Bu yazı dizisinde şimdiye kadar Üçüncü Dünyacılığın, ne olup ne olmadığı, kazanımları ve başarısızlıkları üzerine bir tartışma sunmaya çalıştım. Bu yazıda ise günümüzde “üçüncü dünyacılığın” bir zemini var mı sorusuna yanıt vermeye çalışacağım. Bu soruyu yanıtlamak için mevcut küresel dinamikleri anlamak gerekiyor.
Sovyetler Birliği’nin dağılması, Doğu Bloğunun çöküşü ve Soğuk Savaş’ın bitişiyle dünya sahnesinde yeni bir sayfa açıldı. ABD, bu yeni dönemin kazananı durumundaydı. Bu konumundan aldığı güçle, yeni küresel dinamikleri belirlemeye yöneldi. Mevcut paradigmalar, muzaffer neoliberalizm bayrağı altında, mikro milliyetçilikler, kimlik politikaları, insan hakları-demokrasi ekseninde şekillendirildi. Benzer şekilde yeni tehditler belirlendi. Üçüncü Dünya’nın Batı güdümüne girmeyen aktörleri, uluslararası terörizm gibi muğlak hedefler yeni tehditler olarak saptandı. ABD ve AB’nin eski Sovyet Bloğu ülkelerindeki ve Üçüncü Dünya’daki bu yeni paradigmalar ve tehditlerden beslenen müdahaleciliği yoğun bir tepki uyandırdı. Bu bölgelerde Batı destekçisi aktörlerle Batı müdahalelerine karşı olan aktörler arasında bir saflaşma meydana gelmeye başladı. Bu saflaşma giderek daha küresel bir hale geldi. Batı ittifakının Soğuk Savaş sonrasında da mevcudiyetini perçinleyen Avrupa Birliği ve NATO gibi kurumları karşısında, Şangay İşbirliği Örgütü, BRICS gibi yapılar oluştu. Çin ve Rusya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde çoğunlukla bir blok gibi tutum alırken uluslararası krizlerde de büyük ölçüde ortak tutum içerisinde.
ABD Başkanı Biden, iktidara geldiğinden beri dünyayı Soğuk Savaş dönemi benzeri bir kutuplaşma içerisine sürüklemeye çalışıyor. Soğuk Savaş düşünsel düzlemde kapitalizm-sosyalizm ikiliğine dayanıyordu. Biden ise mevcut ikiliği demokrasi ve otoriterlik karşıtlığı üzerine inşa etmeye çalışıyor. Aslına bakılırsa Biden’ın politikalarını dayandırdığı demokrasi-otoriterlik ikiliği ve oluşturmaya çalıştığı kutuplaşma pek çok açıdan sorunlu.
Her şeyden önce kapitalizm-sosyalizm ikiliği ekonomik kökeni olan hayli somut bir karşıtlıktı. Ancak demokrasi ve otoriterlik ikiliği hiç de somut bir zemine oturmuyor. Bu kutuplaşmaya göre örneğin, Trump iktidarındaki ABD, Orban yönetimindeki Macaristan, Erdoğan yönetimindeki Türkiye hangi kutupta konumlanacak? Ya da söz gelimi yarın öbür gün Fransa’da Le Pen başa geçerse Fransa ne olacak? Liderler geçici, sistemler kalıcı. Her ülke içerisinde görece demokratik ve görece otoriter liderler var. Dolayısıyla bu ikilik sürdürülebilir sağlam bir temele sahip değil.
İkinci olarak demokrasi-otoriterlik ikiliği ABD’nin bile ayağına dolanmış durumda. Biden’ın Ortadoğu gezisi ve çok eleştiri toplayan Suudi Arabistan’la yeniden iyi ilişkiler kurma çabası, bu ikiliğin geçersizliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Biden’ın Ortadoğu gezisinin amacı Rusya, İran ve Çin karşısında bir blok oluşturmaktı. Ancak Kaşıkçı’nın celladı Veliaht Prensin Ebu Garip’i gündeme getirme cüreti Amerikalıların kanını dondurdu. Ayrıca Biden Ortadoğu’da istediği Rusya-Çin-İran karşıtı cepheyi de oluşturamadı. Çünkü demokrasi-otoriterlik ikiliği Atlantik dünyasının ötesinde pek de anlamlı değil. ABD, Soğuk Savaş döneminde “komünizm” tehdidi üzerinden pek çok Üçüncü Dünya ülkesini kendi saflarına katabiliyordu. Bugün ise Ortadoğu’da ya da Üçüncü Dünya’nın başka bölgelerinde “otoriterliğin” bir tehdit olarak görülmesi komik bir olasılık. Dolayısıyla bu ikilik Avrupa’da bile yeterince iyi bir tutkal değilken, dünyanın başka yerlerinde hiçbir geçerliliği yok.
Son olarak ister görece demokrat ister görece otoriter liderler tarafından yönetiliyor olursa olsun Batı, yekpare bir blok olarak hareket etmekten hayli uzak. ABD Çin’e karşı bir Avrupa-Amerika bloğu oluşturmakta bile başarısız oldu. AUKUS, Fransa’yı küstürdü. Kuşak ve Yol Avrupa’yı bile bölüyor. Almanya’nın Çin’le olan ekonomik ilişkilerinin yeri kolay doldurulabilir değil. Rusya açısından da durum pek farklı değil. Rusya Avrupa’nın ortasında tanklarını yürütürken, sağlam, inisiyatif alan bir blokla karşılaşmadı bile.
Dolayısıyla bugün dünyayı 70 yıl önceki gibi kompartımanlara ayırarak siyaset gütmek giderek zorlaşıyor. Çok kutupluluk argümanları, iki kutupluluğun önüne geçse de mevcut güç odaklarının birer “kutup” olup olmadığının bile detaylıca tartışılması lazım. Dünya bugün durağan bloklara indirgenemeyecek kadar çok aktörlü, çok bilinmeyenli. Dolayısıyla bugün Birinci ve İkinci Dünya’lar olmadığı için, bildiğimiz anlamda bir Üçüncü Dünya’dan bahsetmek mümkün değil. Buna rağmen ilginç biçimde Üçüncü Dünyacılık bayrağının her nasılsa söylem bazında olsa bile Çin, Rusya, İran gibi devletler tarafından dalgalandırıldığı görülüyor. Ortak tehditlere karşı dayanışma, emperyalizm karşıtlığı, içişlerine saygı, bölgeselleşmenin desteklenmesi, taktik işbirlikleri bunun en açık örneklerinden.
Öte yandan, Üçüncü Dünya olmadığı gibi, Üçüncü Dünyacılığın da mevcut bir sağlam zemini olmadığı görülüyor. İlkelerin silikleştiği ve sadece düşmana karşıtlık üzerinden sürdürülen ortaklıkların sürdürülme olasılıkları azalıyor. ABD karşıtlığı olması kısa sürede ikili problemleri ağırlık kazanacak olan ABD karşıtı bir ittifaktan söz ediyoruz. Örneğin, ne Çin-Rusya ilişkileri ne İran-Rusya ilişkileri sorunlardan azade ve ortak ideolojik ya da ülküsel temellere dayanıyor.
Bu noktada özellikle Üçüncü Dünya’daki ya da Türkiye gibi sorunlu konumdaki devletlerin demokrasi-otoriterlik ikiliğinde bir cepheye oturmaya zorlanması ve bu ikiliğin kamuoyu tarafından gelişi güzel kullanılması çok ciddi bir tehlike oluşturuyor. Söz gelimi Türkiye’deki demokrat ilerici aktörler, iktidar olduklarında illaki ya ABD-AB taraftarı bir dış politika mı izlemek zorunda? İran, Suriye, Irak ve Rusya’yla da Yunanistan ve Bulgaristan’la da komşu olan Türkiye’nin dış politik sorunlarının çözümü demokrasi-otoriterlik ikiliğinin çok ötesinde bir çaba gerektiriyor. Bu ve benzeri ikiliklerin aşılmasını zorunlu kılıyor. Önümüzdeki yazıda bu bağlamda Türkiye’nin olanak ve kısıtlılıklarını konuşacağız.