Giriş
Türkiye Cumhuriyeti; ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte, tarihsel bir kırılma noktasında, savaş ve devrimle kurulmuştur. Milli egemenliğe dayalı, laik ve çağdaş bir ulus devlettir. Cumhuriyeti doğuran savaş, Kurtuluş Savaşı; emperyalizme, uydularına, uzantılarına, işbirlikçilerine karşı verilen bir bağımsızlık savaşıdır. Devrim ise aydınlanma devrimidir. Devrimle birlikte egemenliğin tanımı, anlamı, işlevi, içeriği değişmiştir. Egemenlik gökten alınıp yere indirilmiştir; ilahi, dini olmaktan çıkarılıp laik, dünyevi kılınmıştır; kişiden alınıp millete verilmiştir.
Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk Milleti denir” sözleriyle tanımladığı Türk Milleti; Kurtuluş Savaşı’nda devletleşirken milletleşmiş, milletleşirken de devletleşmiştir. Savaşarak kendi egemenliğine ve geleceğine sahip çıkmıştır. Kendi kendisinin efendisi olma iradesini, cesaretini ve azmini göstermiştir. Kurtuluş Savaşı bu ulusal ve kutsal iddianın, inancın, inadın ve isyanın kavgası; Cumhuriyet bu savaşın eseri, Atatürk bu savaşın başkomutanı, devrimin lideri ve Cumhuriyetin kurucusudur.
Türk Milleti; Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet sayesinde uluslaşma yönünde büyük bir atılım yaparken, Sanayi Devrimi’ni kaçırıp geri kalmanın, Osmanlı Devleti’nin son döneminde yarı sömürge olmanın, 1. Dünya Savaşı’nı kaybedip işgal altında yaşamanın ezikliğinden de Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet sayesinde kurtulmuştur. Bu sayede siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik, yönetsel, bilimsel anlamda büyük atılım yapmıştır. İslam dünyasının en gelişmiş ülkesi olarak öne çıkmıştır. Türkiye; tüm eksiklik ve aksaklıklarına karşın, bugün dünyayla pek çok konuda rekabet edebiliyorsa, bilimden sanata, spordan teknolojiye her alanda çok başarılı, seçkin insanlar yetiştirebiliyorsa, bunu Mustafa Kemal Atatürk’e ve Cumhuriyet’e borçludur.
Kemalizm’in Hedefi
Bu bağlamda Atatürk; teokrasiden laikliğe, monarşiden cumhuriyete, saltanattan demokrasiye, imparatorluktan ulus devlete, ümmetten millete, kuldan yurttaşa, cemaat toplumundan cemiyet toplumuna, feodal bağlardan modern sınıfsal ilişkilere geçişi amaçlamış, bunu da büyük ölçüde başarmıştır. Kemalizm’in ideali; siyasi anlamda laik, demokratik, tam bağımsız bir ulus devlet; iktisadi anlamda gelişmiş, sanayileşmiş, refaha ulaşmış ve bunu adil bölüşen bir düzen; toplumsal anlamda yurttaşları arasında hiçbir ayrım gözetmeyen eşit, özgür, bilinçli yurttaşlardan oluşan bir yapıdır.
Erken Cumhuriyet döneminde, bu yönde çok köktenci adımlar atılmıştır. Bu bağlamda, Atatürk’ün sağlığında Türkiye’yi yöneten tek parti rejimi, sonsuza dek iktidarda kalıcı olmayı arzulayan, totaliter karakterli olmamıştır. Böyle bir örgütsel yapı kurmamıştır. Silahlı Kuvvetler üzerinde nüfuz inşa etmemiştir. Paramiliter yapılar kurmayı asla düşünmemiştir. İktidarda kalıcı olmayı değil, demokratik düzene geçmeyi amaçlamıştır. O günün koşullarında çoğulcu bir örgüt yapısına, farklılıkları bünyesinde bulundurmaya, Anadolu’dan, tabandaki en küçük örgüt birimlerinden gelen talepleri dikkate almaya, parti içindeki görevlere gelmek için seçim yapmaya özen göstermiştir. Kendi içinde farklı hiziplerin oluşmasına, kendi dışında başka partiler, muhalefet partileri kurulmasına engel olmamıştır. Nitekim bu zemin sayesinde, 1950 seçimlerinde CHP, iktidarını büyük bir olgunlukla, kendi içinden çıkan Demokrat Parti’ye devretmiştir.
Peki, Atatürkçülük nedir? Atatürkçülükle aynı anlamda, yani anlamdaş olarak kullanılan Kemalizm nedir? Genellikle askerlerin, hele de eski kuşak askerlerin ideoloji dememek için yaygın olarak kullandıkları Atatürkçü Düşünce Sistemi nedir? Hangi tarihsel koşullarda doğmuştur? Hangi siyasal şartlarda olgunlaşmıştır? Neleri başarmıştır? Hangi amaçlarına ulaşamamıştır? Temel ilkeleri, öncelikleri, olmazsa olmazları, kırmızı çizgileri nelerdir? Tarihsel, siyasal, toplumsal, sınıfsal kökleri nelerdir?
Bu sorulara yanıt ararken, öncelikle Atatürk’ü dinlemek gerekir. Gazi Mustafa Kemal Paşa, 6 Mart 1922 tarihinde Meclis’te şöyle seslenir:
“… artık islah-ı hal etmek (durumu düzeltmek) için, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın amaline (emellerine) göre tedvir etmek (yönetmek), bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler güsayiş buldu (açığa çıktı). Halbuki hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nesayihi (öğütleri) ile, paraları ile yükselebilsin? Tarih böyle bir hadise kaydetmemiştir”.
Atatürk’ün bu sözleri, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik konularındaki kıskançlığını gösterdiği gibi, kendine olan güvenini, milletin çalışkanlığına olan inancını da yansıtır. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren, yurdun savunulması ve bağımsızlığın kazanılmasında, yalnız ve ancak milletin azim ve kararlılığına inanmıştır. Şu üç kuvvetin savaşa hazırlanması gerektiğinin altını çizmiştir: Sırasıyla millet, meclis ve ordudur bu kuvvetler. Atatürk, Nutuk’ta bu durumu şöyle anlatır:
“Efendiler, dedim, bu üç vasıta veya gücün düşmana karşı oluşturduğu cepheler iki şekilde düşünülebilir. Kolay anlaşılması için şöyle diyeyim: İç ve görünürdeki cephe… Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği bir cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir. Fakat bu durum hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin çöküşüdür. Bu gerçeği bizden çok daha iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarı da sağlamışlardır. Gerçekten, ‘kaleyi içinden almak’ dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu maksadı gerçekleştirmek için içimize kadar sokulabilen bozguncu mikropların ve ajanların varlığını iddia etmek yerindedir. Meclis’in zihniyeti, çalışmaları ve durumu düşmana ümit verici olmadıkça iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına imkân ve ihtimal yoktur”.
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu sözleri, diğer tüm yazılarıyla ve konuşmalarıyla birlikte düşünüldüğünde, karşımıza şu gerçek çıkar: Atatürk; bir bağımsızlık önderidir. Atatürkçülük (Kemalizm) de öncelikle ve özellikle antiemperyalist bir bağımsızlık ideolojisidir. Atatürk’ün tüm söyleminde ve eyleminde tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik vurgusu öne çıkar. Cumhuriyetçiliği bu zemin üzerinde yükselir. Atatürkçülük (Kemalizm); bizzat Atatürk’ün sözleri kaynak alındığında, ulusal egemenlik ve tam bağımsızlıktan yana, aydınlanmacı, devrimci, toplumcu, halkçı, antiemperyalist bir düşünce sistemidir. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın, Harbiye Nezareti’ndeki siciline, “Cumhuriyetçidir” notu düşüldüğü gibi, Sivas Kongresi sonrasında, İngiliz istihbaratı Londra’ya şu mesajı geçmiştir: “Türkler cumhuriyete gidiyor”.
Kemalizm’in Öncesi
Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet Devrimi ve Atatürkçülük hakkında ülkemizde ve dünyada on binlerce kitap, yüzbinlerce makale yazılmış, bildiri sunulmuş, konferans, sempozyum, çalıştay, kongre düzenlenmiştir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet; on binlerce şiire, romana, tiyatroya, şarkıya, marşa, sergiye, belgesele, filme konu olmuştur. Bu bağlamda Atatürk; dünyada hakkında en çok yazılan ve konuşulan komutanlardan, devrimcilerden, devlet kurucularından, kurtarıcı ve kurucu liderlerden biridir ve halen de tartışılmaktadır. İlkeleri ve uygulamalarıyla, halen taraftarları ve karşıtlarınca gündemde tutulan bir liderdir Atatürk. Savunucuları tarafından pek çok sorunun çözümünün temel kaynağı, muhalifleri tarafından ise sorunların ve bu sorunların çözümsüzlüğünün birincil sebebi olarak görülmektedir. O nedenle Atatürk ve Cumhuriyet, sadece geçmişin konusu değildir. Günümüzün ve geleceğimizin de konusudur. Bu yönüyle de günceldir, canlıdır, serttir, keskindir Atatürk’e, Atatürkçülüğe ve Cumhuriyet’e ilişkin tartışmalar.
Atatürkçülük – Kemalizm; öncelikle Atatürk’ün bilgisinin, bilincinin, birikiminin, deneyiminin, hedefinin, yaptıklarının, söylem ve eylemlerinin ürünüdür. Bunlardan bağımsız düşünülemez. Belli bir tarihsel dönemde, belli tarihsel şartlarda ortaya çıkmıştır. Fakat çözüm önerileri, belli bir döneme sıkışıp kalmamıştır. Dogmatik, durağan değildir. Devinim halinde, devrimci bir düşünce sistemidir. Gelişime, ilerlemeye, çağdaşlaşmaya, aydınlanmaya öncülük etme iddiası taşır.
Türk Devrimi’nin hazırlık aşaması uzun değildir. Öncesinde, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856), I. Meşrutiyet (1876), II. Meşrutiyet (Jön Türk Devrimi, 1908) gibi hareketler bulunsa da, örneğin Fransız Devrimi’yle (1789) kıyaslandığında, eskilerin deyimiyle Fransız ihtilal-i kebirinin uzun bir hazırlık dönemine sahip olduğu görülür. Fransız Devrimi öncesine bakıldığında, 12. yüzyılda Batı Avrupa’daki kentsel özerklik hareketiyle başlayan, Rönesans, Reform ve Aydınlanma Devrimi’yle pekişen 600 yıllık bir süreç görülür. Fransız Devrimi; Ortaçağ’dan itibaren, Avrupa’nın seçkin aydınlarının, düşünürlerinin, sanatçılarının düşüncelerinden yararlanmış, bunları harmanlamış, sentezlemiş, geliştirmiştir. O nedenle dünyayı derinden etkilemiş, kalıcı olmuş, evrenselleşmiştir. Bu yüzden, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, yurttaşlık, aydınlanma, dayanışma deyince, halen dünyada akla gelen en önemli evrensel örneklerin başında Fransız Devrimi gelir.
Türk Devrimi ise Fransız Devrimi’nin 600 yıllık düşünsel birikimiyle ve çok kanlı bir şekilde başardığını, çok daha kısa süreli bir düşünsel birikimle ve kansız biçimde başarmıştır. Bu nedenle, üçüncü dünyada, ezilen uluslarda, Atatürk’ün deyimiyle mazlum milletlerde yankısı güçlü olmuştur. Kemalizm; özgür bireyi, örgütlü toplumu, katılımcı, dinamik, çağdaş yaşamı ve demokratik devleti hedeflemiştir. Özgür bireyden, özgür yurttaştan anladığı da, bireyin başkalarına, başka kişilere, kurumlara, örgütlere, yapılara bağımlı olmamasıdır. Aklını, iradesini hiç kimseye, hiçbir kuruma teslim etmemesidir. Çünkü Cumhuriyet, cemaat toplumuna karşıdır. Toplumun tarikat, cemaat, aşiret, kabile gibi yapılardan değil, özgür yurttaşlardan oluştuğunu kabul eder.
Kemalizm, Cumhuriyet ve Yurttaşlık
Tarihsel bir kuraldır; her devrim, aynı zamanda, eski rejimden kopuşu ifade eder. Her devrim, diğer nitelikleri ve özellikleri yanında, eski rejimin antitezi olmak zorundadır. Bu kaçınılmazdır. Çünkü aksi durumda, devrim yapmak olanaksızdır. Fakat her devrim için geçerli olan gerçeklerden biri de şudur: Toplumsal yapıyla, insan malzemesiyle, bürokrasiyle, pek çok kurum ve örgütle, bir geçiş süreci, dahası bir süreklilik söz konusudur. Bu gerçek, az veya çok tüm devrimlerde gözlenir. 1789 Fransız Devrimi’nde de, 1917 Ekim Devrimi’nde de, 1923 Türk Devrimi’nde de…
Çağdışı kalmış tüm eski rejimlerde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da siyasal yapı, doğuştan kazanıldığına inanılan, doğumla edinildiği varsayılan katı imtiyazlara, değişmez ayrıcalıklara, yani saltanata dayalıdır. Saltanat sahipleri de, saltanat (buna daha sonra hilafet eklenecektir) adına, devlet yönetimini ellerinde tutmuşlar, iktidarlarını korumak ve sürekli kılmak adına her türlü zora, baskıya, şiddete, entrikaya başvurmuşlardır. İktidarlarını bir yandan da ilahi, dini, ruhani temellere dayandırırken, kendilerine dinsel boyutuyla da kutsallık, dokunulmazlık atfetmişlerdir. O nedenle tüm Ortaçağ artığı, feodalizm kalıntısı monarşiler, imparatorluklar, krallıklar, sultanlıklar, hanedanlar değişime kapalıdırlar, değişime direnirler. Bu yapıların ortak özelliklerinden biri de, farklı dinlere ve mezheplere inansalar bile, teokratik olmalarıdır.
Cumhuriyet ise yurttaşı bilir, yurttaşı tanır, yurttaşı muhatap alır. Eşitlikçidir. Doğumla edinilen imtiyazlara, doğuştan gelen ayrıcalıklara karşıdır. Hakları ve özgürlükleri savunur. Adaletsizliği, toplumsal adaletsizliği, sınıfsal eşitsizliği, fırsat eşitsizliğini tasfiye etmek ister. Atatürk’ün şu tanımı, eşsiz, benzersiz bir Cumhuriyet tanımıdır: “Cumhuriyet, bilhassa kimsesizlerin kimsesidir”.
Cumhuriyet, kanun devleti değildir. Hukuk devletidir. Ayrımcı değildir, bütünleştiricidir, kapsayıcıdır. Kutuplaştırıcı değildir, kaynaştırıcıdır. Yasakçı değildir, özgürlükçüdür. Özgürlüğün sınırını da hukukla koyar. Bireyci değildir, toplumcudur, halkçıdır, kamucudur. Bencil değildir. Dayanışmacıdır, bölüşümcüdür, paylaşımcıdır. İmtiyazlara, ayrıcalıklara, toplumsal yapıyı parçalayan, ulusal bütünlüğü bozan alt kimliklere, feodal aidiyet ve mensubiyetlere karşıdır. Bunların siyasallaşmasına, yurttaş üzerinde tahakküm kurmasına, vesayet inşa etmesine hoşgörüyle bakmaz.
Cumhuriyet öncesi, Osmanlı İmparatorluğu’nda kul vardır. Kul, tebaanın parçasıdır. Toprak, sultanın mülküdür. Cumhuriyet’te ise yurttaş, milletin parçasıdır, devletin sahibidir. Toprak ise vatandır. O yüzden Cumhuriyet; özgür, eşit, hakları ve sorumlulukları olan yurttaşların rejimidir. Yurttaş toplumun bir üyesidir. Toplum da inanç temelli değil, bilinçli temelli bir toplumdur. Birey olma, yurttaş olma, ulus olma, öncelikle bilinç gerektirdiğinden, genç Cumhuriyet bu amaçla eğitimi çok önemsemiş, önemli eğitim hamleleri yapmıştır. Kadınların eğitimine önem vermiştir. Eğitimin nitelikli olması için büyük çaba göstermiştir. Erken Cumhuriyet; öğretmenlere, öğretmenlerin eğitimine, onların toplumsal statüsüne, yurt dışına eğitim için yollanan gençlere verdiği değerle de dikkat çekmiştir. Örgün eğitim kurumlarının yanında Halkevleri, Halkodaları, Millet Mektepleri gibi önemli kurumları hayata geçirmiştir. Dünya eğitim tarihine geçen Köy Enstitüleri, Cumhuriyet’in halkçı, eşitlikçi, karma, aydınlanmacı, laik ve bilimsel eğitim anlayışının en parlak kurumlarındandır.
Cumhuriyet’te iktisadi boyutta, planlı sanayileşme, ulusal burjuvazi ve nitelikli işgücü yaratma çabaları önemli adımlardır. Atatürk’ün en büyük hedeflerinden biri olan toprak reformu ise o dönemin koşullarında tam olarak gerçekleştirilememiştir. Kapsamlı bir toprak reformu yapmaya Atatürk’ün ömrü yetmemiştir. Köylüyü feodal ilişkilerden kurtaracak, üretici kılacak, örgütlenmesinin önünü açacak böylesi bir reformun, çok büyük siyasal, toplumsal, sınıfsal, ekonomik sonuçları olacağını bilen feodalizm artığı, Ortaçağ kalıntısı güçler, toprak reformuna direnmişlerdir. O nedenle bu yönde atılan adımlar çok sınırlı kalmış, milletleşme sürecini de olumsuz etkilemiştir. Atatürk’ün din, dil, ırk, mezhep, doğum yeri anlayışına değil, yurttaşlığa, kültüre, ortak vatana, ülkü birliğine dayalı millet anlayışının pekişmesini sekteye uğratmıştır.
Kemalizm; Akıl, Bilim, Antiemperyalizm
Gazi Mustafa Kemal Atatürk; Doğu Sorunu’nu, eski adıyla Şark Meselesi’ni, bunu temel alarak Türk vatanına çullanan daha ileri bir emperyalist hamle olan Sevr projesini tarihin çöplüğüne yollamıştır. Bu başarısıyla da dünyada ses getirmiştir. Fakat bu büyük başarıya karşın, dış politikasında asla yayılmacı, maceracı, hırslı, hınçlı, hırçın olmamıştır. Yurtta ve dünyada barışı savunmuş, milletin hayatı söz konusu değilse, savaşın bir cinayet olduğunu söylemiştir.
Kemalizm, dış politikasında, ülkelerin içişlerine karışmaya karşıdır. Başka devletlerin ve ulusların egemenliğine, bağımsızlığına, bütünlüğüne, siyasal birliğine saygılıdır. Bölge merkezli ittifakları, mazlum milletler arasında işbirliğini ve dayanışmayı önemser. O nedenle 1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerle işbirliği yapan, Fransızlarla birlikte hareket eden Osmanlı Devleti tebaası halklara karşı, kin gütmemiştir. Onlara öfkeli, kızgın bakmamıştır. Öyle ki, İngilizlerle yaptıkları işbirliğinin kendilerine özgürlük ve bağımsızlık değil, kölelik ve esaret getirdiğini gören Araplar; Kurtuluş Savaşı sürerken Mustafa Kemal Paşa’ya gelip, “Gel, bizim de başımıza geç. Bizim de kurtarıcımız ol. Bir İslam konfederasyonu altında birleşelim” dediklerinde, onlara şu yanıtı vermiştir: “Herkes öncelikle kendi bağımsızlığı için mücadele etsin. Kendi bağımsızlığını kazansın. Bu süreçte elbette karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma içinde olalım. Sonrasında şartlar elverirse gerekirse bir federasyon veya konfederasyon gündeme gelebilir”.
Kemalizm; akılcılıktan, bilimsel düşünceden, gerçekçilikten yanadır. Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünceleri, eylemi, programı ve uygulamalarından doğan Atatürkçülük – Kemalizm, akıl ve bilimi temel alan yapısıyla her zaman çağdaş ve devrimci olma iddiası taşır. Bir ulus devlet kuran, milliyetçi yönü güçlü bir düşünce olarak da, Türkiye’yle benzer koşullardaki ülkeler için model olarak düşünülebilir. Bu yönde çok sayıda yorum da vardır. İngiliz, Fransız, Alman, Rus, İtalyan, Yunan arşivleri incelendiğinde, ABD’den Çin’e, Küba’dan Cezayir’e, Hindistan’dan Mısır’a dek dünyanın dört bir yanından bilim insanlarının, uzmanların, tarihçilerin, araştırmacıların Atatürk’ü, Atatürkçülüğü nasıl gördükleri, ne şekilde yorumladıkları incelendiğinde, Atatürk’ün en belirgin, ilk akla gelen özelliğinin antiemperyalist mücadelesi olduğu görülür. O nedenle Atatürk; 3. dünyada, Atatürk’ün tanımıyla mazlum milletlerde, ezilen uluslarda etkisi, yangısı güçlü, saygı gören bir devrimci liderdir. Bu etki Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya, Asya’dan Afrika’ya dek uzanır.
Sonuç
Kemalizm; bütüncül kalkınma programına sahiptir. Geri kalmış, yarı sömürge durumuna düşmüş, yoksul, savaş yorgunu, halkının yüzde 90’ı kırsalda yaşayan, bir o kadarı okuma yazma bilmeyen bir ülkenin, mümkün olan en kısa sürede ve her açıdan kalkınabilmesi için çok yönlü bir kalkınma programı uygulamıştır Atatürk. Tarihsel sırasıyla bakıldığında Osmanlı Devleti’nde Tanzimatçılar, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihatçıların çok isteyip de başaramadıklarının veya kısmen başardıklarının çok daha ilerisini, kapsamlısını ve radikalini başarmıştır. O nedenle Atatürkçülüğü, öncesindeki bu tarihsel birikim ve deneyimi iyi anlamadan, tek başına yorumlamak bilimsel olmaz, tarihsellikle ve nesnellikle bağdaşmaz.
Kemalizm’in 6 ilkesinden biri olan devrimcilik, Atatürkçülüğün ilerici, aydınlanmacı, gelişmelere açık, öncü karakterini yansıtır. Devrimcilik ilkesi, aynı zamanda, diğer ilkelerin de devrimci ve çağdaş bakış açılarıyla ele alınmasının güvencesidir. Altı ilke, birbirinin tamamlayanı, bütünleyeni, olmazsa olmazı olduğu gibi, altısı birlikte ve aynı anda bir devrim programını oluşturur. Cumhuriyet Devrimi programının özeti ve simgesi olarak kavramlaşır.