Bir zamanlar kendilerini cumhuriyetçi, demokrat, serbest piyasacı, devletçi, vb. şekilde tanımlayan ama şu ya da bu şekilde ulus devlete bağlılıklarını ifade etmekte kusur etmeyen her partiden siyasiler, ekonomistler, gazeteciler, vb., son 40 küsur yılda istisnasız neoliberal küreselleşmeci dünya düzeni savunucusu haline geldikten sonra, şimdilerde kendilerini “neoliberalizmle mesafeli” olarak tanımlamaya başladılar.
Sadece dünya da değil ülkemizde de benzer bir moda oluşmuş durumda.
AKP’nin kendisini yerli ve milli ilan etmesinin üzerinden uzun yıllar geçse de, başkasının borç parasıyla sahte/ödünç refah politikalarında herhangi bir değişiklik söz konusu değil. Yerli ve milli Nebati Bakan gün geçmiyor ki, ülkeye portföy yatırımı yani sıcak para getirmesi muhtemel, küresel para satıcılarıyla görüşmesin. Atatürk’ün ekonomik bağımsızlık olmadan siyasi bağımsızlık olmaz sözü maalesef umurlarında değil, ya da anlamını kavramış değiller. Borç alınan yeri değiştirince yerli ve milli olunamadığı gibi neoliberalizm karşıtı olmak da mümkün olamıyor.
İktidar öyle de, muhalefet farklı değil.
Ülkemizde neoliberal küreselleşmeci politikaların yerleşmesinde/ulusal varlıkların satılıp, küresel finanas sistemine bağımlı hale gelinmesinde anahtar rol üstlenen Ali Babacan’a, Mehmet Şimşek’e övgüler dizmesiyle hatırlanılan Selin Sayek Böke’nin, kendisini piyasa karşıtı ve neoliberalizme mesafeli ilan etmesiyle başlayan yolda, ikinci açıklama, Türkiye’de neoliberalizmin kökleşmesinde kritik görev yapmış olan Turgut Özal ve Kemal Derviş’e övgüleriyle tanıdığımız Kemal Kılıçdaroğlu’ndan geldi.
40 yıllık neoliberalizm macerasının ülkemizde ve dünya da yarattığı eşitsizlikler dayanılmaz hale gelince, neoliberalizm yolundan “dönüşlerin” yaşanılıyor olmasına şüphesiz ki şaşırmamak gerekiyor.
İçerisinin nasıl doldurulduğunu görmek/anlamak için öncelikle yapılması gereken şey, neoliberalizmin ne olup ne olmadığını, kısaca bir kez daha paylaşmak. Sonrasında da, bu günlerde yerli ve milli ya da mesafeli olan bu kişilerin, siyaseten yaptıklarına önerdiklerine bakmak gerekiyor.
Bu noktada, öncelikle ve altı çizilerek söylenmesi gereken şey, neoliberalizm denilen şeyin yalnızca bir iktisadi kavram olmadığı. Tam tersine, devletin gümrük tarifeleri ve sermaye hareketleri başta olmak üzere, ekonomiye ilişkin müdahale alanlarının olabildiğince azaltılması, buna karşılık Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası kuruluşların, uluslar arası mahkemelerin -tahkim dahil- güçlendirilmesi ile devletin tüm kaynaklarının özel sektörün gelişmesi için kullanılmasını esas alan siyasi ve sonuç olarak idari/hukuki bir yeniden yapılanma, bu esaslar üzerinden yeni bir dünya düzeni kurma projesi olduğu.
Projenin başlangıç tarihi olarak, ABD’nin, doların değerinin altına bağımlılığını, uluslar arası antlaşmaları tanımaz bir kararla, tek taraflı olarak kaldırarak, karşılıksız para basma, faiz ve emisyonla oynayarak, uluslararası ticareti rezerv para olarak doları kullanan ulusal ekonomileri, dolayısıyla ulus devletlerin iç siyasi yapılarına doğrudan müdahil olma “hakkı” kazandığı 1972 yılını almak sanırım yanlış olmayacaktır.
Bu kritik önemdeki adımı, 1975 yılında, dünyanın geneli ve geleceği hakkında söz söyleme haklarının olduğunu iddia eden G7 (Gelişmiş Piyasa Ekonomileri) isimli birlikteliğinin oluşturulması takip etti.
Bu yeni “adımın”, en önemli “eseri” 1989 tarihli Washington Uzlaşısı oldu. Sovyetler Birliğini ortadan kaldıran kişi olarak, Rusya’nın en çok nefret edilen siyasetçisi unvanını da açık ara elinde tutan Mikhail Gorbaçov’un da katılımıyla, o tarihte G8 adını almış olan emperyalist birlik, Washington Uzlaşısı adını verdikleri bir belge ile kurmak istedikleri yeni dünya düzeninin hukuki temellerini ortaya koydu.
1992 tarihli Maastrich, 1993 Kopenhag Antlaşmalarına ve Avrupa halklarının sağduyusu sayesinde yasalaşamadan tarihin çöplüğüne giden Avrupa Anayasası girişimine de ilham veren Washington Uzlaşısı’nın on maddesi bulunuyor. Mali disiplinin sağlanması, özel mülkiyetin korunması, kamu harcamalarının azaltılması, kamu teşebbüslerinin özelleştirilmesi, vergi reformu, ticaretin serbestleştirilmesi, finansal reform, uluslararası ticaretin önündeki engellerin kaldırılması, sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesi, serbest faiz hadleri ve rekabetçi kur politikaları.
Yukarıda kısaca sıraladığım madde başlıklarından da kolayca anlaşılacağı gibi, Washington Uzlaşısı denilen şey; neoliberal politikaların yeni dünya düzeninin temelini oluşturması ve ulus devletlerin bu uzlaşıyla kabul ettikleri kurallara uymalarını sağlamayı amaçlayan büyük adım. Konumuzla doğrudan ilişkili olmasa da, bu zorlamanın, soğuk savaş sonrası dönemde yeniden yapılandırılıp, doğuya doğru genişletilen NATO eliyle gerçekleştirildiğini, Yugoslavya’nın parçalanmasının bu yönde atılmış ilk adım olduğunu da ekleyip, devam edelim)
Bu “uzlaşıyı”, G7 dışı ülkelere benimsetme, hukuk ve idari yapılarını, bu uzlaşının talimatları doğrultusunda yeniden yapılandırmalarının koordinasyon ve yürütülmesi görevini üstlenen “kurumlar, Dünya Bankası ve OECD olurken, bu görevi yürütürken kullandıkları temel araç ise “Yapısal reformlar” yani devletlerin hukuki ve idari sistemlerinin, bu yeni dünya düzeniyle uyumlu olmalarını sağlayacak şekilde yeniden yapılandırılması oldu. Bizim ülkemizdeki pazarlaması, kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, kamuda etkinlik ve verimliliğin artırılması gibi süslü sloganlarla ve bürokrasinin kritik noktalarının -özellikle, mülkiye maliye ve yargı- ciddi bir yurt dışı eğitimden geçirilmesiyle gerçekleştirilen süreç, AKP’nin iktidara gelmesi -Kasım 2002- sonrasında Avrupa Birliği (AB) müktesebatına uyum adı altında yeni bir ivme kazandı.
Dünya Bankası belgelerinde yapısal reformların amacı, bizim gibi ülkeler için, “halihazırda eksik olduğunu üzerine basarak söyledikleri, güvenilir kurumları oluşturmak” olarak açıklanıyor.
Aynı şeyin, benzer varsayım ve sübjektif kabullerle, Kılıçdaroğlu’nun dünyanın en parlak zihinlerinden biri olarak nitelediği Daron Acemoğlu’nun, Türkçeye “Ulusların Düşüşü” adıyla çevrilen “Why Nations Fail” isimli kitabında anlatıldığını, benzer iddiaların Mahfi Eğilmez tarafından, üstelikte Atatürk ve arkadaşları tarafından gerçekleştirilen devrimlere benzetme cüreti gösterilerek savunulduğunu da ilave edip, yapısal dönüşüm operasyonunun detaylarıyla devam edelim.
Burada kritik olan nokta, Dünya Bankası’nın, Yapısal Reformların “güvenilir kurumlar” yaratmayı amaçladığını söylerken, “kimin için güvenilir” kurumların yaratılması gerektiğini doğrudan ifade etmiyor olması. Güvenilir Kurumların ne olduğunu görebileceğimiz yer, bize ve dış kaynağa dayalı büyüme önerilerek ulusal ekonomik altyapıları yok edilen diğer ülkelere dayatılan yapısal reformların içerikleri.
Söz konusu içeriklere bakıldığında görülen şey ise, güvenilir kurum arayışının vatandaşın güveniyle değil, ülkeye gelecek yabancı yatırımlarla yani borç para vereceklerin güveniyle/güvenlerinin kazanılmasıyla, onların “güvenilmez ulusal kurumlardan” korunmasıyla ilgili olduğu.
Sonuç olarak, “güvenilir kurumlar” yaratmak denilerek yapılan şey, bir yandan ulus devletlerin başta ekonomiye ilişkin kurumlar olmak üzere devletin/devlet yapısının deformasyonu, diğer yandan, kredi derecelendirme kuruluşları, bankalar, vb. özel şirketlerin yeni küresel sitemin, ulusal ekonomiler üzerinde tasarruf/yönlendirme hakkına da sahip meşru aktörleri haline getirilmesi oldu. Devletlerin ya da yerel yönetimlerin batması normal karşılanırken, batmasına izin verilemeyecek büyüklükte finans şirketleri bu şekilde kamu kaynaklarıyla, vatandaşın vergileriyle yaratıldı. Bizde bu sürecin, 24 Ocak Kararları ile başlatıldığını ve günümüze kadar iktidar olma şansı yakalayan sağcı, solcu, milliyetçi, dinci tüm iktidarlar ve iktidar ortakları tarafından tavizsiz uygulandığını ise bilmem söylemeye gerek varmı?
Bu noktada, GATS Anlaşması ve DTÖ karşıtlarının, 1999 yılında Seattle sokaklarında acımasızca, -“Çok Demokrat” Bill Clinton’ın Başkanlığı döneminde- dövüldüğünü bilmem hala hatırlayanlar var mı? diye sorup, gelelim, son günlerde neoliberalizme karşı olduğunu, mesafeli olduğunu söyleyen özellikle muhalefet karadından kişilerin neoliberalizmle mesafelerinin ne olduğu konusuna.
Söz konusu “karşı olma” durumu ya da “mesafe” konusunu açıklığa kavuşturmanın yolu, bu kişilerin, son aşama olarak Washington uzlaşısı ile oluşturulan neoliberal küreselleşmeci dünya düzenine giden süreçte alınan karalara bakışlarını ortaya koymak.
İktidarın yerli ve milli, neoliberalizm karşıtı duruşunun ne olduğunu anlamak için, başta da belirttiğim gibi, “yatırım” adı altında sıcak borç para peşinde koşan Bakan Nurettin Nebati’nin açıklamalarına bakmak yeterli.
Ortak açıklamalarında, yabancı sermayeye, küresel para satıcılarına güven verecek şekilde “kurumları güvenilir kılmayı” temel aldığını söyleyen yani Dünya Bankasının söylemlerini tekrar eden 6’lı masa açısından bakıldığında da umutlu olmak mümkün görünmüyor.
Sorunu daha da ağırlaştıran şey ise, neoliberalizmi yalnızca bir ekonomi politikası tercihi olarak düşünen ya da öyle düşünüyor gibi yaparak söz konusu “ekonomik görünümlü” tercihin, küresel çapta bir idari ve siyasi düzenin –ulus devletleri çökerten- hukuki altyapısı olduğu gerçeğini göz ardı edenlerin, söz konusu, “güvenilir kurumlar yaratma amaçlı olduğu söylenen” yapısal reform dayatmalarının, Osmanlı Kapitülasyonlarıyla ya da İngiliz İmparatorluğunun ya da Fransa’nın işgal ettikleri, sömürgeleştirdikleri ülkelere zor kullanarak kabul ettirdikleri hukuki sistemlerle özde sahip oldukları benzerliği görmezden geliniyor olması.
Kendini, Düyunu Umumiye’nin kurulduğu dönemde Padişah olan Abdülhamit çizgisinin devamı olarak gören AKP açısından bu durum bir sorun yaratmıyor şüphesiz ki. 6’lı masa içerisinde yer alan CHP dışındaki partiler açısından da durum farklı değil.
Sorun, Atatürk ve arkadaşları tarafından ekonomik ve siyasi bağımsızlık fikri üzerine kurulmuş olan CHP’nin siyasi çizgisindeki 180 derecelik dönüş.
Sonuç olarak, kişisel olarak durduğum yerden bakıldığında görülen şey, karşı olunan ya da karşı olunduğu söylenen şeyin yalnızca artık herkes tarafından bilinen ve nefret edilen bir dünya düzeni projesi olan neoliberalizm değil, “neoliberalizm” kelimesi olduğu.
Yazıyı, ne alakası var yapısal reformların, kapitülasyonlarla diyenler/diyecekler için, Mahmut Esat Bozkurt’un Türk Hukuk Kurumu tarafından, 2008 yılında, “Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi” ismiyle kitap halinde yayınlanan doktora tezini okumalarını önererek bitirelim.
Ahmet Müfit
Not: Mahmut Esat Bozkurt’un bu değerli çalışmasını kitap haline getirerek, bizler için ulaşılır kılan o dönemki Türk Hukuk Kurumu Yönetimine özellikle teşekkür ediyorum.