Kraliyet ülkelerinde adettir, Kral ölünce kraliyet yanlıları bağırır: ”Kral öldü, yaşasın Kral”. Öyle ya Kral hem bir kişidir hem de bir makamdır. Fani kralın ölmesiyle krallık ölmez. Yeni biri tahta oturtulur. Kral ölür, Krallık yaşar.
Kapitalizm ölüyor, can çekişiyor. Ama bu kez muazzam bir direnişten, kıpkızıl bir devrimden ötürü değil. Sermayenin iç çelişmeleri, teknolojik dönüşüm, bilgi çağının insanlar arası bağları ve nihayet küresel iklim felaketi gibi etmenler nedeniyle kapitalizm ölüyor. ”Kapitalizm” derken Wallerstein’a ithafen yazıyorum: Tarihsel Kapitalizm. Yoksa her sömürü ilişkisini kapitalizm kavramı altında inceleyen radikal sol yaklaşım açısından yazmıyorum.
Kapitalizm ölüyor. Ama bu üretim araçlarının mülkiyetinin lağvedildiği yahut bir kolektifte toplandığı anlamına gelmiyor. Bildiğimiz anlamıyla kapitalizm, kâr maksimizasyonu için her yolu deneyen, işçi ücretlerini aşağı çekmek için işsizler ordusu yaratıp onu idare eden, devletlü-ülkeselci kapitalizm mahv ve nabut oluyor. Ne yazık ki tabutuna çivisini çakan biz değiliz.
Eski tip kapitalizmin yeni patronları var: Çin, Hindistan, Rusya, Trump ABD’si, hatta belki Türkiye. Bunlar ranttan, işsizler ordusundan, kalabalık nüfuslardan, devlet aygıtını hunharca kullanan siyasetçilerden beslenen kapitalizmler. Oysa bunların dışında ve ötesinde yepyeni bir örgütlenme yükseliyor.
Bu yeni kapitalizm (ya da adı her ne olacaksa o) kalabalık nüfustan, yoğun tüketim kültüründen, nepotizmin hakim olduğu rejimlerden ve batıl inançlardan beslenmiyor. Yeni sistem, kalabalık nüfusa ihtiyaç duymuyor; yüksek teknoloji, ekolojik yaşam, uzay teknolojileri, ilaç ve gıda endüstrileri, bilimsel üretim ve bir tür yeni-stoacılıkla birlikte geliyor. Daha az ülkesel, daha az bürokratik, daha otomatik ve dinamik bir yönetim anlaşılıyla geliyor. Yeni bir tür kolektivizmle birlikte geliyor. Bu kez sosyalist yahut komünist bir kolektivizm yerine ”ekolojik” bir kolektivizmle, insanların ve doğanın birbirine bağımlılığının altını çizen, empatiden güç alan ve büyük felaketlere dair korkulardan beslenen bir duygu politikasının sınırlandırdığı bir kolektivizmle geliyor. Hal böyle olunca ”büyük anlatılar” söyleminde bulunan ve bu söylemin gerektirdiği sistemi hedefleyen bir sol kolektivizm yerine, bir tür itaat-huzur-dayanışma kültürünü beraberinde getiriyor sanki.
Bu kültürün bileşenlerini görmek güç değil: Stoacılıkla bir tür kanaatkarlık, fikri mülkiyete odaklanan bir hiyerarşi, bir nevi protestan ahlakla biçimlendirilmiş ve kazançtan bağımsız olarak sosyal sorumlulukla çalışma pratiklerini içe içe geçirmiş, böylelikle de mesai saati, ofis türünden mekan kısıtlamaları bulunmayan bir gönüllü çalışma düzeni…
Bu yeni sistemin gerekleri açık:
-
Nüfus azalacak (azaltılacak)
-
asgari geçim maaşı verilecek,
-
devletler uluslararası sözleşmelerle çevreyi korumak için gerekli adımları atmaya zorlanacak,
-
silahsızlanma politikaları arttırılırken politik savaş enerji-sağlık-gıda ve bilgi güvenliği üzerinden yürütülecek
-
Anti-tröst yasalar, nepotizm karşıtlığı, ırkçılık-milliyetçilik karşıtlığı yükselecek,
-
Irkçı-milliyetçilere karşı üç yönlü politika uygulanacak: a) Mümkünse yasaklanacak; b) mümkün değilse sayıları ve şiddetleri seyreltilerek manipüle edilecek; c) yasaklanması mümkün değilse bile enternasyonalizm, millet dışı daha üst kimlikler ve küresel korkular üzerinden milliyetçilikler kriminalize edilecek, itibarsızlaştırılacak,
-
Eğitim devletlerin merkezi otoriteleri yerine küresel ve yerel bilgi-iletişim ağlarının kontrolüne girecek ve küresel ölçekte bir ortaklaşmaya gidilecek,
-
Yapay zeka teknolojileri sayesinde insanlar içine sokuldukları güvenlik çemberini fark etmeksizin güvenlikleştirilecek.
Üstelik tüm bunlar insanların rızaları alınarak, ülkelerin sert ulusal tepkilerine karşın halkların yoğun isteğiyle hayata geçirilecek.
Bunun bir ütopya mı distopya mı olduğunu veya buna alternatif bir sistem-kültürün ortaya çıkıp çıkmayacağını zaman gösterecek.