Dinde Dil Sorunu: Anlaşılmazlığın Egemenliği

Geçen yılın son aylarında İstanbul Belediyesi’nin bir faaliyeti vesile yapılarak ezanın Cumhuriyet Türkiye’sinde Türkçe olarak okunması konu ve tartışma yapılmış, bunu fırsat bilen çeşitli çevreler „Türkçe ezan“a karşı görüş beyanı yarışına çıkmıştı. İlginç olan, Atatürkçü olduğu düşünülen bazı çevrelerin de bu hazin yarışın içinde yer almasıydı. Bu süreçte, „Türkçe ezan zulmü“ tamlaması yeniden tedavüle sokuldu.

Türkçe ezan, 30 Ocak 1932 tarihinde İstanbul’da Fatih Camii’nde başlatılmak suretiyle 1950 yılında DP’nin iktidar olmasına kadar 18 yıl sürdürülmüştü.

İSLAMDA TÜRKÇENİN TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ

Osmanlı devletinde kuruluşundan itibaren ezan Arapça okunmuştur. Önceleri hutbeler Türkçe verilirken, Fatih Sultan Mehmet döneminden sonra Türkçe yanında Arapça da kullanılmaya başlanmış, daha sonraları ise hep Arapça yapılmıştır.

Kuran’ın Türkçeye tam çevirisi hiç yapılmamıştır. Türklerin İslamiyete ilgi göstermesi, belli ayetlerin bilinmesi için 10. yüzyıldan başlayarak Türkçeye çeviriler yapılmasını gerektirmişti. Osmanlılarda bunlar bir bütünlük taşımadığı gibi, yaygınlaştırılmış da değildi. 15. yüzyıldan sonra Farsçadan yapılan çeviriler değerlendirilmiş, ancak yeterli olmamıştır, çünkü Kuran’ın tamamı değildir.

Arapça Kuran metinlerine Türkçede bilinmeyen Arapça sözcüklerin yanına Türkçelerini ekleyerek yapılan Kuran’lara satır arası tercümeler denilmiştir. Tabiidir ki bu metinleri Arapçayı biraz da olsa bilenler dışında kimse anlayamaz.

Sonuçta Kuran’la, meal ve tefsir denilen şekillerdeki metinlerden temas edilebilmiştir.

19. yüzyılda Türkçülük hareketinin yaygınlaşıp Türk kelimesine ve Türk diline önem verilmeye başlanması ile birlikte ilk olarak Sultan Abdülaziz devrinde Ali Suavi ezanın, hutbelerin ve namaz surelerinin Türkçeleştirilmesi gerektiğini savunmuştur. Ali Suavi, 1870’te Ulum Gazetesi’nde yazdığı “Zamane Hutbesi” başlıklı bir makalesinde bu konudaki ihtiyaca dikkat çekmişti.

Macar halk edebiyatı bilgini ve aynı zamanda Türkolog İgnaz Kunoş ise 1885’te İstanbul’u ziyaret eder ve Şehzadebaşı’nda dolaşırken ezanın Türkçe okunduğunu duymuştur. Onun 1926 yılında İstanbul Üniversitesi’nde verdiği konferansında Osmanlı İstanbul’unu anlatmıştır ve konuşmasında Türkçe ezanın Osmanlı’da var olduğunu ileri sürmüştü.

Osmanlı devletinde 1911 yılında Bursa’da ilk kez bir Cuma hutbesi Türkçe okunmuştu.

24 Kasım 1922 tarihinde padişah sülalesinden Abdülmecit hilafet makamı için Meclis tarafından seçildiğinde Fatih Camiinde verdiği ilk hutbeyi Türkçe yapmıştı.

Bununla birlikte 1924 yılında (bir yıl önce de olabilir) Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’da Hacıbayram Camiinde Türkçe hutbe verdiği de bilinmektedir.

23 Şubat 1925 tarihinde Meclis’te hutbenin iki dilde olması önerisi üzerine o yılın Ramazanında Göztepe Camiinde bir hutbe Türkçe verildi.

İlk Türkçe ezanın 1926 yılının Nisan ayında İstanbul’un Erenköy Camii’nde bir müezzin tarafından okunduğunu yazan tarihler vardır. Ama Arapçacı dindarların tepkisi üzerine o müezzinin görevden alındığı da aynı kaynakların kaydıdır.

3 Şubat 1928 günü Yerebatan Camii’nde ilk kez Türkçe Kuran okundu.

Türkçe ezanla ilgili çalışmalar Atatürk’ün emriyle ve yönetimiyle 1932 yılına değin kamuya açık olmadan yürütülmüştü. Çalışmalara altı kişilik hafızlar kurulu öncülük ediyordu. Aralık 1931’de, Mustafa Kemal Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı ve İsmet İnönü‘nün başbakanlığı döneminde iki devlet adamının da katılmasıyla dokuz hafız, Dolmabahçe Sarayı‘nda ezanın ve hutbenin Türkçeleştirilmesi çalışmalarını sürdürmüşlerdi. 1932 yılına kadar din adamları belli aralarla ama sürekli toplanmışlardı.

Bu arada Atatürk’ün girişimiyle ilk kez Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi çalışmaları başlatıldı.

Kuran‘ın Türkçe tercümesi ilk kez 22 Ocak 1932 tarihinde İstanbul‘da, Yerebatan Camii‘nde Hafız Yaşar Okur tarafından okundu.

Bundan sekiz gün sonra, 30 Ocak 1932 tarihinde ise ilk Türkçe ezan, Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii‘nde okundu.

3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesi‘nde de, Ayasofya Camii‘nde Türkçe Kuran tekrar okundu.

Cumhuriyet İstanbul’unda hutbeler bütün camilerde aynı tarihlerde sadece Türkçe okunmaya başlandı. İlk Türkçe hutbe Süleymaniye Camii.

18 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Riyaseti, ezanın Türkçe okunmasına karar verdi. Takip eden günlerde, yurdun her yerindeki Evkaf Müdürlüklerine ve müftülüklere Türkçe ezan metni gönderildi. Bu metin, Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın 18 Temmuz 1932 tarihli bir genelgesi ile resmen ve tüm yurtta uygulanmaya başlanmıştır. 7 Şubat 1933 günü İstanbul Vakıflar Müdürlüğü bütün camilerde ezanın Türkçe okunmasını kararlaştırdı.

1941 yılında ise Arapça ezan yasağı uygulamaya konulmuştur.

1950 seçimlerinden yüzde 53 oyla birinci parti olarak çıkan Demokrat Parti, bu tarihten itibaren ezanın Arapça okunmasını istemiştir. Türkçe ezan kanunen yasaklanmamakla birlikte, 1950 yılından sonra Türkiye’de ezan Türkçe hiç okunmamıştır.

Osmanlı’da dinsellikte Arapça düşkünlüğü, dinin anlaşılmadan yaşanmasına neden olmuştu, bu yüzden Cumhuriyet kurulduğu zaman Türkiye’nin Müslüman halkı, geniş kitleler inandığı dinin ne olduğunu bilmiyordu ve Kuran’da ne anlatıldığını duymamıştı. Hatta öyleydi ki, Arapçanın duyulduğu her yerde insanlar dinsellikle karşı karşıya olduklarını sanırlardı.

EZAN NEDİR, HUTBE NEDİR?

Ezan, uygulanmaya Hz. Muhammed zamanında başlamış, ibadet veya bilgilenme için yapılacak toplanmaya duyuru, „namaz zamanını bildirmek için yüksek sesle okunan çağrı“dır.1

Caminin birleştirici, toplayıcı işlevine uygun bir çözümdür. O dönemde yeni dinin „yeni insan“ını yaratma yeri camiydi. Eğitimle dönüştürme yeri olarak cami, aynı zamanda katılım yeriydi. Bu yüzden camiler, „yeni bir inançla bir araya gelmiş her kesimden, her özellikten, her cinsiyetten, her toplumsal konumdan, her kabileden ve her ırktan insanı bir çatı altında topluyordu; birleştiriciydi. Cami birleştirici olarak, kabile bağlarına hapsolmuş gelenek anlayışlarının içindeki insanların o ortamlarıyla ilişkilerini koparıyordu; çözücüydü“.2

Bu bakımlardan ezanın çağrı ve duyuru olmak dışında bir anlamı bulunmuyordu. Bu, aynı kalıp cümlelerin tekrarı olmak yüzünden hangi dilde okunuşunun fazla önemi olmadığını gösteriyordu.

Hutbe ise, camideki toplanmalarda bilgilenme ve eğitim işlevine yönelik konuşmalardı. Hutbelerde güncel gelişmeler de ele alınıyor, toplum aydınlatılıyordu. Bu özellik, Arapça dışı dilleri kullanan toplumlara kendi dillerinde hutbe verilmesi yolunu açıyor, hatta dayatıyordu. Ancak hutbe, İslamın ilerleyen dönemlerinde toplumun önderlerinin veya hükümdarların güç ve iktidarını ilan etmekte oldukları bir araca dönüştü. Yeni iktidara gelen bir hükümdar, kendi adına hutbe okutmak durumundaydı.

Aynı zamanda bir beldenin, toplumsal yapının, beyliğin bir hükümdar adına hutbe okutması da ona bağlandığı anlamına gelirdi.

Hutbenin dili sorunu İslami tarikatlar açısından nedense çok önemliydi! Kimi tarikat, hutbelerin Arapça olması dışında bir şeyi kabul etmiyor, kimisi de Arapça ve yerel dil olmak üzere ikisi de kullanılabilir diyordu. Elbette yerel dilin geçerli olması gerektiğini savunan tarikatlar da vardı, ama bunlar gibi dogmalara saplanmayanlar 19. yüzyıla vardığımızda oldukça azalmıştı, ve 20. yüzyıla gelindiğinde Türkiye’de dinsel faaliyetlerde Arapça dışında Türkçenin de kullanılabileceğini savunan ya da kabul eden bir tarikat kalmamıştı. Çünkü İslamlıkta 13. yüzyıla, Osmanlı İslamında 18. yüzyıla kadar tarikatlar birçok anlamda olumlu rolleri olan dinsel gruplardı. 19. yüzyıldan sonra tarikatların hemen hemen hepsi gerici rollere bürünmüş olduklarından Devrimci Cumhuriyet tarikat, tekke ve dinsel eğitim merkezlerini yasaklayacaktı. Yasak tarihinde örgütlenmeleri o düzeye varmıştı ki, sadece İstanbul’da 25 kadar tarikat, bunların alt dallanmaları ve 438 tekke bulunuyordu.

Konuşulanların anlaşılması gerektiği özelliğiyle hutbe, yerel dilere bağlı olurdu ve olmalıydı. Ancak Osmanlılarda anlamı simgesel bir duruma girmişti ve hutbeler Arapça verilmekteydi.

1924 yılında hayatını kaybeten ünlü sosyolog, bilimci, Türkçü yazar Cumhuriyetçi Ziya Gökalp, dinde Türkçeleşme henüz gündemde değilken, büyük bir öngörü ve basiretle bir şiirinde aşağıdaki mısraları yazmıştı:

“Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur.
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın.”

Ezanın Türkçeye çevirisi olan ve yıllarca kullanılan metin konusunda bir din bilgininin değerlendirmesi şöyle:

Arapçada “ekber” sözü hem “en büyük” hem de “daha büyük” anlamına gelmektedir. Bu büyüklük hem maddi büyüklüğü, hem de manevi büyüklüğü ifade ediyordu. Oysa Türkçede “daha büyük” başka, “en büyük” başkadır.  Ayrıca maddi büyüklük başka biçimde, manevi büyüklük de daha başka biçimde ifade edilir. Zira Türkçe hem anlam zenginliği, hem de sözcük sayısı bakımından Arapçadan ilerdedir. Bu bakımdan ekber sözünün “uludur” şeklinde çevrilmesi isabetli ama cahil halk arasında ulumakla karıştırılacağı öngörülüp, onun yerine “yücedir” sözü tercih edilmeliydi. Ayrıca çok yaygın kullanıma sahip Allah sözü korunmalı, ama Tanrı – Tengri sözü de en azından ezanda bir defa da olsa söylenerek halk alıştırılmalıydı. Lakin o günün koşullarında devletin mutlak egemenliği nedeniyle zaten kimsenin itiraz edemeyeceği düşünülerek kısa yoldan ve devrimci bir anlayışla ödünsüz bir yöntem takip edildi, kestirmeden gidildi. Fakat yıllar geçtikçe gerici anlayış güçlendi ve az evvel ifade ettiğimiz hususları da kullanarak halkın cahilliğini istismar edip Türkçe düşmanlığını körükledi.

DİN“İN „DİLİ“ SORUNU: HIRİSTİYANLIK

Bu konu yalnız İslamda değil, Hıristiyanlıkta da bir sorundu. Avrupa’ya taşınan, götürülen ve Roma İmparatorluğu kullanımına giren Hıristiyanlık, imparatorluğun kendi dili olan Latinceyi öne çıkarmış, sonra da, bütün dinsel metinler Latinceleştirilince dili, dinde tek dil yapılmıştı. Elbette bunun bir amacı vardı, Hıristiyanlık Avrupa’da, Filistin’de ilk ortaya çıktığı zamanki halkçı ve eşitlikçi anlayışlarını sürdürmeyecek, imparatorluğun baskıcı uygulamalarına, kitlelerin kayıtsız itaatine hizmet edecekti. Bu bakımdan Avrupa’daki yeni dinin eski anlayışlarının bilinememesi de sağlanacaktı.

Çok-tanrılıktan tek-tanrılılığa geçen Roma‘nın bağnaz kesimleri „tekçilik“i her alanda değerlendirmeyi düşünüyordu. Tek Tanrı, tek din, tek devlet, tek hükümdar. Bu, bir Doğu dini olarak Hıristiyanlığın „bir arada yaşama“ kültürünü terketmesi de demek oluyordu. Bir dinler toplumu olan Roma İmparatorluğu, tek-dinli ve her şeyde tekçi hale gelecekti.

Roma’nın değişimi, sonunu hazırlayan etkenlerden biri sayılabilirdi (Batı Roma, yani Avrupa Roma’sı, tarih sahnesinden silindikten sonra Doğu Roma İmparatorluğu bin yıl daha yaşayacaktı).

Batı Roma İmparatorluğu sonrası Avrupa’da birçok devlet ve devletçik ortaya çıktı. Çoğunluğu Cermenlerin olan bu kuruluşların içinde Hıristiyanlığı benimseyen ve Papalıkla ittifak yaparak ayakta kalan Franklar, büyüdüler ve belirleyici oldular.

Hıristiyanlık Avrupa’da Roma’nın merkeziyetçi ve tekçi anlayışları gereğince başka bir din ve inanış olmamacasına tek din yapılmalıydı. Dinin birleştiriciliğine ve dinle yönetmenin doğruluğuna inanılıyordu.

Putperest Avrupa kavimleri devlet baskısı ve hatta kıyımlarla, yeni dine özendirilme gereğine başvurulma zahmetinden kurtularak Hıristiyanlaştırıldı. Yayılan, inananların ve Hıristiyan dinadamlarının Hıristiyanlığı değil, hükümdarların, beylerin ve askerlerin boylara, kabilelere baskıyla boyun eğdirdiği Hıristiyanlıktı. Nasıl bir dine girdiklerini anlayamadan „Hıristiyanlaştırılan“ Avrupalılar, aslında Hıristiyanlaştırılmıyor, „tek dinli Avrupa“nın mensupları olarak“ Avrupa Hıristiyanlığının otoritesi altına sokuluyorlardı. Sonunda Avrupa tek-dinli hale geldi!

Bu arada kurumlaşan Hıristiyanlık, Roma merkezli olarak ayrımsız bütün Avrupa’da iktidar oluyordu. Her ülkenin hükümdarları yanında, dinsel mekanizmanın başındaki Papalık da „kılıç“tı, ve Roma, „İki Kılıç“tan biri haline geliyordu. Bu süreç, 10. yüzyılda tamamlandı. Ama hükümdarlarla Papalık arasındaki ittifak ve dayanışma, kavga ve çatışma halini de aldı.3 Ve sonraları rekabet ve gerilim esas yaşananlar olarak Avrupa tarihinin karşılığı olacaktı.

Roma İmparatorluğu‘nun yerini alma isteği ve konumunda olan Papalık, dinsel itiraz edilemezlik sayesinde ordusuz olarak kendi sömürüsünü gerçekleştiriyor, kitleler üzerinde yerel feodal devletler yanı sıra ikinci bir soygun merkezi ve mekanizması oluyordu.

Avrupa toplumları içinde çifte sömürüye direniş ve büyük ayaklanmalar (bütün Avrupa’yı saran köylü isyanları) bir yandan, Hıristiyanlık içi „Hıristiyanlığa dönüş“ akımları bir yandan, gündeme, dinsel dilin halkların dili olması gerektiği geldi. Bunun mücadelesi yürütülmeye başlandı. Din adamları İncil’i ve kutsal metinleri Latinceden yerel dillere çevirdiler. Bu gelişmelerin doruğu ve zaferi, Almanya’daki Hıristiyanlık Reformasyon‘udur ve Reform, Avrupa’da birden çok yöne olan bir bölünmeye yol açmıştır. Bir Hıristiyanlık mezhebi ortaya çıkmıştı. Hıristiyanlık „tekçiliği“, din olarak değil, ama mezhep olarak delinmişti.4

DİN“İN „DİLİ“ SORUNU: İSLAMLIK

İslamiyetin Arap egemenliğinde yayılması, doğal olarak İslamlıktaki dilin Arapça olmasına yol açmıştı. Ancak başka dillerde din yayılması (Batı Asya dilleri, Farsça, Türkçe vb.) süreci başladığında Araplar içinden Arapçayı dinde sürdürme eğilimi belirdi. Çünkü yüzyıllar boyunca İslamiyeti yayanlar hep Araplar olmuştu.

Dinin dilinin hep Arapça olmasına hizmet etmesi için bir hadis uyduruldu, bu hadise göre İslamın dili Arapçaydı! „Allah Kuran’ı Arapça indirmişti“, „Arapça Allahın özel diliydi“, „Cennetin lisanıydı“; ona dokunulamazdı. Dahası, „Kuran’ın başka dillere çevrilmesi İslamın sonu olurdu“! (Sonradan bu hadise daha birçokları eklenmiştir.)

Elbette itiraz vardı, hadise inanmayanlar vardı, hatta belki de hadisin uydurma olduğunu ileri sürenler de. Ama bütün bunlar bir sonuca ulaşamayacaktı. Yakıştırmacılık ve sahtekarlık kazanmıştı.

Bu sahtekarlık Avrupalılar tarafından keşfedildi ve ilan edildi. Yapan, Guillaume Postel (1510-1581) adındaki bir Fransızdı.5 Böylece, Türklere, çeşitli milletere ve bugünlere kadar gelen İslam-içi „Arapça düşkünlüğü ve vazgeçilmezliği“nin kaynağı ve dayanağı dünyaya gösterilmiş, açıklanmış oluyordu.6

Dinlerin bulundukları toplumun dilleriyle kullanılmamaları, sonuçları açısından besbellidir ki, toplumları dinsel bilgilerden yoksuk bırakmaktatır. Böylece din konusunda yanlış bilgiler yayıldığı gibi, insanlar her bakımdan da cehalet içinde kalacaklardır. Bu ortamlarda da boşinançların alabildiğine çeşitlenmesi ve genişlemesi söz konusudur. Nitekim hem Hıristiyanlığın, hem de İslamlığın, dinlerini anadillerinde yaşayamayan toplumlardaki görüntüleri tarihin ve bugünün en önemli ibretlik malzemeleridir. Avrupa’nın Orta Çağı Hıristiyanlıkta, 12. yüzyıldan sonraki gerileyiş, 15. yüzyıldan sonraki adeta çöküş bu gerçeği İslamda göstermektedir. Orta Çağda Avrupa’da Hıristiyanlık Latinceydi, ve Latince ölmüştü, 12. yüzyıldan sonra İslamiyet Arap toplumları dışına çıkmıştı, ve hiç birinin dili Arapça değildi.

Toplumların cahil bırakılması, her şeyden önce dinde anadilin kullanılamamasıyla olduğuna göre, bu nasıl başarılmakta, başarılabilmektedır? Bu konu üzerinde duran tarihçiler, yanıtı dinlerin kendi söylemlerinde bulmaktadır. Dinin dili, dinin kendisi gibi kutsaldır. Daha doğrusuyla, din nasıl kutsallaştırılmışsa, dinin dili de aynı şekilde kutsallaştırılmıştır. Ne değiştirilir, ne sorgulanır, ne tartışılabilir, ne de değiştirilir.

Bu Hıristiyanlıkta her türlü tartışma yasaklanarak sağlanmıştır, yasak ve cezalarla.

İslamda ise hadisler sayesinde. İslam tarihinden bilinmektedir ki, hadisler dinin kaynağı yapılmıştır. İslamda tartışmayı yasaklama „yoktur“, buna karşılık hadislerin kısıtlayıcılığı vardır! Kısıtlamaların ise içinde girmediği bir alan ve konu bulunmamaktadır. Hadis imkanı İslamın esasının görünmez ve göründüğü zaman da seçilemez olduğunu doğurur, öğrenilemez ve anlaşılamaz İslam. Ve ortalığı bol bol belli ihtiyaçlara yanıt veren saçma ve kabul edilemez dayatmalar doldurur.

İslamda uydurmalar ve bozulmalar şu nedenlerden ileri gelmiştir:

  • dini bozmak için yapılanlardan,

  • siyasal ayrılık ve çatışmalardan ileri gelenlerden,

  • çıkar sağlamak için yapılanlardan,

  • dini eksik zanneden ve eksik varsayanların dini yetkinleştirme işgüzarlıklarından,

  • dini sevdirmek için yalanlara ve abartılara başvurmalardan,

  • gelenek ve görenekleri dinselleştirerek korumak için yapılanlardan,

  • dine giren yeni toplumların katkısıyla ve zorlamasıyla ortaya çıkanlardan

olmak üzere oldukça çeşitlidir.7

Buna, İslamda ortaya çıkan mezheplerin kendi „kural“, yorum ve inanışlarını da eklediğiniz zaman toplumların gerçek İslamla karşılaşma zorluğu yaşanmaya başlamıştır.

Böylece İslamda da aynı Hıristiyanlıkta olduğu gibi tartışma ve sorgulamanın fiili olarak önlendiği görülür.

ANADİL VE MİLLETLEŞME

Almanya’da ortaya çıkan Reform, Alman milletleşme sürecinin hem başlangıcı, hem de en önemli dayanağı olmuştu. Türkiye’nin milletleşme sürecinde Kuran’ın Türkçeye çevrilmesinin, ezanın ve hutbelerin Türkçeleştirilmesinin ve bunların yanı sıra, laikleşmenin Cumhuriyet’in bir ilkesi olmasının bir rastlantı değil kaçınılmazlık olduğu görülür. Hatırlansın, Reform’un öncüsü ve önderi Martin Luther de İncil’i Almancaya çevirmişti ve Roma’ya karşı bir bağımsızlık savaşı vermişti.

Cumhuriyet Devrimi, kurtuluş savaşı vermemize önderlik etmiş ve bağımsızlığımızı sağlamıştı, ama Cumhuriyet ve Devrim aynı zamanda milletleşmemizi de gerçekleştirdi.

Ocak ayının sonu ve Şubat ayının başı, bu verdiğimiz bilgiler ışığında, dinde anadilimizi kullanmaya da başlamamızın ve milletleşmede ilerlememizin önemli yıldönümleri olan günleri göstermektedir, özellikle 5 Şubat gibi belirli günler.

Bu konu her alanda milletleşmenin bir unsuru olarak dilde milli tavrın, Türkçenin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtulmasının, din dilinde de milli bir yönelime girme anlayışının uygulanmasının parçasıdır.

Din dilinde Türkçeleşme ve yerelleşme aydınlanmanın bir dayanağı olurken, dildeki özleşmenin ve Arapça ile Farsçanın hakimiyetinden kurtulma anlamında millileşmenin de kendisi oluyordu.

1 Turan Dursun, „Ezan“, Kur’an Ansiklopedisi, Cilt 5, İstanbul 1994, s. 95-96.

2 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Alp Hamuroğlu, Hıristiyanlık, İslamlık ve Avrupa / Doğu’dan Batı’ya Uygarlık Kapıları (Endülüs, Sicilya, Haçlı Seferleri), Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul 2016, s. 102.

3 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Hamuroğlu, aynı eser, s. 61-88.

4 Reform konusunda geniş bilgi için bkz. Alp Hamuroğlu, „Reform, Almanya’da Köylü Savaşları ve Hıristiyanlığın Avrupa’daki Bölünmesi“, Bilim ve Gelecek, sayı 93, Kasım 2011, s. 4-25; „Hıristiyan Reformu mu, Bölünme mi? Reform Neyi Ne Kadar Değiştirdi?“, Bilim ve Gelecek, sayı 94, Aralık 2011, s. 50-65; „Reform 500 Yaşında / Luther, Türkler ve Protestanlık“, Bilim ve Ütopya, sayı 277, Temmuz 2017, s. 27-45.

5 Robert Irwin, Oryantalistler ve Düşmanları, YKY, İstanbul 2008, s. 75.

6 Alışılmadık ve inanılmaz merakların içine düşmüş olduğu için yadırganan ve “kaçık” olmakla yaftalanan Postel, çok yaratıcı ve çalışkandı, zaten sonradan, oryantalizm çıkmadan önceki “oryantalizmin çılgın babası” olarak nitelenecekti. Birçok eski ve yaşayan Doğu dilini öğrendi, 1535 yılında devletlerarası kraliyet ilişki heyetiyle İstanbul’a geldi. Türkiye’de kaldığı süre içinde Türkçe, Ermenice, Rumca, Süryanice gibi dilleri bildiği diller arasına kattı. Yazdığı kitaplar ve öğrendiği dillerin gramerleri üzerine çalışmaları bu alanların ilk eserleriydi. Bkz. „Batı’nın Üstünlüğü ve Uygarlık – 1 / Merkezcilik, Sömürgecilik, Oryantalizm, Irkçılık“, Teori, sayı 370, Kasım 2020, s. 55.

7 Kuran Araştırmaları Grubu, Uydurulan Din ve Kuran’daki Din, İstanbul Yayınevi, İstanbul 2007, s. 79-89.

Bunları da sevebilirsiniz