Okur, Çevirmen ve Karşılıklı Güven Sorunu

 

Türkiye’de okur olmak zor iş. Tahmin ediyorum ki dünyanın hiçbir yerinde okur olmak kolay değildir fakat Türkiye’de sık karşılaşılan bir zorluk dil konusundaki meselelerin bir kısmının çözülmemiş olması. Burada çözülmemiş problemlerden kasıt, bilimsel bilginin sürekli kendini yenilemesi dolayısıyla uzayıp giden keyifli sorular değil, öyle sorular baş üstüne. Burada kastedilen, tuhaf biçimde siyasallaşmış dil sorunları, kutuplaşma bile yaratabilen üslup farklılıkları ve daha pek çok dert. Diğer ülkeleri bilmem ama Türkiye’de hangi kitabın okunacağını belirlemek kendi başına bir iş gibidir.

Önce yazar bulmak lazım. Yerli? Yabancı? Yabancı gibi yazan yerli kalemler? Yerelleştirilmiş çevirilerle yabancı yazarlar? Seçenek çok. Yerli ise iş biraz daha kolay, ne de olsa dil bizim dilimiz. Yine de insanın içine bir kararsızlık çöküyor. 70 yıl önce kalem oynatan bir yazarın kitabını hangi yayınevi daha güzel kapakla basmıştır diye düşünmek bazen insanı zorluyor. Zorluk seçmekte değil tabi, aynı kitabın farklı yayınevlerince defalarca basılmasına anlam vermekte. Ama konuyu dağıtmayalım. Yazın türü de önemli ve tabi bir de kitabın uzunluğu. Uzunluğuna bakmadan kitap seçtiğini söyleyen ya gerçekten az rastlanır bir kitap kurdu olsa gerek ya da iyi bir yalancı. Sosyal medyanın, televizyonun, hızlı içeriklerin dikkat süresini kısalttığı bir dönemde ciltlerce kitap devirmek için özel bir uğraş gerek. Hem dikkatimiz kısaldı, hem sabrımız tükendi. Yine de yerli kitap seçmek ve hatta bazen okumak daha kolay diyebiliriz.

Asıl zorluk yabancı eser seçmekte çünkü en esaslı dil sorunlarından birisi orada karşımıza çıkıyor: Çeviri. Okur açısından, çevirmen açısından ve elbette bir de yazar açısından o kadar çok sorun var ki. Okur açısından en önemli sorun güvenilir bir çeviri bulabilmek. Okur, kitabın özgün dilini az ya da çok biliyorsa durumu biraz daha rahat oluyor, zira okur ufak bir karşılaştırma ile kitabın iyi çevrilip çevrilmediğini çok genel hatlarıyla kavrayabilir. Hoş, burada özgün dili zaten iyi bilen bir insanın neden çeviri okumak istediğini sorgulamak da mümkün. Aslında hemen birkaç neden akla geliyor: Okur anadilinde yazılmış bir metin okumak veya karşılaştırmalı okuma yapmak istiyor olabilir, yazarın farklı dillerde nasıl değiştiğini gözlemlemek istiyor olabilir ve daha pek çok neden. Önemli olan özgün dili bilen okurun biraz daha rahat olduğunu belirlemek. Özgün dili bilmeyen okur için çeviri eser okumak tam anlamıyla bir güven meselesi. Çevirmene ve yayınevine duyulan bir güven olmadan çeviri eser okumak başlı başına bir stres kaynağı bile olabilir. Hele, ağdalı dili olan ya da alışılmadık bir üslup kullanan metinler için durum daha da kaygılandırıcıdır. Okur kitapta gezindikçe tuhaflıklar gözüne çarpmaya başlar: Hay Allah, bu bir çeviri hatası mı yoksa yazarın azizliği mi? Burada yazım yanlışı mı var, bilerek mi yapılmış? Örneğin yazarın üslubu eğip bükerek özgün dilinde harikalar yarattığı bir eser, çevrildiğinde okuyucu için tam bir soru yığını haline gelir. Burada elbette, çevirmeni hiçbir suçunun olmadığı pek çok durum vardır, fakat bu bir doğruluk meselesi değil, güven meselesidir artık. Çevirmen ile okur arasındaki bağ zayıfsa, okuma keyfi de şüpheciliğin gölgesi altında kalır. (Aynı güvensizlik ortamını bizim genç kuşak merkezi sınavlara hazırlık için derlenen uzun ve sıkıcı soru bankalarını çözerken yaşar: “Cevap A şıkkı diyor ama mümkün değil, herhalde soru yanlış. Yok yok, sanırım ben yanlış yaptım. Ama düşününce, o kadar çok hata oluyor ki bu soru bankalarında, herhalde soru yanlış.”) Güven sorunu benzer biçimiyle çeviri dünyasını da sarsar. Çevirmene duyulan güven azsa ya da çevirmen tanınmıyorsa, belki de yayınevi durumu kurtarabilir. Türkiye’de de en azından üç beş tane yayınevi vardır ki kimse çevirilerinden şüphe etmez. Belki doğru, belki yanlış bir güven.

Aynı güvensizliği çevirmen de pek çok kez yaşıyor. Kendi kafasında çevirisinin nasıl bulunacağına, duyulacağına dair binlerce varsayım vardır. Hem çeviride sadakati sağlamak hem de kurduğu cümleleri doğal göstermek zorundadır. Özellikle edebi ve öznel metinler için bu durum daha da karmaşıklaşır. Hem okuyucunun dilinde anlam ve üslup bakımından doğal gelecek ama hem de yazarın dediğini fazla eğip bükmeyecek bir metin çıkması lazımdır ortaya. Kullanma kılavuzları, teknik metinler ve bilumum nesnel bilgi içeren metinler bundan daha az etkilense de, bir fikri savunanın derdini bir başka dilde anlatmak da yine bir güven meselesidir. Çeviri hataları tarih boyunca binlerce tatsız yanlış anlaşılmaya neden olmuş zaten. Sözleşmeler, ticari belgeler ve daha pek çok şeyin yanlış çevrilmesi nice sorunlara yol açmış. Fakat asıl büyük felaket iki kültür arasında köprülerin yanlış ve dayanıksız biçimde kurulması olsa gerek. Sözleşmenin hatası elbet bir gün ortaya çıkar, nitekim bu pratik bir sorundur, aşılma ihtimali vardır. Ne var ki bir deyimin bir dile yanlış aktarılması, bir fikrin ortaya çıktığı iklimden farklı bir yerde yanlış anlaşılması çok daha vahim bir durum gibi görünüyor. Akşit Göktürk Çeviri: Dillerin Dili kitabında şöyle diyor: “… yazınsal çevirinin önemli bir işlevi, daha önce işitmiş bile olsak, iyice tanımadığımız bir düşsel kurmaca dünyayı açabilmesidir bize. Hem de algısı körelmiş olanların şaşkın bakışları arasında. Başka bir deyişle, daha önce tanınmayanın kavranışı, çeviride en can alıcı etkidir.” Çevirmen daha önce kavranmayanı bize anlatacaksa bize güvenmesi gerekiyor, hiç olmazsa aynı dili konuştuğumuza, aynı dünyayı paylaştığımıza inanmış olması lazım. Öte yandan okurun da, özgün dili bilmediği takdirde, kendi düşsel, imgesel dünyasını bir süreliğine de olsa çevirmene teslim etmesi gerekiyor. Tam bir ikilem.

Herkes her dili öğrenemeyeceğine göre anlaşılıyor ki kültürel paylaşım sadece bir entelektüel uğraş meselesi değil aynı zamanda toplumsal bir çaba. Son derece kişisel sayılabilecek bir kitap okuma etkinliği aslında bir entelektüel güven ilişkisine de dönüyor, üstelik hem çevirmenin hem de okurun duyduğu karşılıklı bir güven bu. Belki yine Akşit Göktürk’ün çeviri için “dillerin dili” demesinin nedeni budur. Türkiye’deki zorluklardan bahsetmek istedim fakat çevirmenin ve okurun bu ikilemler zinciri aslında son derece evrensel duruyor. Her ne kadar son yıllarda İngilizcenin daha da yaygınlaşmasından dolayı çoğu eser İngilizceden bir dile ve bir dilden İngilizceye çevriliyor da olsa, çeviri bugün hala oldukça farklı kültürleri buluşturmayı başarıyor. Üstelik bunu, 18-19. yüzyılda düşünüldüğü gibi mekanik bir dilsel ve anlatımsal aktarımla değil çevirmenin yaratıcı etkinliği ve okuyucunun da sorgulayıcı güveniyle yapıyor. Gerçekten de çeviri, dillerin dili belki de. Evrensel bir dil değil ama dile evrensellik katan şey. Ne mutlu başka düşünsel ve düşsel dünyalara da yelken açabilenlere.

Bunları da sevebilirsiniz