sayısı ise yüzden fazlaydı. Bu gelişme Reichstag’da en büyük parti olmasına yol açacaktı. SPD, 1878’de 478 bin, 1881’de 310 bin, 1884’te 550 bin, 1887’de 763 bin, 1890’da 1.477 bin oy almıştı. Bu gelişmede, Erfurt’ta yapılan kongrenin partiyi baskı şartlarına karşı ideolojik olarak güçlendirmiş ve bilemiş olmasının önemli bir payı bulunmaktadır. Ancak proletaryanın gelişmişliği belirleyicidir. “1895’te 269 bin işçiye sahip olan Almanya’da 1909’a gelindiğinde işçi sayısı 3 milyona çıkmıştı.”7
Baskıyla istenen çözüme ulaşılamayacağının farkedildiği zaman da Bismarck baskıyı “devlet sosyalizmi” ile hafifleterek dengelemeye çalıştı. Buna rağmen, ilerlemeler ve kazanılan yeni mevziler, işçiler tarafından, Bismarck’ın cömertliğine ve iyiniyetine değil, devrimci muhalefetin yaptığı mücadeleye yoruluyordu.
Bismarck işçi mücadelelerine baskıyı bir iç sorun olarak ele almadı, bu konuda “uluslararası” ve devletlerarası bir ortak tutum da gerekiyordu. Devrim yalnız Almanya’yı değil, “herkesi” tehdit ediyordu. Devrime karşı olan devletlerle birlikte hareket etmeyi de planladı ve 1872’de Avusturya ve Rusya hükümetleriyle Dreikaiserbund‘u (“Üç İmparator Birliği”ni) kurdu. Buna göre, üç hükümet, sosyalizme ve benzer radikal akımlara karşı alınacak önlemlerde işbirliği yapmaya sorumlu kılınıyordu. Ayrıca bununla monarşiler arasında bir dayanışma ve dayanışmanın şartı olan barış da yaratılabilirdi. Bu birlik, aynı zamanda Fransa’ya karşı monarşilerin dayanışması, Fransa’nın tecrit edilmesi ve Fransız devrimciliğinin, cumhuriyetçiliğinin olumsuzlanması açılarından da anlamlıydı. “Kutsal ittifak” modeli üzerine kurulan birlik, dış politika açısından da bir anlam taşıyordu, hem Fransa’yı dışladığı ve tecrit ettiği için yararlıydı, hem de Rusya-Fransa yakınlaşmasının önünü kesmeye yarıyordu. (Almanya, 1879’da Avusturya ile yaptığı anlaşma ile Bismarck’ın “Avrupa sistemi”nin temelini kurmuştu. Rusya’nın uzaklaştırılması ve İtalya’nın çekilmesi, birliğin “Üçlü İttifak”a dönüşmesini sağlayacaktır.)
Almanya’da atılım, gelişme, “Birlik” ve İmparatorluk
1848’den sonra Alman burjuvazisi, “görülmemiş bir iktisadi yükseliş” yaşamıştı.8 Almanya, bazı bakımlardan ve bazı alanlarda dünyanın en ileri ve en gelişmiş ülkesi durumuna geliyordu. Ama cesaretsiz burjuvazi, daha önceki devrimlere olduğu gibi 48 Devrimine de önderlik edememiş, Devrim ezilmişti. 48 Devrimleri Alman devletlerinde gericilik tarafından ezildiği için Alman Birliği’ne açılım, halk hareketine ve demokratik yollara kapanmıştı. Alman Birliği sağlandı ama ortaya çıkan milli devlet Büyük Fransız Devriminin milliyetçilik anlayışından çok farklı ve hatta ona ters bir çizgiye sahipti. Sonuç, Cumhuriyet değil, “imparatorluk”tu.
Ayrıca Birlik, mümkün olabilecek en geniş, en kapsamlı birlik değildi. “Küçük Almanya’ydı.9
“Düşmanlık”, Almanya’nın değişmez ve belirgin bir rengine dönüşüyordu. Yurtseverlik, komşular dahil herkesle düşmanlığa, düşmanlık da savaşlara açılıma dönüşmüştü. Toplum içi düşmanlıklar ayrılıkçılık ve ırkçılık kapılarını araladı. Günah keçisi Yahudiler Almanlığın malzemesi oldu. Birlik ayrışmalı bir süreçten geçti. Avusturya Birliğin dışında bırakıldı. Birleşmiş Almanya, Almanlık temelinde, yani Cermen devleti olarak ortaya çıkacaktı. Karışıklığa yer yoktu.
Toplum kesimlerinde Fransız Devrimine düşmanlığın arkasından “devrimin” Almanya’ya saldırısının (Napoleon’un Prusya ve Avusturya’yı ele geçirmesinin) gelmesi, Alman milliyetçiliğinin “düşmanlık” duygularına mahkum olmasına neden olmuştu. “Düşmanlara” bir bir saldırıldı. Avusturya, Danimarka, Fransa saldırılara uğramakla kalmadı, ezildiler.
Büyük ağır sanayi hamlesi silah yapımına yönlendirilmişti. Almanya dünyanın en fazla silah üreten, en fazla silahlanan ve en fazla silah satan ülkesi oldu. Bismarck, 19. yüzyılın en önemli ve en “başarılı” diktatörüydü. Bütün savaşlarını kazanmış, bütün planlarını uygulayabilmiş, bütün hedeflerini gerçekleştirmişti.
Emperyalistleşmenin engeli kaldırılıyor, sömürgeci olmak isteyen ve “Doğu’ya yönelen” Almanya yaratılıyor!
Bismarck döneminde gerçekleşen bu gelişmeler, Almanya’nın emperyalistleşme doğrultusunda olduğuydu. Ancak Bismarck ihtiyatlılığıyla dünyaya açılmaya uyan bir anlayışta değildi, ufku dardı. O, Avrupacıydı, Kıtada birinci olmak ona yetecekti ve yetiyordu. Oysa emperyalist olmak, dünyanın paylaşılmasında ortaya atılmayı gerektirmekteydi. “Savaşçı”ydı ama Avrupa içinde! Uzaklara açılımlardan kaçınıyordu. Böyle “imparatorluk” mu olurdu?
1888’de imparator olan Wilhelm ise dünya çapında hakimiyet hedeflerine Bismarck’la varamayacağını anladığından bahaneler yaratıp ondan kurtulmayı planladı. Drang nach Osten onunla olmazdı! Hayallerine uygun Kanzler’i bulduğuna inandığı gün adeta bir “darbe” yaptı, komplo kurdular, Bismarck’ın ipi çekildi.
Bismarck’ın iktidardan uzaklaştırılmasıyla Alman tarihinde yeni bir dönem başlatıldı. Büyük bir donanma da kurmakta olan Almanya İmparatorluğu, emperyalist olmanın gereklerine hazırlanıyor, denizlere ve dünyaya açılma planları yapıyordu.
Örneğin, Berlin-Bağdat Demiryolu Hattı Projesi bunlardan biri ve en önemlisiydi.
Ayrıca 1890’lı yıllar Almanya sömürgeciliğinin yıllarıydı. Afrika’da (iklim zorlukları yüzünden en sona bırakılmış olan) birçok yer işgal edildi, sömürgeleştirildi.
Bütün bunlar, Alman, Batılı ve “Batıcı” tarihyazımı için bir yönetim değişikliği”, “devlet kadrolarında bir yenilenme” anlamı kazanmışken, Batı dışındaki dünya için oldukça başka anlamlar taşımaktaydı. Almanya’ya kapitalizmin yetmez oluşu, Asya ve Asyalılar için, tabii Asya‘nın en batısındaki ülke olan Türkiye ve toplumu için, bütün mazlumlar dünyası için, yaşanılan günle ve gelecekle ilgili bir başka bir özelliği ifade ediyordu. Batı da içinde olmak üzere bütün dünyanın kaderi üzerinde etkili olacak yeni bir dönem açılıyordu.
Almanya’nın emperyalistleşmesindeki sorunlar ve sakatlıklar!
1890 sonrası dönemdeki bütün sanşölyeler Bismarck çizgisinin dışında bir yol izlediler. Ordu komutanları yeni uygulamalardan umutluydular ama aynı zamanda da sabırsızdılar. Temeli Prusya’nın baskıcı anlayışlarıyla örülmüş monarşinin ve seçkin yöneticilerin otokratik gelenekleri, parlamenter demokrasinin hakkı olan tavizlerle bağdaşamazdı ve bağdaşamıyordu. Hakim sınıflar tabandan yükselen bir baskıyla karşı karşıyaydı ve devrim tedirginliği yaşıyorlardı. Reichstag‘da insiyatifin ve kontrolün sosyalistlerin, ilericilerin ve liberallerin eline geçmesinden korkuluyordu. Büyük sanayi hamlesinin hızlı ve aşırı derecede büyüttüğü işçi sınıfı, feodal sınıf anlayışlarından, imkan olduğunda bir gerici darbenin yasama gücünü yok edeceğinden, oy haklarının ellerinden alınacağından vb. kaygı duyuyordu. Geniş orta sınıflar parlamenter demokrasiye bel bağlamışlardı ama kötümserdiler. Gerilimin siyasal ortamı tıkamaya başladığı bu şartlarda imparator II. Wilhelm, dış sorunları öne çıkararak iç baskıları gevşetmeyi doğru görmeye başladı. Bismarck’ın “düşmanlara” ve “milliyetçiliğe” dayanarak iç sorunları “çözme” anlayışı hortlamış, iç sorunların tartışılması tavsamıştı. Almanya kıtasal bir güç olmaktan çıkar ve bir dünya gücüne dönüşürken ülke ayrıntılar üzerinde oyalanamazdı.
Ancak sorunlu olan bir şey vardı, Almanya’nın bir dünya gücü olma, bir dünya gücü gibi davranma çabaları çok beceriksizce, kaba, fazla saldırgan, ölçüsüz ve aşırıydı. Bismarck, Almanya’nın ihtiyacı olan uzun menzilli yayılmacılığa uzak durmakla yayılmacılık-ilhakçılık açısından doğru yapmamıştı ama sonrasında “doğru” politikayı uygulayanlar ayarı tutturamayarak daha kötüsünü yapacaklardı.
Almanya, kendini kaptırdığı yersiz özgüveninin kurbanı olacak kadar pervasız, ham ve görgüsüzdü.
Diğerleri gibi Almanya da emperyalistti, emperyalist olmuştu, ama irkiltici, batıcı ve ürkütücü şeylerden kaçınma yeteneği hiç yoktu. Kötü ve saldırgan görüntüsünü gizlemeye sanki ihtiyaç duymuyordu. Geç kalmış sömürgeci olarak Afrika’nın güneyinde yerli halklara, Herero ve Nama toplumlarına uyguladığı kıyımlar birkaç yıl içinde bu halkların nüfusunun yarıya inmesine yol açacaktı.10 Engellere ve işini zorlaştıranlara karşı hiç görülmediği kadar sert ve acımasızdı. Ölçüsüzlük yanında kendini haklı ve mazur gösterici ideolojik mekanizmalar arayışı ve icadı da bulunmuyordu, örneğin, “tecrübeli ve başarılı” sömürgeciler, ele geçirdikleri yerlere en azından “medeniyet” götürüyorlar ve böylece insanlığa hizmet ediyorlardı! Ama Almanya’nın sömürgelerine medeniyet “götürdüğü” bile aklına gelmiyordu, bir hizmet yapıyor, iyi bir şeye hizmet ediyor söylemine ihtiyacı olduğunun farkında değildi! (“Sonradan görme” sömürgeci, henüz sömürgeciliğin sorunlarını yaşamamıştı, geç kalmış sömürgeci, 19. yüzyıl sonunda sömürgeciliğe soyunmuş kıta ve kara Avrupa‘sının ülkesi Almanya, sömürgeciliğin 19. yüzyıldaki savunma mekanizmalarından haberdar değildi.)
En büyük güç olmayı hedefleme, düşmanlar üretmişti. Dünyanın en büyük donanmasını ortaya çıkarmaya çalışırken kara ordusu ve birçok başka şey biraz ihmal edilmişti. Silahlanmaya, savaşa ve savaşmaya önem verme, diplomasinin bir kenara atılmasını getirmişti (zaten Bismarck’ın gidişiyle birlikte “diplomasi” de bitmişti). Aklın yerini çok zaman duygular almıştı. Yeterince hazırlık yapmak ve gerektiğinde geri çekilmek konularında zaaflar ortaya çıkmıştı. Çok cepheye bölünme, başarı şansını yok etmişti.
Emperyalist olarak girgindi, güçlüydü ama sömürgecilikte olduğu gibi zaaflı ve eksikliydi.
“Ölçülülük” Bismarck’tı, ondan sonrakiler ise biraz bile olsa ölçülü olamayacak kadar frenden yoksundular.
Giderilemeyen olumsuz özellikler, emperyalistlerarası savaşlarda Almanların hep yenilgilerini doğuracaktı.
Alman işçi hareketinin özellikleri
19. yüzyıl Almanya‘sının devrimci gelişme açısından bir özelliği, Alman işçilerin kitle hareketlerine, Avrupa’da zaman bakımından aşağı yukarı en son katılanlardan olmalarıdır. Bunun esas nedeni, işçi sınıfının Almanya’da 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkmasıdır. 1830’da kırsal bölgelerde yaşayanların kentlerde yaşayanlara oranı 1:4 iken, 1860 itibarıyla bu oran 2:3, 1882’de 3:2, 1895’te 4:1 olmuştu.
Bu yüzden Büyük Fransız Devrimi dönemi ve hemen sonrasında Almanya’da işçi hareketleri olmamış, Almanya Devrimle, aynı zamanda, işçi sınıfının sayısal yetersizliği yüzünden birleşememişti. Ancak bu gecikmenin büyük yararları da olacaktır. Birincisi, işçi sınıfının kısa sürede sayıca artmasının sonucu olan hızlı politikleşme ve buna bağlı olarak ortaya çıkan çarpıcı siyasal gelişmelerdir. Köylük bölgelerden kentlere akan kitlelerin siyasetteki yansıması, devrimci partinin hem ortaya güçlü bir şekilde çıkmasında, hem de sürekli büyük artış gösteren oylarında görülmüştür. SAP’ın 1880’lerin sonunda (ilk girdiği seçimde, 1887) 500 bine yakın olan oyu, 90’da, dört kata yakın artıp 1,5 milyona yükselir. İkincisi, Avrupa’da yüzyılın ortalarına doğru başlayan ve esas olarak yüzyılın ikinci yarısında etkisini gösteren işçi mücadelelerinin, özellikle İngiliz ve Fransız işçilerinin mücadelelerinin çok pahalı olan tecrübelerini değerlendirebilme ve kullanabilme ayrıcalığına Alman işçi hareketinin sahip olmasıdır. Çoğu kaçınılmaz olan Avrupa işçi mücadelelerindeki acemilikler, hatalar ve yanılgılardan kaçınma olanağı, başka hiç bir işçi hareketinde bulunmayan bir avantaja dönüşmüştür Almanya’da. Üçüncüsü, ve en önemlisi, gelişmesi ve “zenginleşmesi” gecikmiş, üstelik sömürgeleri de olmayan Almanya’nın emekçi kitlelerine dünyasal sömürüden pay veremeyerek genel refah düzeyini 19. yüzyıl son on yıllarına kadar fazla yükseltememesidir.11
Alman işçi hareketi, bunların yanı sıra, 19. yüzyılın sonunda Avrupa’daki bütün diğer işçi hareketlerine göre teorik ve kültürel bir üstünlüğe de sahiptir. “Rusya hariç, bütün Avrupa sosyal demokrat hareketi içinde Marksizm ile görece en yakın teması kurmuş ve ondan görece en fazla etkilenmiş olanı, Alman sosyal demokrasisidir.”12 Alman felsefesinin, bilimsel sosyalizmin kaynaklarından biri olmasının bir sonucudur bu üstünlük aynı zamanda.
Bu sayede, Alman işçi hareketi, teorik, siyasal ve ekonomik mücadeleleri birleştirebilme yeteneğine de sahip olmuştur. Bunların sonucu olarak SPD, diğer Avrupa devrimci partilerine oranla en etkili ve en gelişmiş hareketleri yönlendiren parti olarak II. Enternasyonal’de en fazla itibarı ve ağırlığı olan partiydi. Ayrıca Marksizmin II. Enternasyonal’deki etkinliği de Alman devrimcilerinin varlığı ve yönlendirmeleri sonucuydu.
Bütün bunlar yüzünden Marx ve Engels, Alman işçi hareketinin Avrupa’daki işçi hareketleri içinde sosyalizme en yakın işçi hareketi olduğunu ve Alman işçilerinin siyasal mücadelede Avrupa’da en başarılı olacak işçiler olacağını düşünüyorlardı.13 Komünist Partisi Manifestosu’nda Almanya’nın, “17. yüzyıl İngiltere‘si ve 18. yüzyıl Fransa‘sındakinden çok daha gelişmiş bir proletarya” tarafından yapılacak devrimlerin eşiğinde olduğunu yazmışlardı.14 Nitekim öyle de oldu, Alman sosyal demokrasisi 1875 ile 1914 arasındaki dönem boyunca dünya işçi hareketinin başını çekecekti.15
Bütün bunlara karşın önder Wilhelm Liebkneckt’e (1871-1918) göre Almanya’da tek tek işçiler “ekonomik ve siyasal eğitim bakımından İngiliz ve Fransız işçilerinden çok çok geri”ydi. Bunun, Bismarck’ın açıkça, okullarda “okuma-yazma ve biraz hesap dışında” başka bir şey öğretilmemesini buyurması ve uygulatmasıyla ilgisi vardı elbette. Bismarck müfredatlarda “tarih, coğrafya ve doğa bilimlerine hiç yer verilmemeli” demişti.
19. yüzyıl sonunda parlayan ve Lenin’in (1870-1924) önderliğinde ilerleyen Rus Devrimi, Alman devrimci hareketinden hem çok etkilenecek, hem de bu etkilenmeyle Alman devrimci mücadelesinden çok yararlanacaktır.
Alman işçi hareketinde “devletçilik, “dincilik”, “Prusyacılık”
Alman işçi hareketi, sanayi ülkelerindeki işçi hareketlerine göre gecikmesini adeta telafi etmek istercesine köklü ve yaygın bir gelişme de göstermiş, bunun sonucu olarak etkileri büyük olmuştur. Almanya’nın temel özellikleri olan devletçi eğilimlerle Hıristiyanlık, hem işçi hareketlerinden etkilenmiş, hem de işçi hareketlerini etkilemiş ve işçi hareketleri içinde yansımalar göstermiştir. Devlet tarafından korunması öngörülen sosyalist çizgi ile Hıristiyan sosyalizmi olarak adlandırılan yeni akımlar ortaya çıkmıştır.
Alman Sosyal Demokrat işçi hareketinin kurucularından “Prusyacı” Ferdinand Lasalle, Marx’ın deyişiyle “Alman işçilerini on beş yıl süren uykularından uyandırmış” olduğu halde ve uyandırmış olmasına rağmen, sonradan işçi hareketi ve sosyalizmi devletle birleştirmeye çalışan ilke değişikliklerini gündeme getirmişti. İyi bir hatip ve etkili bir eylemci olan Lasalle yoksullara devletin yardım etmesini, bunun için de parlamentolarda işçilerin büyük çoğunluklar oluşturarak devleti buna zorlamasını, sonucunda da devletin yoksulların çıkarlarını savunan ve özgürlükleri uygulayan bir hale geleceğini savunuyordu. Ona göre devlet (Marx’tan farklı ve Marx’a ters olarak), egemen sınıfların baskı aracı değildi. Bu yüzden, devletçi olma temelinde Bismarck’la birleşmiş olduğu yorumlarıyla değerlendirilecekti.16
Burjuvalaşmış Prusyalı Junkerlerin ideologu Johann Karl Rodbertus (1805-75), açıkca “Prusya devlet sosyalizmi” tanımını kullanarak çarpıcı görüşler ileri sürmüştü. Bismarck’ın Prusya hakimiyetindeki ve “zorla Birlik”ini çok olumlu bulan işçi hareketi önderlerinden Johann Baptist Schweitzer (1833-75), “burjuva demokrasisine boşverelim”, “yukarıdan/tepeden sosyalizmi getirelim” diyordu.
Mainz başpiskoposu Wilhelm Emanuel Freiherr von Ketteler’in (1811-77) öncülüğünü, sözcülüğünü ve teorisyenliğini yaptığı dinci akım ise, döneminde, hem Katolik Kilisesini ve hem de işçi hareketini büyük ölçüde etkiledi, sonradan gelişecek olan Kilisenin sosyal faaliyetlerinin de yaratıcısı ve başlatıcısı oldu.
Din adamı Adolf Stöcker’in (1835-1909) kurduğu bir parti sosyalizme yönelen işçi kitlelerini Kilise çerçevesi içine hapsetmeyi amaçlıyordu. Ancak bu girişim hedefine yaklaşamadı.
Yeni yüzyılda bir dünyasal ilk, yeniden paylaşım savaşı!
Avrupa’nın İngiltere ve Fransa gibi eski sanayi ülkeleri daha 19. yüzyılda Almanya’nın kendilerini geçeceğinden korkuyorlardı. Korktukları da başlarına geldi. “20. yüzyıla girilirken, Almanya Batı uygarlığının ön safındaydı. Nobel bilim ödüllerinde aslan payını alan Alman profesörlerdi: 1901-1910 arasında toplam ödüllerin yüzde 33’ü ve sonraki on yılda da yüzde 29’u. Kimya ve biyokimya alanlarında dünyaya öncülük eden Alman üniversiteleriydi.”17 1913’te Almanya, ABD’den sonra ikinci büyük sanayi ülkesiydi. Hatta bazı üretim alanlarında da rakipsizdi.
İlk sanayileşmiş ve o dönemde en fazla sanayileşmiş İngiltere, görece eskimiş teknolojisi, verimli hatta yararlı olmaktan çıkmış ekonomik altyapısıyla gelişmelere yetişememiş, Almanya’nın arkasına düşmüştü. Yerini koruması gerekiyordu. Bu yüzden savaşın mümkün olan en erken zamanda çıkmasından yanaydı. Bu olguya dayanarak kimi araştırıcılar savaşı çıkaranın aslında İngiltere olduğu yorumunu bile yapmışlardı. Ama savaşı çıkarma sorumluluğu sabırsız ve gösterişçi Almanya’da kalacaktı.
Almanya’nın sanayisini geliştirmesi nüfusun artmasını da sağlamıştı.18 19. yüzyıl başında 29 milyon olan nüfus yeni yüzyılda iki katına çıkmış, 60 milyona dayanmıştı. Almanya bu sayede de kendini savaşa hazır görecekti.
1912 yılında yapılan seçimler, hem çıkacak savaşın emperyalist niteliğini gösteriyor, hem de Almanya’nın üzerinde ilerlemekte olduğu şoven yolun sloganlarıyla yürütülüyordu. Seçim öncesinde yayımlanan “Eğer Kaiser Olsaydım” başlıklı yazarı belirtilmeyen bir kitap, ki dönemin Pancermen örgütünün başkanı Daniel Frymann ile Mainzlı avukat Heinrich Class tarafından hazırlandığı biliniyordu, Yahudi düşmanlığını öne çıkarıyor ve aynı Mesih beklendiği gibi, Almanya’nın da “Führer”ini beklediğini ileri sürüyordu.
Yeni yüzyıla 500 binden az askerle giren Almanya savaş başlarken 1 milyondan fazla askere sahipti (bu sayı savaş boyunca askere alınanlarla 13 milyona ulaşacaktı).
Avrupa’nın “Büyük Devletleri”ne yeni bir büyük sanayici, yeni bir gelişmelere uyum göstermiş, yeni bir devlet, yeni bir sömürgeci, yeni bir dünyasal rakip, ama hırslı bir rakip gelmişti. Ufukta savaşı görmeyen yoktu. Ama benzersiz bir savaş.
Savaş gelirken ayrışma: “Karşı olmak ya da olmamak. İşte bütün mesele!“
Almanya’nın emperyalistleşmesinin düşmanlıklarla beslenmiş bir hırsla ortaya çıkarılmış, ırkçılıkla birlikte, ırkçılığa dayanarak oluşturulmuş, ayrımcılık ve ayrışmacılık temelinde, kökene dayalı olarak imal edilmiş olduğunun belirlenmesi gerekir. Düşmanlık, ırkçılık, ayrımcılık her zaman ve her yerde emperyalizmin hem genel karakteridir, hem de bunlar emperyalizm için kaçınılmazlıklar ve zorunluluklardır. Ancak Alman emperyalizminde bunlar perdelenemeyecek ve görünmez hale getirilmesine ihtiyaç da duyulmayacaktır.
Avrupa’da hiç bir ülke, hiç bir yönetim, hiç bir parti savaşa karşı değildi. Savaş kutsanıyordu. Burjuvaziler savaşın getirisini değerlendirmeli, “devrimci”ler kendi burjuvazilerini desteklemeli, kitleler kahramanca savaşmalıydı!
Avrupa savaşçılığının en yüksek halini yaşıyordu. Buna karşılık Doğu dünyası savaşçı ve saldırgan değildi, emperyalist de değildi. Ve Avrupa’nın, emperyalizmin savaşçılığına karşı önüne birleşmeyi koyan dünya, Doğu dünyasıydı. Savaşa karşı olmayı programlaştıran bir dünya.
Savaş geliyordu, savaş olacaktı. O çıkacak savaşın sonunda devrim yapacak olan savaşa karşıydı. “Savaşa hayır” diyor, savaşı istemiyordu. Tarihi o ses yazacaktı. Ama o “Batı“ değildi!
Kapitalizm bunalımlara her zaman açıktı, bunu kapitalizme karşı olmayanlar da kabullenmişti. Ancak kapitalizmin yeni aşaması, bunalımları da yeni bir aşamaya taşıyordu. Bu, en yüksek aşamaydı, özel bir aşamaydı, dolayısıyla bunalımları da özel olacaktı. Bundan sonra bunalımlar, bir sıkıntılı dönemi geride bırakmaktan, bir dönemsel zorluğu atlatmaktan ibaret değildi. 19. yüzyıl boyunca böyle yaşanmıştı, bunalımlar belirgindi ama hayat her zamanki gibi devam edebilmişti. Kapitalist Avrupa dünyası bir iç anlaşma yaparak “savaşsızlığı” güya yüz yıl süreyle başarmıştı!19 Başarı, savaşa savaşa gerçekleştirilmişti, ama ne gam! “Uyum”un yüz yıl sürdüğünde herkes anlaşmıştı ve savaş olmadığına herkes ikna olmuştu ya, savaşlar yaşanmış ya da yaşanmamış, gerisi önem taşımazdı. Ancak artık bu “savaşsızlık”ın artık sürdürülme şansı yoktu. Bunun nedenlerinden biri de, diğer esas nedenler yanında, emperyalistler arasına yeni bir “üye”nin katılmasıydı. Beklentiler dışıydı, olağan dışıydı. Ama bunun da yasaları vardı, “eşit olmayan gelişme”den “yeniden paylaşım”a ve yeni aşamanın yeni özelliklerine kadar. Herkes anlayamıyordu ama kaçınılmazlıklar vardı, yasaların gösterdiği kaçınılmazlıklar.
Almanya’nın devlet ve program değişimi jeopolitik, sosyopolitik, ekonomipolitik ve stratejik anlamlarda bilimsel değerlendirmelerle, Batı dünyasının ifade ve itiraf etmekten kaçındığı ve bu konuda zorlandığı emperyalistleşme olgusunu bilimsel sosyalizm açıklığa kavuşturdu. Tekeller, kapitalizmi başka bir hale getirmişti. Her şey ortadaydı ama bunun siyasal, toplumsal ve coğrafi sonuçlarının neler olabileceğine gözler kapatılmıştı. Batı‘nın namuslu aydınları durumu sergiliyorlar, dürüst bilimcileri belirlemeler yapıyor ve bunların yanında devrimciler durumun gerekli siyasetlerini üretiyorlardı. Yaşanılan inanılmaz gelişme Lenin tarafından özetleniyor, rakamlar konuşuyor, sloganlar oluşuyordu. Emperyalizm, bir yenilikti ve dünya buna karşı birleşmeliydi, birleşecekti. Daha savaş çıkmamıştı, ama gene de barış savunulacaktı ve savunuluyordu (Aralık 1912).20 Bu, akıntıya kapılmamaktı, günü doğru bir şekilde görürken geleceğe bakmaktı!
Savaşlara, insanlar ölmesin diye karşı çıkılması yetersiz bulunarak evrensel boyutlu bir anlayışla bakılıyordu artık. Savaşın muhtemel tarafları bunu tartışmadılar, tartışamazlardı, aslında savaşa mecburdular. Ama devrim safları, kapitalizme karşı mücadeleyi emperyalizme karşı mücadele düzeyine yükseltmişti. Yeni kurulan ve kurulmakta olan Cumhuriyetler (Sovyet Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti), sömürgecilere karşı mücadeleye başlayan sömürgeler, bağımsızlık savaşları. aynı durumda, aynı çıkarlar doğrultusunda, aynı savunma cephesinde buluşuyordu.
İşçi hareketi, kimin için savaş ve Sosyal Demokrasi ne yaptı?
Savaş hazırlıkları, merkezi tema Almanya’nın çıkarları olan bir propaganda kampanyasıyla birlikte yapıldı. Aslında her saldırı savaşı, savaşı çıkarmak isteyenlerin kendi halkını kandırmaya yönelik bir nedene, bahaneye dayanarak çıkarılmaya çalışılmıştır. Almanya da bunu yapmıştır, ancak bu dönemde Almanya’nın tarihteki diğer örneklerden farkı, Almanya’nın bütün toplumu etkilemede çok büyük bir başarı kazanmış olmasıdır. Bütün Almanya adeta bir savaş histerisine kapılmıştır. Avrupa’nın en etkili proletarya hareketinin olduğu Almanya’daki “Sosyal Demokrasi”, o dönemin devrimci akımı, Almanya’nın devrimci hareketi, işçi hareketi için “Bütün dünyanın işçileri, birleşiniz” sloganını, “bütün dünyanın işçileri, parçalanınız ve birbirinizle savaşınız”a dönüştürmüş gibidir.
Çünkü Sosyal Demokrasi, savaş giderlerini onaylamaktan, her ülkede proletaryanın kendi burjuvazisini desteklemesi gerektiğini savunmaya kadar, Almanya’nın emperyalist politikalarının arkasına geçmişti. Bu yüzden devrim güçleri arasında çıkan tartışma, tarafların yollarını ayırmasına varacaktı.
Sosyal Demokrasi kendince işçi sınıfının refahını savunmaktadır, savaştan kazanılacak sömürgelerle kazançtan pay alacaktır!
Kitlesel gelişmenin işçi sınıfının partisi içinde ortaya çıkardığı sonuçlardan biri, örgütlenmenin bürokratikleşmesi, “aynı zamanda ‘yaşamlarını artık işçi hareketi için değil, işçi hareketi üzerinden’ sürdüren bir kadro birikimi”nin ortaya çıkmasıydı. SPD içindeki reformizmin esas kaynağı ve maddi temeli olan bu durum, “zamanla işçi hareketinin düzenin egemen güçlerinde endişe yaratabileceğini düşündükleri her türlü eyleme engel olmak isteyen ve engel olan” sendika yöneticilerinin “uzlaşma kalesi”ne dönüşmesinden ileri gelmekteydi.21 (Bu “siyasal hastalık”, on yıllan fazla bir süreden sonra, Weimar Cumhuriyeti’nin SPD’nin eliyle Nazi’lere teslim edilmesine bile yol açacaktır.)
Eduard Bernstein (1850-1932) ve Karl Johann Kautsky (1854-1938) gibi SPD’nin önderlerinden SPD‘nin aydınları, örgütlerinin kitle partisi olmasının gereği olan söylemleri teorileştirdiler, dönemlerinde “revizyonist” olarak adlandırılan sapmayı temsil eden teorisyenler oldular. Savaş giderlerine oy vermemelerine ve savaş taraftarı olmamalarına (Lenin’in ifadesiyle “sosyal şoven”lere22 katılmamalarına) rağmen, savunduklarıyla, sosyalist partilerin çatı örgütü olan İkinci Enternasyonal’in parçalanmasında ve yok olma sürecine girmesinde birincil derecede rol oynadılar. Savaşın haksız bir savaş olduğunu, sömürgeciliğe karşı çıkılması gerektiğini, sömürgeciliğin Avrupa’da sosyalizmin gerçekleşmesinin engeli olduğunu savunan partiler, İkinci Enternasyonal’den koptular. (Arkasından, bu anlayışı paylaşan partiler 1919 yılının martında Komünist Enternasyonal adıyla yeni bir Enternasyonal, “Üçüncü Enternasyonal”i kuracaklardı.)
Revizyonistlerin ortak noktaları, halihazır “demokrasi”yi siyasal faaliyet için temel çerçeve kabul etmeleri ve proletarya diktatörlüğüne karşı çıkmalarıydı, parlamentarist ve legalist oldular. İşçi sınıfının burjuvazi karşısındaki sayısal üstünlüğü, iktidar olma durumunda burjuvaziye karşı diktatörlük uygulanmasını gereksiz kılmaktaydı! Seçimler sonucu oluşan parlamento siyasal hayatın tek karşılığıydı. Bunlar, “yasal kitle örgütlerini ve kitleler içinde kazandıkları mevzileri korumak uğruna, devrimci hedefleri feda” etmelerinin gerekçesiydi.23
Bu süreçte Marksizm ve Sosyal Demokrasi ayrı ve birbirlerine karşıt akımlar haline geldiler. İşçi sınıfı ideolojisine ve ona karşı, işçi kitleleri içinde burjuvazinin varlığı demek olan “sosyalist” söylemli düzenci bir akım.
Burada gözden kaçmaması gereken, Alman Sosyal Demokrasisinin ve SPD’nin de arkasından sürüklendiği savaş taraftarlığının, 19. yüzyıl boyunca devam eden “Almanya” arayışı ve toplumda bu arayışa eşlik eden zihinsel şekillenmenin doğal bir sonucu olmasıdır. Birinci Dünya Savaşı ile Almanya’nın son yüzyılı, hem birbirini tamamlamıştır, hem birbiriyle neden-sonuç ilişkisi içindedir.
19. yüzyılın sonunda bütün Avrupa’yı saran, iç içe geçmiş “devrim, komünizm ve Yahudilik” ile ilgili olan korkular ve karşıtlıklar, en somut olarak Almanya’da kendine bir yatak bulmuştu. Korkular ve karşıtlıklar, kitlesel boyutlara vardırılınca toplum savaş taraftarlığının esas unsuru oluyordu. Bu olgu, 20. yüzyılın başındaki Almanya eğilimlerinin temeli haline geldi. Karşıdevrim, antikomünizm ve Yahudi düşmanlığının Almanya’daki kadar bütünleşmesi, ele ele vermesi ve savaş histerisine dönüşmesi, başka hiç bir yerde aynı şekilde ve aynı ölçüde görülemeyecekti.
Cihan Savaşı ve savaşlarda mubahçılıklar ve ahlaksızlıklar!
Kapıya gelmiş savaş, iki grup haline gelmiş olan Avrupa ülkelerinin karşılıklı zorunluluk durumuydu. Emperyalist ayrışma ve kamplaşma, yeni bir paylaşım içindi. Öznesi Almanya olan savaşın nesnesi ise Osmanlı İmparatorluğu’ydu. Savaşın sonucunda geniş Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağı belirlenmiş olacaktı.
İtilaf devletleriyle (İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya) İttifak devletleri (Almanya, Avusturya, Türkiye, Bulgaristan) olarak her iki taraf da kendi toplumuna ve siyaset ortamına savaşı benimsetmeye çalışmıştı. Halklar ‘savaşmasak olmayacak‘ şeklinde düşündürülmek istenmişti ve savaş önemli ölçüde benimsetilmişti. Bunların arasında Türkiye, savaştan bir şey kazanılmayacağnı bilmekte ve vatan savunmayası yapmaya hazırlanmaktadır. Nitekim, öyle olmuş, “Çanakkale geçilmez”den başlayarak milli bir mücadele yürütmüştür.
Bu gerici savaş taraftarlığı, savaş döneminde savaşın en olumsuz özelliklerini yaratmak gibi bir sonucu, o zamana kadar görülmemiş uygulamaları da doğuracaktı. İngiliz ve Fransız güçlerine çok büyük kayıplar verdiren toprağa döşenen patlayıcılar, tarihteki ilk geniş ölçekteki mayın kullanımıydı. İkinci olarak, savaşta zehirli gaz kullanımı tasarlandı. İngiltere, Çanakkale’de kara savaşları başladığında kullanmayı gündemine getirdi, ancak birbirine çok yakın cepheler yüzünden kullanamadı. Almanya tarafından ise önce Polonya ve Rusya cephelerinde, sonra da Fransa cephesinde kimyasal silahlar, zehirli gazlar denendi. Dünyada ilk olarak Almanya’nın kimyasal silahlara başvurması, birçok yerde de kullanılmasının yolunu açtı. 1925 Cenevre Anlaşması bu gibi insanlık dışı ve kalleş yöntemlere yasak getirdiyse de, bunlar savaş teknolojisinin ayrılmazları olarak, özellikle “mayın sevicilik“ Almanya’nın o günlerden, Birinci Dünya Savaşından bugünlere armağanı oldular.24
1918’de savaş bitti! Ve Almanya…
Birinci Dünya Savaşı, Almanlara felaketler getirdi. Savaş Almanya’nın savaşı sürdürememesi ve “yenilmesiyle” bitti. Aslında bir muharebe yenilgisi söz konusu değildi, Almanya savaşamaz duruma gelmişti ve bu bir bakıma Alman Devrimi dolayısıylaydı. Kazanılması zaten mümkün olmayan savaşın, 1918‘in başından beri kaybedileceği artık apaçık görünür hale geldiydi. O yılın ortasında deniz güçlerinin komutanı Amiral Franz von Hipper (1863-1932) Jutland Muharebesinde İngiliz donanmasına karşı ölümüne bir saldırı emri verdiğinde bazı gemilerde isyan çıktı, başkomutanlık donanmayı Kiel’e geri çekti. İsyancıların tutuklanması üzerine isyan yayıldığı gibi, kitlesel gösteriler de başladı. Kısa zamanda Asker ve İşçi Konseyi örgütlendi. Karada batı cephesinde de birlikler savaşmayı reddedince Sosyal Demokratların lideri Friedrich Ebert (1871-1925) isyancılar “adına” Kaiser’in tahttan feragatini talep etti. Gelişmelerden korkan Kayzer Wilhelm Hollanda’ya kaçınca da kendisinin şansölyesi olduğu cumhuriyetin kurulduğunu açıkladı. Fiili olarak savaşın bittiği durumda ayaklanmacılar vahşice ezildi. Ordular Devrimi ezmekle görevlendirildi. Ebert, artık karşıdevrimci ve haindi.
Daha başlamadan önce savaşa karşı çıkan Rosa Luxemburg (1871-1919) tutuklanmış ve yıllarca hapiste kalmıştı. Ayaklanma kararına karşı olmasına rağmen ayaklanma kararına uymuş ve hareketin önderliğini yapmıştı.
Berlin’de 1918 yılı sonunda Spartakistler olarak bilinen ve daha başlamadan savaşa karşı çıkmış olan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht önderliğinde ayaklanan işçiler genel greve gittiler, ancak, ordu müdahale etti, ezildiler. Sosyal Demokratların önderi Friedrich Ebert’in emri ile büyük bir baskı harekatı başlatıldı. Kasım Devrimi dönemi olarak anılan bu haftalarda önderler öldürüldü.
Almanya’nın “Silah Arkadaşı” Osmanlı, Versailles ve Sévres
Aynı dönemde müttefiki “silah arkadaşı” Osmanlı’ya dayatılan Sévres Antlaşması gibi bir antlaşma yapıldı. İtilaf devletleri tarafından Almanya’ya çok ağır şartlarla kabul ettirilen Versailles Antlaşması’na göre Alman devletleri, topraklarının önemli bir kısmını (540 bin km²‘den 471 bine inmişti)25 ve sömürgelerinin tamamını kaybediyor (sömürgeleri, küçük bir bölümünü Belçika’ya bırakmak üzere İngiltere alıyordu), devlet olarak siyasal hakları alınarak aşağılanıyordu. Savaş tazminatı ödemesinin Sterlin, Frank gibi alacaklıların paralarıyla yapılması Almanya’nın hiper enflasyona uğramasına yol açacaktı. Ayrıca ordu sınırlandırılacak ve denetim altında tutulacaktı. Şartların ağırlığı o denli ortadaydı ki, birkaç yıl sonra hafifletmelere gidildi.
Almanya, Osmanlı’ya yapıldığı gibi, benzer bir şekilde işgale uğramamıştı. Toprak kayıpları dışında parçalanması da gündeme getirilmemişti. Oysa istense Almanya hemen sekiz-on ayrı ülke haline getirilebilirdi. Almanya’nın “birleşmişlik”ten kaynaklanan ayrı ve farklı “devletlerin” “zor”la bir araya getirilmiş olması yüzünden bu hiç de güç olmazdı. Üstelik “Birleşme”nin üzerinden daha elli yıl bile geçmiş değildi.
Savaşın tahribatı en kötümser öngörülerin bile üstündeydi. Alman sanayisinin kalbi Ruhr Bölgesi sessizliğe gömülmüştü. Milyonlar işsizdi ve halk açlık içindeydi. Çaresizlik ve umutsuzluk bütün Almanya’yı kaplamıştı. Pahalılık ölçüler dışıydı. 1923 sonunda bir kutu kibrit 1 milyon Marka alınabilecekti.
Birinci Dünya Savaşının getirdiği bu felaketlerin sonucu olarak Almanya’da kitleler ayaklandı. Komünistlerin önderlik ettikleri ve Engels’in kırk yıl öncesinden öngördüğü Alman devrimi, ezilmesine rağmen o yıllarda Avrupa’nın en önemli olayıydı.
Yıkım ve Devrim Prusya’yı derinden sarstı. Ayrıca Almanya’dan koparılan topraklar Prusya sınırları içindeki topraklardandı.
Güneyde ise Bavyera’nın devrimci başbakanı Kurt Eisner’in (1887-1919) bir suikastle öldürülmesi üzerine işçiler, köylüler ve askerler Münih’te ayaklanıp iktidarı ele geçirdiler ve 7 Nisanda bir “sovyet cumhuriyeti” kurulduğunu ilan ettiler. Bir aya yakın yaşayan Bavyera Sovyet Cumhuriyeti düzene bağlı askeri güçlerce katliam yapılarak dağıtıldı.
Sosyalistlerin etkisi ve baskısıyla belirli ölçüde demokratik haklar öngören Weimar Anayasasıyla (1919) Almanya “Weimar Cumhuriyeti” dönemine girdi. Bu anayasaya göre iktidar, konsey başkanını seçen Landtag aracılığıyla halktaydı. Bir süre sonra iktidar olan Hitler, bu “millet hakimiyeti”ni yavaş yavaş Reich’a aktaracak, 1933-35 birleşme yasalarıyla Naziler, diktatörlüklerini “dokunulmaz” hale getireceklerdi.
Savaşın Almanya’daki en önemli siyasal sonucu, parlamentarizmin çöktüğü anlayışı ile “otoriter tek adam” rejimi isteğinin öne çıkmasıydı. Faşizm bu zemin üzerinde güç toplamış, iktidar olmuş, diktatörlük kurmuştu.
1920 sonrası dönemde darbe girişimleri birbirini izledi. Korkunç bir ekonomik buhran yaşanıyordu. 1921-23 arası görülmemiş bir hiper enflasyon yıllarıydı. Yenilgi, zafere endekslenmiş soygunu ortadan kaldırınca (fethedilen bölgelerdeki halklar soyulacaktı) tahvil borçları ödenemedi. “Weimar” borçla doğmuştu. Para basıldı, hep basıldı, öyle oldu ki, “Kasım 1923’te tek bir ABD Doları 4,2 trilyon Reichsmark”a ulaşmıştı.26
İtilaf devletleri kendilerini gemleyememişlerdi, Versaille Antlaşması Almanya’yı (ve dünyada hiç bir devletin) hiç bir şekilde ödeyemeyeceği miktarda bir tazminata mahkum etmişti.
Bütün bunlar toplumun büyük bir çaresizlik ve memnuniyetsizlik içine girmesine yol açtı. Almanya artık her şeye açıktı!
Wolfgang Kapp’ın Berlin’deki girişimi (ortağı General Ludendorf’tu), ilk anda başarılı olup başkenti ele geçirdiyse ve hükümet kurduysa da dört gün sonra ezildi, kendisi İsveç’e kaçtı. Hitler’in 1923’ün Kasımında Röhm’le birlikte yaptığı “Birahane Darbesi”, aynı şekilde sonuçsuzdu. Yakalandılar, tutuklandılar, hapse atıldılar, mahkum edildiler, ancak önce Röhm, sonra da Hitler fazla hapis yatmadan salıverileceklerdi.
On yıllık görece özgürlük ortamı yaşanmasına karşın, “demokrasi acemiliği” aşılamadı, demokrasiye toplum ve devlet olarak hazır ve uygun olmayan Almanya, Weimar dönemi şansını kullanamadı. Almanya’nın parlamenter gelenekleri oluşamamış, henüz demokrasi alışkanlıkları kazanılamamıştı.
“Barış”, yeni bir savaşa hazırlanmak demekti!
1929-30 dünya ekonomik bunalımı, Avrupa’da en büyük yansımalarından birini, belki de en önemlisini Almanya’da gösterdi. Buhrandan en çok etkilenen Almanya’ydı. Kitleler perişan, Hitler memnundu; çünkü bu sayede Hitler her kesim tarafından “çözüm” olarak görüldü ve iktidara getirilecekti.
Birinci Dünya Savaşından epey sonra Almanya ve Avusturya yakınlaştılar ve aralarında bir gümrük birliği anlaşması imzaladılar (1931). Savaşın galipleri ve komşuları tarafından engellenen bu anlaşma Almanlar için bir gurur sorununa dönüştü ve engellemeye karşı halkta büyük bir öfke uyandırdı.
Savaş sonunu arkalayan dönem, Alman milliyetçiliğinin yeniden yükselişiydi; ancak yenilgi psikolojisi, çok büyük kayıplara uğrama, “Versailles şartları” denilen barış antlaşmasının ağır şartları, Almanya-Avusturya dayanışmasının önlenmesi ve galip devletlerin başka aşırı talep ve baskıları yüzünden vatanseverlik uç noktalara vardı. Olağanüstü boyutlardaki enflasyon ve ekonomik bunalım elbette milliyetçiliğin raydan çıkmasına katkıda bulunacaktı; ve bundan yararlanacak olan da, hiç bir milli özelliği olmayan ırkçı, emperyalist, totaliter, baskıcı, saldırgan ve yayılmacı Nazizm olacaktı.
Guido von List (1848-1919) ve onun öğrencisi Lanz von Liebenfels (1874-1954), 20. yüzyıla getirdikleri Yahudi düşmanlığı temelindeki Alman ırkçılığı Nazizmin dünya görüşünü belirlemişti. Ancak yüzyılın başında Pancermenizm, sonradan irredantalizm diye adlandırılacak olan başka ve daha etkin bir boyuta yükselmişti. Bununla, Almanya’nın dışında, hatta uzağında yaşayan Almanların bulunduğu toprakların ilhakının sistemleştirilmesi savunuluyordu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’in keşfetmesiyle bu ideologların düşündükleri, daha sonra gerçekleştirilmek üzere Hitler’in sağlıksız hayalleri arasında yerlerini almıştı.
Düşmanlık, ırkçılık olmadan yapılamıyor!
Alman Birliği’nin kurucusu Bismarck’ın torunu Herbert von Bismarck’ın Nazizme Yahudi düşmanlığı yüzünden katılması, Alman milliyetçiliğinin tam ve mutlak olarak ırkçılığa dönüştüğünü ya da aslında tam anlamıyla ırkçılık olduğunu göstermekteydi.
Luther’den sonraki ikinci “Alman Hıristiyanlığı”, yani Hitler’in Alman Hıristiyanlığı, Yahudi İsa’yı bir “Aryan prensi”, koyu renk saçlı ve biraz esmer İsa’yı sarışın ve mavi gözlü bir Cermen, zayıf ve güçsüz İsa’yı dolgun ve güçlü bedenli Töton sövalyesi benzeri bir İsa şekline sokmuştu.27 Özel görevler üstlenen SS askeri birliklerinin eğitim el kitabında İsa’nın Yahudi değil, bir Aryan28 olduğu yazılıydı.
Aslında Naziler Hıristiyanlıktan çok Cermen kökenlerinin inanç düzlemine yakındılar. Cermen mitolojisinin arkasındaki Pagan ve ilkel arkaik motifler, başta Hitler olmak üzere Nazilere Hıristiyan söylemlerden daha sevimli geliyordu. Almanların geçmişten kopamayan özellikleri, 19. yüzyılda kurulan köprü ile canlı bir şekilde 20. yüzyıla taşınmıştı. Önemli olan, Nazilerin kutsal krallık türü Cermen söylemlerinin sağlayacağı yararı hemen farketmiş olarak bunu değerlendirmiş, kullanmış, ve hatta istismar etmiş olmalarıydı.
“Modern” bir bilimsel alan antropolojiydi. “Cermen antropolojisi” denilebilecek yeni bir “antropoloji” icad edildi. Buna göre, “ari ırkın saflığı” bu yeni “bilim”in en önemli konusuydu, “yeni bilim” dolikosefallik tezlerini üretti, kuzey ırklarının meziyetlerini keşfetti, ırksal arınma gerekliliğini yakaladı. Nazizm, temizlik yapacak, ama “temizliği”ni bilime dayanarak yapacaktı. “Eski antropoloji”, yani “Fransız ekolü” olan Latin antropolojisi, Nazilerin bilimine karşı çıktığı bir mücadele yürütmek zorunda kaldı, bu sayede disiplinler arası ilişkiler genişledi ve Latin antropolojisinin bilimsellik düzeyi yükseldi.29
Cermen mitolojisiyle III. Reich’ın siyasal, askeri ve kültürel eğilimleri arasındaki devamlılığın Nazilerin propagandalarının altını doldurduğu ortadaydı. Hitler rejimi, bu devamlılıktan güçlü bir ideolojik meşruiyet kazanma şansına sahip oldu.
Bu gelişmenin bir yönü, “1871 Alman Birliği’ne ilişkin Prusya efsanesi”ne meydan okunmasıydı. 1932’de Nazi oylarının Katolik bölgelerdeki oranı yüzde 20’nin altındaydı. Almanya’nın 1928-33 yıllarında genel oyu, Katolik bölge oranına yakın olsaydı, Hitler’in bir siyasal geleceği olmayacaktı. Kuzeydoğu Almanya’nın (Doğu Elbiya’nın) Hitlerci yüksek oy oranı Führer yaratmıştı.
Olgular ve Sonuçlar
“Her tarihi dönemde, varolan ekonomik üretim ve değişim biçimi ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan toplumsal örgütlenme, o önemin siyasi ve düşünsel tarihinin üzerinde yükseldiği temeli oluşturur ve o dönemin siyasi ve düşünsel tarihi ancak bu temele dayanılarak açıklanabilir…” 30
“Devrimlerin Kıtası” Avrupa’da kapitalizm emperyalizme dönüştükten sonra bu niteliği yok oldu.. Bundan sonra devrim coğrafyası Doğu ülkeleri olacaktır. Asya’da Rusya, İran, Türkiye, Çin vb.
Emperyalizm çağında kapitalist ülkeler, işçi sınıflarına bir refah payı ayırarak onları “burjuva işçi sınıfları” yapmışlar ve bu sınıfların “aristokratları”nı yaratmışlardı. 19. yüzyıl Avrupa’nın Marksist partilerinden hiç biri 20. yüzyılda gücünü muhafaza edemiş, hatta devrimci varlığını bile sürdürememiştir.
Avrupa (ve Rus) işçi partileri ve devrim örgütlenmeleri 20. yüzyıla “Sosyal Demokrat” olarak girerken Büyük Savaş sürecindeki ayrışma sonucunda bu “kirlenmiş” adı kullanmayı bırakmışlardır.31
O zamandan beri bu adı muhafaza eden Sosyal Demokrat partiler emperyalizme araç olmuşlar, reformizmi ve gericiliği temsil etmişlerdir. Bugün dünyanın hiç bir yerinde bir devrimci parti kendisine Sosyal Demokrat adını vermez.
Alman devrimciliğinin eritilmesi ve partisinin dönüştürülmesi, Almanya’nın emperyalistleşmesinin bir sonucudur! Almanya’nın geç emperyalistleşmesinin sonucu olarak da Alman işçi sınıfı devrimciliği hem en geç çözülmüş, ayrışmaya uğramış, hem de bütün diğer ülkelerin işçi örgütlerine ideolojik olarak önderlik etmiştir.
Savaş sonunda Alman Sosyal Demokrasisi, “silah arkadaşı” Türkleri ve Türkiye’yi yalnız bıraktığı gibi, İtilaf devletlerinin Ermeni “sorunu” konusunda onların Türk düşmanı anlayış ve planlarına katılmış ve “dostluğa” ihanet etmiştir.
Türkiye’ye bu karşıtlık, en başta SPD’de olmak üzere, bugün de devam etmekte, bir bütün olarak Avrupa Sosyal Demokrasisi Cumhuriyet Türkiye’sine, Devrimlere, Atatürk’e karşı durmakta, ABD’nin yanında yer almaktadır.
Bugünkü siyasal düzlemde sosyal demokrasinin, “sosyal demokrat olduğunu söyleyecek kadar siyasal tarihten bilgisi olmayanlar” dışında ne olduğu tartışma konusu değildir. Elbet kimse, bugün emperyalizmden, sömürgecilikten, Avrupamerkezcilikten yana olduğunu belirtmeyecektir, ama bunları söylememek bunlara karşı olduğunu göstermemektedir. Peki savunduğunu gizlemeye yeter mi? Elbette gizlemez, gizleyemez. Her yerde olduğu gibi Almanya’da da Sosyal Demokrasi emperyalist sistemin bir parçasıdır. Dahası, Avrupa “reel solculuğu” olan Sosyal Demokrasi ABD’ye hiç bir şekilde karşı çıkmayan bir profil vermektedir. Almanya siyasetinde SPD, “sol” olarak Yeşiller (Grünen) ve Sol Parti (Linke) ile birlikte “Amerikancı olma”yı temsil etmektedir. Almanya’da Birlik partileri (CDU-CSU) sağ olarak –Amerikancı değil ama– genellikle dengeci bir tutum sürdürmekte, örneğin, Merkel, bu partiler adına yıllar boyu ABD ile aradaki mesafeyi koruyarak “başarılı” olmuş, uzun süre iktidarını sürdürebilmiştir. Bu mesafeye sahip olmayanların uzun süre iktidar olmaları şansı ise bulunmuyor, örneğin, bugünkü SPD hükümetinin.
Türkiye’deki Sosyal Demokrat olduğunu belirten “sol” partiler de, emperyalizme karşı olmadıkları gibi, Cumhuriyet’ten de, partilerinin ve Cumhuriyet’in ilkeleri olan Altı Ok’tan da kopmuşlardır. Çünkü, Kongreler döneminden (1919’dan) başlayarak CHF ve CHP, Sosyal Demokrasiye karşıdır.32
KAYNAKÇA
Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları – 2 / Emperyalizm, İletişim Yayınları, İstanbul 1998.
August Bebel, Teoride ve Pratikte Politika, Anadolu Yayınları, Ankara 1969.
Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi, Dördüncü ve Beşinci Kitap, İstanbul1965.
Friedrich Engels, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim, Sol Yayınları, Ankara 1992.
Friedrich Engels, Tarihte Zorun Rolü / Bismarck’ın Kan ve Zulüm Politikası Üzerine Bir Çalışma, Sol Yayınları, Ankara 1979.
Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, Ankara 1979.
Niall Ferguson, Uygarlık / Batı ve Ötekiler, YKY, İstanbul 2012.
Mary Fulbrook, Almanya’nın Kısa Tarihi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2014.
Atakan Hatipoğlu, CHP’nin İdeolojik Dönüşümü / Kemalizmden Sosyal Demokrasiye, Kaynak Yayınları, İstanbul 2012, s. 40.
James Hawes, Kısa Almanya Tarihi, Say Yayınları, İstanbul 2019.
Eric Hobsbawm, İmparatorluk Çağı / 1875-1914, Dost Kitabevi, Ankara 1999.
Lothar Gall, Bismarck / Der weisse Revolutionär, Propyläen, Frankfurt/M-Berlin-Wien 1980.
Deniz Kavukçuoğlu, Karl Marx’tan Günümüze Almanya’da Sosyal Demokrasi, Ümit Yayıncılık, Ankara 1997olıldırım Koç, “Hangi Sosyal Demokrasi?”, Aydınlık, 7 Nisan 2015, s. 6.
Yıldırım Koç, Sosyal Demokrasinin Öyküsü, Vatan Partisi, Ankara 2015.
V.I. Les. 80nin, Emperyalizm / Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, Ankara 2006.
Stephen J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler / 1789-1980, Dost Kitabevi, Ankara 2004.
V.İ. Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara 1969.
Karl Marx, Gotha Programının Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara 1972.
Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Partisi Manifestosu, Aydınlık Yayınları, İstanbul 1979.
Susanna Miller / Heinrich Potthoff, Kleine Geschichte der SPD – Darstellung und Dokumentation / 1848-1990, Verlag J.H.W. Dietz Nachf., Bonn 1991.
Wilfried Westphal, Geschichte der deutschen Kolonien, Gondrom Verlag, Bindlach 1991.
NOTLAR
1Topluma uygulanan şiddetin daha da büyütülmesinin gerektiğinin söylendiği günlerde Başbakanlığa getirilen Otto von Bismarck (1815-1898), icraatini “kan ve demir”le yapacağını söylemişti. Bismarck’ın döneminde (1862-1890) “zor”la Alman “Birlik”i sağlanmış ve “İmparatorluk” ilan edilmişti. Bismarck, Birliği sağlamak yanında Almanya ve Avrupa’da gericiliği temsil etmiş, 1878 Berlin Kongresi’nde Avrupa’nın “yöneticisi” sayılmıştı.
2 Puttkamer’in dönemi ile ilgili olarak dikkate değer değerlendirmeler için bkz. Mooers, s. 183 vd.
Örneğin, yazar, Perry Anderson’un “Alman bürokrasisinin ‘yeniden feodalleştiği’” görüşünü (Lineages, London 1979, s. 278) aktarmaktadır; bkz. Eckart Kehr, “Puttkamer Bakanlığı Döneminde Prusya’da Toplumsal Reaksiyon Sistemi”, Economic Interest, Militarism, and Foreign Policy: Essays on German History, University of California Press, Berkeley 1977, s. 109-31.
3 Hatipoğlu, CHP’nin İdeolojik Dönüşümü / Kemalizmden Sosyal Demokrasiye, s. 40.
Bu “modern anlam” kendisini her şeyden önce emperyalizme destek vermekte gösterecekti,
4 Hatipoğlu, s. 43-44.
5 S.J. Lee, 1789-1980, s. 139.
6 Deniz Kavukçuoğlu, Sosyal Demokraside Temel Eğilimler, Cumhuriyet Yayınları, İstanbul 2003, s. 13; akt. Hatipoğlu, CHP’nin İdeolojik Dönüşümü, s. 40.
7 James Joll, İkinci Enternasyonal, Belge Yayınları, İstanbul 2002, s. 23; akt. Hatipoğlu, s. 45.
8 Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 115.
9 Bu konuda bilgi için “Devlet, Milli Devlet ve Milletin Ölçeği – 3 / Bağımsız Devlet, Bağımlı Devlet ve Yanlış Ölçekler“ başlıklı yazımızın (Teori, sayı 403, Ağustos 2023, s. 51-62) “V. Birliğini geç Sağlayan Almanya Milli Devletini En Geniş Ölçekli Olacak Şekilde Kuramadı“ altbaşlıklı bölümüne bkz. s. 60.
10 Jeremy Sarkin, Colonial Genocide and Reparations Claims in the 21st Century: The Socio-Legal Contex of Claim under International Law by the Herero agains Germany for Genocide in Namibia / 1904-1908, Praeger, Westport 2009, s. 5-6; akt. Uluç Gürkan, Ermeni Sorunu’nu Anlamak / Önyargıları Aşmak ve Nefretten Arınmak, Destek Yayınevi, İstanbul 2011, s. 231 ve Westphal, s. 170 vd.
11 Avrupa’da devrimci gelişmenin ve örgütlenmenin teorik ve pratik olarak Almanya’daki farklılığı, üstünlüğü, sürekliliği ve bunların nedenleri konusunda ek bilgi için “Karl Marx 200 Yaşında / Avrupa’nın Gelişme, Bilim ve Devrim Tekeli: Sömürgecilik, Kapitalizm, Emperyalizm” başlıklı yazımıza bkz. Teori, sayı 342, Temmuz 2018, s. 43-58.
12 Hatipoğlu, s. 40.
13 Aynı eser, s. 29-32.
14 Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s. 95.
15 M. Beer, s. 479.
16 Alman sosyalizm tarihinde etkisi ve önemi olan bu devletçi sosyalizm akımı için bkz. Marx, Gotha Programının Eleştirisi.
17 Ferguson, s. 195.
18 Bu arada hiç sözünü etmedik ama Bismarck’ın sanayileşmenin ihtiyacı olan kentleşme, toplumsal yardımlar ve sigorta sistemi getirme konularında politikalar yürütmesinin de bu olguda payı olduğu kaydedilmeli.
19 “Avrupa Uyumu”, 1814-15 yıllarındaki Paris Antlaşmaları ve Viyana Kongresi’nde oluşturulan ilişkilerin ve sınırların korunması için Fransa karşıtı ve Devrim düşmanı Avrupa devletlerinin statükonun korunması amacıyla anlaşmasıydı. Ve gerekirse “tehlike”nin ortadan kaldırılması (uyuşmazlıkların halledilmesi) bakımından ortak hareket sağlanacaktı. Geniş bilgi için bkz. Hüner Tuncer, Osmanlı Devleti ve Büyük Güçler (1815-1878), Kaynak Yayınları, İstanbul 2009, “Avrupa Uyumu (Concert of Europe)” bölümü, s. 21-23.
20 Lenin, Emperyalizm, s. 153.
21 Hatipoğlu, s. 52.
22 Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, s. 28 vd.
23 Lenin, “İkinci Enternasyonalin Çöküşü”, aynı eser, s. 63 vd. ve “Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky”, aynı eser, s. 93 vd.
24 Mayının tarihi, yasaklanması, imalatı, kullanımı konusunda yaşananlar, mayının günümüzdeki sorunları ve önemi ile ilgili çalışmamıza bkz. “’Koridor’ Ne Zaman Planlandı?”, Teori, sayı 324, Ocak 2017, s. 65-70.
25 Norbert Elias, Uygarlık Süreci, 2. cilt, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 144-45.
26 Hawes, s. 169.
27 Aytunç Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, Alfa Yayınları, İstanbul 2006, s. 172-173.
28 Arius’la ilişkili olan Aryancılıkla (Ariusçulukla; Hıristiyanlık tarihinin 4-6. yüzyıllarına ait bir kavram) karıştırılmaması için, 19. yüzyıl Cermenciliğinin ırkçılığa, köken üstünlüğüne karşılık gelen bir kavramı olan Aryanizmin, 18. yüzyıl feodalizminden kaynaklandığını belirtelim. Tarihi konusunda geniş bilgi için bkz. Seillèire, s. II; akt. Arendt, Emperyalizm, s. 80 not 15.
Ayrıca Aryanizm konusunda bilgi için “Batı’nın ‘Üstünlüğü’ ve Uygarlık – 1 / Merkezcilik, Sömürgecilik, Oryantalizm, Irkçılık” başlıklı yazımıza bkz. Teori, sayı 370, Kasım 2020, s. 50-63.
29 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Zafer Toprak, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan Kitap, İstanbul 2012, s. 60 vd. akt. Mehmet Ulusoy, “Türk Tarih Tezi, Antropoloji ve Irkçılık”, Teori, sayı 271, Ağustos 2012, s. 77-78.
30 “1888 İngilizce Basımına Önsöz”, Karl Marks, Friedrich Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s. 25.
31 Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP), emperyalist savaş sürecinde II. Enternasyonal’deki mücadelesi, partinin savaş siyasetleri, devrim yıllları ve adını değiştirmesiyle ilgili olarak bilgi için bkz. Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi, Aydınlık Yayınları, İstanbul 1975, s. 200-224.
32 Yıldırım Koç, “Mustafa Kemal Niçin Sosyal Demokrat Değildi?”, Aydınlık, 11 Nisan 2015, s. 6.