Türkiye Cumhuriyeti; 2023’te, kuruluşunun 100. yılını kutlamaya hazırlanırken, liberal iktisadın, kapitalist tercihlerin çok etkili olduğu bir siyasal iklime sahiptir. Bu konuda, ana akım siyasetin muhalif cephesi de, iktidardan çok farklı değildir. Toplumcu, halkçı, kamucu, devletçi seçenekleri kararlı, tutarlı, yürekli biçimde savunmaktan oldukça uzaktır. Muhalefetin yanı sıra akademi, medya, meslek örgütleri, sendikalar, düşünce kuruluşları da etkisizdir maalesef.
Fakat yine de, bu karamsar tabloya karşı, dilimizin dev ve devrimci ozanı Nazım Hikmet’in “Laz İsmail” şiirindeki dizesi gibi, direnmek, kafa tutmak gerekir: “Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele!”
Israrla, inatla, iddiayla, liberal hegemonyaya karşı mücadele etmek, liberal, neo liberal politikaların tek seçenek olmadığını vurgulamak, emekten, eşitlikten, bağımsızlıktan, aydınlanmadan yana olan siyasetleri yüksek sesle dillendirmek zorunludur, hem de bıkıp usanmadan. Çünkü ünlü İngiliz liberal düşünür John Stuart Mill’in de vurguladığı gibi, “tartışma konusu olmayan düşünceler canlılıklarını yitirirler”.
Şu saptamayla başlayalım: Liberal ekonomi politik düşünce; kamunun ekonomide yönlendirici, düzenleyici, dizginleyici olmasına karşıdır. Esasta, 19. yüzyılda yaygın biçimde kabul görmeye başlayan bu yaklaşıma göre; devlet, işlevlerini olabildiğince sınırlamalıdır. Hatta mümkün olan en geri, en dar sınırlara çekilmelidir. Ekonomiye, topluma müdahale etmekten olabildiğince kaçınmalıdır. Bunu yaptığı takdirde, ekonomik ve toplumsal yaşamda, arzulanan denge ve düzen kurulabilir. Çünkü toplumsal hayatta, kendi çıkarları için mücadele veren yurttaşlar ve sınıflar, özgürce mücadele ederler, akılcı, gerçekçi, faydacı davranırlar. Devletin müdahalesi, bu işleyişi bozar. Ekonominin arz – talep dengesi ve piyasanın görünmez el yasası, belirleyicidir, yeter ki devlet karışmasın, müdahale etmesin.
Liberallere göre; devletin sınıflar arası uçurumu, varsıl – yoksul dengesizliğini, bölgeler arası gelişmişlik farkını gidermek, fırsat eşitliği sağlamak gibi görevleri, işlevleri, sorumlulukları yoktur. O nedenle, sosyal devleti savunmak, yanlıştır. İnsanları tembelliğe alıştırır. Dahası, toplumun doğasına da aykırıdır. Ekonomik gerçeklerle de bağdaşmaz. Liberalizmin, sermayenin girişim özgürlüğünün, demokrasiyle eşit olduğunu, bir ve aynı olduğunu savunanlara göre; devletin ekonomik ve toplumsal yaşamdan mümkün olduğunca çekilmesi durumunda, serbest rekabetin ve serbest piyasanın kuralları işleyecektir.
Liberalizm ve eşitsizlik
Oysa gerçekler, liberallerin dillendirdiği gibi değildir. Onların devletin sınırlarına, serbest piyasaya ve rekabete ilişkin görüşlerinin, tekelleşmeye zemin hazırladığı, toplumsal eşitsizlikleri, sosyal adaletsizliği artırdığı bilinen bir gerçektir. Devlet müdahalesinin, kamunun yönlendirici, denetleyici, düzenleyici işlevinin, kamusal planlamanın olmadığı bir düzen, sermayenin, ekonomik ve politik gücün, belli ellerde yoğunlaşmasının önünü açar. Bu düzene de demokrasi denemez. Liberallerin arzuladığı gibi, daha az devlet – daha çok piyasa, daha az kamu – daha fazla özel teşebbüs, sadece sınıfsal eşitsizlikleri daha da derinleştirmeye yarar, o kadar.
Liberalizm; 1989 – 1991 arasında Soğuk Savaş bittiği, Doğu Bloku çöktüğü, Berlin Duvarı yıkıldığı, Varşova Paktı dağıldığı, SSCB tarihe karıştığı, ABD zaferini ilan ettiği halde, yaşadığı bunalımı aşamamıştır. Kapitalizm, döngüsel krizlerden kurtulamamıştır. Parlamenter demokrasiler, liberal demokrasiler, temsili demokrasiler, emekçilerin, ezilenlerin, yoksulların, kısacası geniş halk kesimlerinin çok temel ve insani sorunlarını çözmede başarılı olamamıştır. Büyük sermayenin siyasal gücü sınırsız, denetimsiz şekilde kullanmasının, medyadaki tekelleşmenin, sosyal devletin kazanımlarının budanmasının, ırkçı, yabancı düşmanı akımların güçlenmesinin önünü alamamıştır.
Liberal demokrasinin; ekonomik düzlemde kapitalizmin siyasi, iktisadi ve toplumsal sistemini, kapitalist üretim, mülkiyet, bölüşüm ilişkilerini benimsemesi, emekçilerin kazanımlarının sürekli törpülenmesine neden olmuştur ve olmaktadır. Kapitalizm sürekli bunalım ürettiğinden, yani kapitalizmde kriz yapısal olduğundan, üstelik öyle 40 – 50 yılda bir değil, neredeyse her 10 – 15 yılda bir kriz yaşandığından, geniş halk kitlelerinin durumu kötüleşmiştir ve ektedir. Üstelik her seferinde de liberaller, piyasanın başat aktörleri, patronlar, bol sıfırlı maaş alan tepe yöneticiler (CEO), krizi atlatmak için gözlerini kamu kaynaklarına, devletin atacağı adımlara, çıkaracağı kurtarma paketlerine, sileceği vergi borçlarına dikmektedirler. Her defasında hükümetlere “ücretleri sınırlayın”, “maaşları düşürün”, “eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe daha az kaynak ayırın” talimatı vermektedirler. Maalesef hükümetler de, genelde onların dediklerini yapmaktadırlar.
Ulus devleti ve sosyal devleti savunmak
Temsili demokraside hukuk düzenindeki eşitlik, iktisadi, siyasi, toplumsal düzlemde yoktur. Yasalar önünde eşit olan yurttaşlar, sınıfsal düzlemde eşit değildirler. O nedenle fırsat eşitliği, o yüzden sosyal devlet, o sebeple devletin ekonomiye müdahalesi zorunludur. Bunu yapabilmenin de tek yolu, ulus devlettir. Onun sunduğu zemin ve olanaklardır. Liberallerin, neo liberallerin ulus devlet karşıtlığının en önemli sebeplerinden biri de budur. Çünkü uluslaşarak ve bağımsızlaşarak çağdaşlaşmak için, yurttaşlık bilincinin pekişmesi için, güçlü, etkin, saygın, gerçekten demokratik bir ulus devlet, temel koşuldur.
Ulus devletin aşındırılması, zayıflatılması için ekonomik, hukuksal, idari düzlemde özelleştirme, yerelleştirme, kuralsızlaştırma dayatılmış, küresel sermayenin talepleri doğrultusunda ulusal yargı, uluslararası tahkim yoluyla devre dışı bırakılmıştır. Siyasal ve toplumsal düzlemde ise kimlik siyaseti özendirilmiş; alt kimlikler, etnik, dinsel, mezhepsel hassasiyet, aidiyet ve mensubiyetler ulus kimliğinin, yurttaş kimliğinin, sınıf kimliğinin önüne geçirilmiş ve bu konuda hayli yol alınmıştır.
Bu şartlar altında, liberalizmin vadettiği özgürlüğün, yoksulluk ve açlık, son kertede sefalet ve ölüm getirdiğini, bıkmadan usanmadan halka anlatmak gerekir. Piyasanın tek belirleyici olduğu bir düzende, adalet ve eşitlik yoktur. Gelir dağılımı uçurumu, açlıktan bebek ölümleri, artan suç oranları vardır.