Bir genç kız öldü ve güncel siyasetin her düzeydeki aktörlerinin, kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı bir tüketim malzemesine dönüştürüldü.
İran Cumhurbaşkanı Reisi, olaylar sonrası yaptığı açıklamada, ““Düşmanlar ülkemizde kaos çıkarmak istiyorlar. Halkımızın taleplerini ve protestoları işitiyoruz ancak kimsenin kaos yükünün altına girmesine izin vermeyiz. Hiçbir alanda ve hiçbir koşulda halkın güvenlik ve huzurunun tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğiz” derken, işittiğini söylediği protestolarla ilgili -gerek olayın sorumluları gerek, toplumu, insanları, kendi yorumladıkları dini kurallara uymaya zorlayan, uymayanları şiddet yoluyla hizaya sokmayı hak gören despotizm konusunda- herhangi bir özeleştiri yapma gereği duymadı.
Reisi’nin, yaşananları, en ufak bir özeleştiri yapmaksızın, doğrudan “dış güçlere” fatura eden ama nasıl olup da, bağımsız olduğu varsayılan bir ülkenin, bu denli kolay bir şekilde, dış güçlerin kolayca at oynatabilecekleri bir duruma düştüğü/düşürüldüğü sorusuna yanıt vermeyen bu tavrı, şüphesiz ki bizim için de yabancı değil.
Amini’nin acı ölümü sonrası, İran Devleti Yetkilileri adına yapılan açıklamalar, siyasi düzlemde, bir birinin zıttı iki farklı tepkiye neden oldu.
Bizde ve yurtdışında bir kesim ve bir kısım ülke, İran’ın Şanghay İşbirliği Örgütüne resmen üye olmasının hemen ertesinde gerçekleşen bu olayları, İran’ın ABD, İsrail ve genel olarak batı çıkarlarına uygun olmayan tutumundan kaynaklı bir “dış güçler” saldırısı olarak değerlendirildi. İnsanları din adına baskı altına alan sistemi sorgulamaktan, İran’ın, ABD liderliğindeki neoliberal, küreselleşmeci güçler tarafından başlatılan organize saldırı karşısında, antiemperyalist tutuma -en azından konjonktürel olarak- zarar vereceği endişesiyle özellikle kaçındı. Bunu yaparken her nedense, hem Neoliberal, küreselleşmeci düzene karşı olunabileceği hem de gericiliğe karşı olunabileceği, İran’ın ABD emperyalizme karşı, ilkesel değil konjonktürel nedenlerle pozisyon almış olmasının, yarın tam tersini yapmasının önünde engel oluşturmayacağı gerçeği görmezden gelindi.
Bu görüşün karşıtı cephe’ni ortak özelliği, dini lider Ayetullah Humeyni’nin 43 yıl önce sürgünden İran’a dönüp İslam Devrimi’ni başlatmasında, yeşil kuşak projesi nedeniyle en büyük desteği veren “batı” ülkeleri ve onlar tarafından enforme edilip, “iç cephelerde” savaşa sürülen paralı askerler -Karen Fogg gazetecileri, fondaşlar gibi- olmalarıydı. Bir zamanlar, Sovyetler Birliğini yıkmak için, kökten dinciliği ve dinci despotizmi “demokrasi diye yutturanlar”, hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu gün neoliberal küreselleşmeci saldırının hedefi olan Rusya ile işbirliği içerisinde, kendilerine karşı çıkan İran yönetimini, genel olarak insan, özel olarak kadın haklarının en büyük düşmanı olarak nitelediler. Gerçek hedefin İran değil, Rusya ve Çin’in önderliğinde tek kutuplu neoliberal, küreselleşmeci dünya düzenine karşı verilmekte olan mücadele olduğu gerçeğini bilerek ve isteyerek görmezden geldiler. Öyle algılanması için çaba sarf ettiler.
Bu noktada en ileriye gidenlerden biride de, Mahsa Amini’nin davasını Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’ne taşımak ve İran’ı cezalandırmak istediklerini söyleyen Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock oldu. Mevcut İran Yönetimine karşı çıkanları, “demokrasi güçleri olarak ilan ederken, geçmişteki tutumları ve zamanında söz konusu rejime verdikleri siyasi ve askeri destek konusunda en ufak bir özeleştiri yapma gereği duymadı. Sovyetler Birliği’nin yıkılışı sonrasında, NATO’nun genişlemesine ilişkin verdikleri sözleri unutarak, Ukrayna’nın NATO’ya girme talebiyle başlayan krizde, kendi ülkeleri içerisinde karşı karşıya kaldıkları eleştirilere ve eleştirenlere karşı, demokrat olmamakla eleştirdikleri İran’dan çok daha kapsamlı, adeta Nazi Almanya’sını anımsatan bir baskı rejimi ve sansür uyguluyor olmaları da yüzünün kızarmasına neden olmadı.
Ne de olsa, dün dündü, bu gün de bugün. Mühim olan şey, yaşananların ardındaki gerçeğe ulaşmak, olayın nedenlerini ve sorumlularını ortaya çıkarmak değil, algı yaratmak, algıyla yönetmek olunca, Mahsa Amini’nin, ailesinin, sevenlerinin yaşadığı dram, günümüz siyasi karşıtlığında acımasızca kullanılan bir tüketim malzemesi haline getirildi.
Bir taraf, dini referanslara dayalı çağdışı yönetim anlayışının doğal sonucu olarak, yaşanan acıdan dolayı “dış güçleri” sorumlu tutup, kendi siyasi, ideolojik ve tabii ki ahlaki sorumluluğundan kurtulmaya çalıştı. Diğer taraf, Mahsa Amini’in acısını, benzer binlerce acının doğrudan sorumlusu operasyonları başlatan, gerçekleştiren kendileri değilmiş gibi, sonuna kadar kullanmaktan, istismar ediyor olmaktan, kendi güncel kavgalarına malzeme yapmaktan utanç duymadı.
Siyaset kurumunun bir bütün olarak, takındığı bu tutumun, siyaset böyledir, siyasetçiler her şeyi sonuna kadar ve acımasızca istismar eder denilerek bir noktaya kadar tolere edilebilir bulmak, şüphesiz ki bir kesim açısından geçerli bir mazeret olarak kabul edilebilir.
Benzer mazeretlere sığınılarak geçiştirilemeyecek/kabul edilemeyecek olan şey, siyasi düzlemde söz konusu olan bu ikiyüzlü, çıkarcı tavrın, neredeyse tıpatıp bir benzerinin, özellikle sosyal medyada görüş bildiren “sıradan insanların” büyük çoğunluğu açısından da aynen geçerli olması.
Yaşananları, tuttuğu tarafın gözüyle değerlendiren, “haklı olduğunun ispatı” olarak kullanan, olayları neden ve niçininden bağımsız şekilde beyniyle değil, omuriliğiyle “değerlendiren” kandırılmaya hazır “kullanışlı akıllıların” hakim olduğu bir kokuşma her tarafı sarmış durumda.
Kuruluş ve 2002-2014 iktidar döneminde, “despotik cumhuriyete karşı”, demokrasinin kurucusu olarak gördükleri AKP iktidarına koşulsuz destek veren, buna karşılık AKP iktidarını laiklik ilkesi açısından tehlikeli olarak değerlendirenleri, demokrasi karşıtı “laikçi” paranoyaklar olarak niteleyenler şu an, Mahsa Amini’nin, laikliğin olmamasından kaynaklı olarak yaşadığı bu drama en çok üzülenler olma rolünü üstlenmiş olduklarını da söyleyip bitireyim.
Ahmet Müfit