“Müstakil bir devlet
için’himaye’nin ne demek
olduğunu bu millet bilir. Bir
zamanlar böyle bir himayeden
canını zor kurtarmıştı. … Bugün
de bütün müstemlekeler birer
sömürücü devletin ‘himaye’si
altındadırlar.”
SABAHATTİN ALİ1
“31 Mart 1948 Salı, Sabahattin Ali’nin İstanbul’da son günüydü.”
Bu cümleyle başlayan ve Sabahattin Ali’yi konu edinen biyografik bir roman, “köylüler cesedin bulunduğu yere ‘Sabahattin Ali Çatağı’ adını verdiler” diye bitiyor. Kitap boyunca hem güzel, hem renkli, hem heyecanlı, hem de verimli ama zor bir hayat yaşandığı anlatılmıştı.2
“Ömrümün ve günlük zamanımın sınırlarını zorluyor” diye düşündüğüm yazma konuları, elbette benden çok daha fazlasıyla 48 yaşında işkenceyle ve işkencede öldürülen Sabahattin Ali için geçerliydi.3 Yaşamasına izin verilmeyen hayatının ürünleri yanında, bıraktığı notlardan ve yarım kalmış şiir, öykü ve romanlardan anlıyorduk bunu.4 Bunların
gösterdiğinden çok daha fazlası olan şey, henüz şekillendiremediği, yazmaya başlayamadığı ve yalnızca aklındaki tasarımlarında olmalıydı. Bunların da bilinmeyenleri ve hiç öğrenilemeyecek olanları tahminlerin üstünde olmalıdır. Çünkü gözlem gücü, yaratıcı özelliği, gerçekçi anlayışı, yaşanılanları toplumun bilgisine sunma konusunda kendisine verdiği görev, yazmaya çalışmasındaki heves, bütün bunlar hayal besleyen doğurganlıklardı.
Vaktini oldukça verimli değerlendiren Sabahattin Ali, yazma işi dışında o kadar vakit kaybettiği saçmalıkların içinde kalmıştı ki, üretimi şaşırtıcıdır, verimliliği açıklanma zorluğu durumundadır.
Biriktiriciydi, hiç bir fırsatı kaçırmıyordu. Ve biriktireceği şeyleri fazlalaştırmak amacıyla yollar yaratmaya da çalışıyordu. Öldürülmeden önceki son projesi olan taşımacılığı, bu amacına da hizmet edebileceği için benimsemişti sanki. Bir kamyon edinmek ve sınırlarımız içindeki her yere gitme olanağı yakalamak hayali bunun içindi. “İş”in ona uygunsuzluğu ortadaydı ve bunun çevresindekilerce anlaşılması kolay olduğundan anlamlandırılması ise iyice zordu.
KISACA SABAHATTİN ALİ
Büyük dedesi genç yaşında Osmanlı devletine sığınmış Huguenot soyundan bir Almandı (Ludwig Karl Friedrich Detroit; 1827-1878). Mehmet Emin Ali Paşa’nın korumasında, Mehmet Ali adını aldı, Müslüman oldu, Harbiye’ye verildi, 1853 yılında subay, 1865 yılında paşa oldu. Müşir (mareşal) olarak bir savaşta öldü. Ayşe Sıdıka Hanımla evlenmiş, dört kızı olmuştu.
Mehmet Ali Aybar, Oktay Rifat, Nazım Hikmet ve Ali Fuat Cebesoy’la Sabahattin Ali, bu kızkardeşlerin torunları olan kardeşçocukları olarak akrabadır.
Kendisi 1908 yılında Gümülcine’de (bugün Yunanistan) doğdu. Babası subaydı. Büyük Savaştan sonra ordudan ayrıldı, Edremit’e yerleşti. Balıkesir Darül Muallimin Mektebi’nde okudu5, eğitimini İstanbul’da bitirdi (1926 ve 1927). Devlet bursu kazanarak dil öğrenmeye Almanya’ya gönderildi (1928). Döndüğünde ortaöğrenimde Almanca öğretmeni oldu (Aydın ve Konya). İkinci öğretmenlik yerinde yazılarını ve şiirlerini verdiği bir yazın dergisindeki anlaşmazlığı yüzünden ihbar edildi, yargılandı, hapse mahkum oldu. Konya ve Sinop cezaevlerinde kaldı, mahkumiyetinin bitmesine az kala Cumhuriyet’in 10. Yıl Affı’yla serbest bırakıldı.
Bundan sonra ortaöğrenim okullarında Türkçe öğretmenliği yaptı. Devlet Konservatuvarı’na alındı, dramaturglukla görevlendirildi, Türkiye’ye gelmiş Alman besteci Carl Ebert’in asistanı ve çevirmeni oldu.
1935 yılında, gönlünü kaptırdığı Aliye ile evlendi. İstanbul’da kaldığı amcasının evinin komşusuydu. Filiz adını verdikleri bir kızları oldu (1937; Ankara).6
Önemli eserlerini yazdığı yıllar, bu günlerin arkasında yatmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı dönemi Sabahattin Ali’nin Ankara dönemidir.
Nasıl bir insan olduğu konusunda yakınlarının ve tanıyanlarının üzerinde durduğu noktaları belirtelim; Sabahattin Ali, neşeli, şakacı, esprili, kendisiyle de dalga geçebilen, çok konuşan,
bulunduğu her ortamda merkez olabilen, çekici, etkileyici, son derece zeki, dost canlısı, tanıyan herkesin sevdiği, canayakın ve içten bir insandı.
SAVAŞ BİTTİ; YAZARLIK, DERGİCİLİK VE BÜYÜK SORUNLAR
Savaş yılları, yürüttüğü polemikler ve yazarlık serüveninin yükselişidir. İktidar çevrelerinin ve Alman emperyalizmini olumlu bulanların, onların hizmetine girenlerin düşmanı oldu ve hedef yapıldı.
Eleştiri dozu yüksek olan yazılar yazmakta, Cumhuriyet’in ilkelerinin terkedilmesine karşı çıkmaktadır.
Baskılarla karşılaşır.
İkinci Dünya Savaşı sonu Türkiye basını, Batı yörüngesine girmişti. İngiltere, Fransa ve ABD’nin emperyalist amaçlar gütmediklerini yazıyor ve bu gibi şeyleri yayıyordu. Ulus, Vatan ve Akşam gazeteleri İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerde zulüm yapmadıklarını, bu ülkeleri kalkındırmak için sermaye döktüklerini ve onlara yardımcı olduklarını anlatıyorlardı. “Ahmet Emin Yalman da Amerika’nın hiç bir zaman emperyalist olmadığını ileri sürüyordu.”7
Amerika’nın Missouri zırhlısı İstanbul’a geldi, Missouri günleriydi.
Atatürk’ün hep yanında durmuş gibi olan Falih Rıfkı Atay, Ulus gazetesinde “Amerika’nın azmi saldırıları önlemek, milletleri hürriyet içinde barış ve güvenliğe kavuşturmak içindir” diye yazıyordu.
Sabahattin Ali bu şartlarda gülmece dünyasına girdi, mizah dergiciliğine soyundu (Markopaşa serisi; Malûmpaşa, Merhumpaşa, Bizimpaşa vb.). Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz gibi zamanının genç ama verimli yazarlarıyla birlikte çalıştı. Dergiler, büyük tirajlara, görülmedik satışlara ulaştı. Çıkardığı haftalık ya da günlük yayınlar önlenmek istendi, yasaklar ve baskılar birbirini izledi. O dönemde oldukça ünlenmişti ve çekinilendi.
Mizah koruyucu olacaktı. Ama olmadı. Konu olanlar, gülmüyor ve affetmiyordu.
EDEBİYATÇI AMA…
20. yüzyıl Türk edebiyatını en çok etkileyen, Cumhuriyet döneminin yazın sanatının halkçı ve gerçekci özelliğinin yolunu açanlardan biridir Sabahattin Ali. Bu yüzden artık edebiyat bakımından önemine değinilmesi ve bunun üzerinde durulması gerekir diye düşünenler olursa bu beklentiyi yerine getirmeyeceğiz, ve bilinen şeylerin tekrarını yapmaktan kaçınacağız. Ancak, bunun yerine, Sabahattin Ali’nin pek sözü edilmeyen bir tarafına dikkat çekmek gibi bir şeye yöneleceğiz.
Sabahattin Ali’nin Türk yazın dünyasına armağanı olan eserlerinin ne yazık ki bugüne kadar hepsini okumuş değilim, eksiklerim var. Bu nedenle öykü, roman ve şiirlerinde emperyalizme karşı duruşunu gösteren bir şeyler varsa da onlara henüz rastlamadım. Ancak bir gazete makalesi olarak okuduğum bir yazısı beni bu yazıyı yazmaya yönlendirdi. Yazının başlığı, “Emperyalizmin Tarifi”.8
Sabahattin Ali, yazıya, “Kelimeler insanların anlaşmasını sağlayan vasıtalar olduğuna göre, bu kelimelerin anlamları üzerinde anlaşma olmazsa kimsenin kimseyi anlayamayacağı meydandadır” diye başlıyor. Çok önemli, çünkü sözcüklerin farklı anlamları varsa, kimilerinin bu farklı anlamları birbirinin yerine koyarak yazılar yazdıkları, hatta polemikler yürüttükleri düşünülürse yazarın kaygısı hemen anlaşılır. Büyük bir olasılıkla bundan çok çekmiştir. Kimi zaman derdini anlatamamıştır, kimi zaman anlaşılmamaya çalışılmıştır, kimi zaman dedikleri kötüye kullanmaya uygun hale getirilmiştir.
Bu bakımdan önce netlik ve açıklık, önce kavramları ortaklaştırma, önce savunulanı doğru ifadelerle ortaya koyma; sonra tartışma.
Bunların gereği olarak Sabahattin Ali, “bugünkü emperyalizm” diye bir şeyi netleştiriyor.9 Çünkü emperyalizmin iki anlamı var; birincisi, imparatorluklarla ilgili olanı, ki bu tarih
boyunca
kulanılagelen bir kavramdır, diğeri, 19. yüzyılda kapitalizmin vardığı bir marazi şekil olan emperyalizdir, ki bu da 20. yüzyılın en önemli olgularından biri olup tarihsel olmaktan çok güncel ve iktisadi-siyasal bir kavramdır. Bu yüzden Sabahattin Ali, “ben ikinci kavram olanı kullanıyorum” demek olan “bugünkü emperyalizm” açıklamasını yapmıştır.
Bunların birbirine karıştırılmaması gerekir, anlam olarak birbirlerinin yerine kullanılamazlar.
Bugünkü emperyalizme karşı Türkiye bir Kurtuluş Savaşı vermiştir, bugünkü emperyalizme karşı Türkiye’de Cumhuriyet kurulmuştur, bugünkü emperyalizme karşı Altı Ok’tan bir ok, emperyalizme yöneltilmiştir.
Evet, bu emperyalizm, İngiliz iktisatçı J.A. Hobson’un 1902’de yazdığı Emperyalizm adlı kitaptan10 da yararlanarak V.I. Lenin’in 1916’da yazdığı Emperyalizm / Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adındaki ünlü çalışmasıyla11 sergilenen emperyalizmdir. Belirtilmesi gerek, yazarın bu “ikinci kavram”dan haberi vardır, ve sözcüğü Hobson’un ve Lenin’in kullandığı anlamda kullandığını belirtmektedir. Nasıl? Ekonomik temeliyle ele alarak!
Ve yazının devamında Sabahattin Ali, “sermaye temerküzünden”, “sermayenin muayyen ellerde birikmesinden”, “inhisarcılığa başlamasından”, “mali oligarşinin” ortaya çıktığından, “para tahakkümü” olduğundan söz etmektedir ki, en azından Lenin’in kitabını okumuş olduğu, bu kavramları oradan aldığı anlaşılmaktadır. Sonrasında, “para ihracını”, “dünyanın nüfuz mıntıkalarına” bölündüğünü ve geride kalan emperyalistlerin “silaha sarılıp dünyayı yeniden paylaşma için boğazlaştıklarını” belirtmektedir, ki, bunlar emperyalizm teorisi konusunda onun bir eksiği olmadığının kanıtı gibidir.
Emperyalizm konusunda siyasetlerin yalnız “tecavüz demek olmayıp doğrudan doğruya kapitalist memleketlere mahsus bir şey” olduğunu yazmaktadır. Yani emperyalizm, gelişmiş kapitalizm olmayan yerde ortaya çıkamaz. Bu anlayış, Devrimci Türkiye Cumhuriyeti’ni emperyalist diye nitelemek isteyenlere daha 40’lı yıllardan verilmiş bir yanıttır. Bunun yanı sıra kapitalistmemiş ülkelerle sosyalist ülkeleri emperyalist olmakla suçlamaya hevesli kesimleri de kuram gereğince hizaya getirmektedir.
Bu bakımdan emperyalizmi her baskıcı rejimle karıştırmamak için de bir uyarısı var; “emperyalistle totaliter aynı kazana atılıyor”! Bu “karıştırmadır” diyor; “totaliter demek emperyalist demek değildir. … Bir rejim, meşruti krallık, demokratik cumhuriyet veya diktatörlük [ve] aynı zamanda da emperyalist olabilir; yahut totaliter olduğu halde emperyalist olmayabilir” diyerek tamamlıyor. Örnekler bile veriyor.12
Sabahattin Ali, emperyalizm teorisini öğrenmiştir ve bunu devrimci yorumuyla savunan durumdadır. Bu konuda sözü edilen makalesini yazdığı yıllarda Lenin’in emperyalizm kitabı bildiğimize göre Türkçe olarak henüz yayımlanmamıştı. Dolayısıyla bu kitabı Almanya’da kaldığı süre içinde edinmiş ve okumuş olmalıdır.
Kaldı ki, o süre içinde Almanya “büyük arayış” içine girmiş durumdaydı. Sabahattin Ali, devrimci örgütleri tanıdı, içlerine girdi, “Marksizmin kuramları”nı öğrendi, onlara yakınlaştı. Türkiye’ye döndüğünde de Resimli Ay adındaki dergide çalışmaya başlamıştı. Orada Nazım Hikmet ve Sertellerle birlikte oldu, onların siyasal dünyasına girdi.13
Mizah dergiciliği sona ermeden ve elbette öldürülmeden önce yazdığı yazılardan birinde, “’verelim mi, vermeyelim mi’ diye aylarca düşünmek, konuşmak nasıl Amerikan milletinin hakkı ise, ‘alalım mı, almayalım mı?’ diye düşünmek ve konuşmak da Türk milletinin hakkıdır” diye yazmıştı.14 Çünkü bu hak kullanılamıyordu, “yasaktı”. Amerikan yardımı bekleniyordu, isteniyordu ve sabırsızlanılıyordu. Ve beklentilerin tersine bir türlü gelemiyor, bu yüzden daha fazla isteniyordu.
ABD’nin dünyaya kurtarıcı ve demokrasi havarisi görüntüsüyle verdiği havaya Türkiye’de karşı çıkabilen çok az sayıdaki insanlardan biri de Sabahattin Ali’ydi.
Bunların yanında Sabahattin Ali’nin milliyetçilik kavramıyla ilgili de bir netleştirmesi de var: Kendisi de bir milliyetçi olan Sabahattin Ali, bu kavramın kirletilmesine, yanlış bir izlenimle yayımasına karşı çıkıyor. “Yurduna saldıran düşmanla işbirliği edenlere, milletin kurtuluş hamlesine önayak olabileceklerin kökünü kazımak için kendi yüksek mekteplerini kapatıp talebesini toplama kamplarına yahut mecburi işyerlerine gönderene ‘milliyetçi’ dediler; hulasa, insanlık mamına mukaddes ne varsa hepsini keyifleri ve menfaatleri uğruna çiğneyenelere ‘milliyetçi’dediler” diyerek Hitler rejiminin milliyetçi falan olmadığını, sadece bu kavramı kullandığını, kendini milliyetçi gibi gösterdiğini ileri sürüyor. Bizce çok önemli, Hitler’i “milliyetçi” zannedenlerin aslında milliyetçliği kötülemeye hizmet ettiğini göstermiş oluyor. Çünkü “milliyetçilik, mesut ve ahenkli bir insan cemiyetinin kurulması için gereken yapı taşlarından biri, beldi en kıymetlisidir”. 15 Nitekim Türkiye’de de önceleri Almanlara, sonraları Amerikalılara “kurtarıcı” ve “yararlı” diye bakanlar bu sözü edilen türden “milliyetçiler”di, sahteydiler, aslında milliyetçi değildiler. O günlerden bugünlere uzanan bir mesaj gözlerden kaçmamalıdır.
Sonuçta Sabahattin Ali, emperyalizmi bilen, ona karşı mücadele etmenin temel bir dünya görüşü olması gerektiğini belirlemiş bir aydınımızdır. Büyük edebiyatçımız Sabahattin Ali, aynı zamanda büyük bir vatanseverimiz ve önemli bir antiemperyalistimizdir.
NOTLAR
1 “Alçak”, Malûmpaşa, sayı 4, 29 Eylül 1947.
2 Hıfzı Topuz, Başın Öne Eğilmesin / Sabahattin Ali’nin Romanı, Remzi Kitabevi, İstanbul 2006.
3 Kemal Bayram, Sabahattin Olayı, Yenigün Yayınları, Ankara 1978.
4 Yazmayı planladığı öykü ve romanların bir listesi için bkz. Sabahattin Ali, Çakıcı’nın İlk Kurşunu, YKY, İstanbul 2002, s. 105-106. Bu listede ne oldukları kısaca belirtilmiş on kitap buluunuyor.
5 Bu okuldayken yazmaya başlamıştı, arkadaşlarıyla birlikte “okul gazetesi” çıkardılar, ilk şiirleri ve öykülerini burada değerlendirdi.
6 Müzisyen, müzikbilimci, piyanist, akademisyen, müzik eleştirmeni ve yazar Filiz Ali, Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin kurucusu olup, 1998’den başlayarak yöneticisidir.
7 Topuz, s. 128.
8 “A. Metin” imzasıyla Tan gazetesinde yayınlanmış yazı, 23 Ocak 1944 tarihlidir. Bkz. Sabahattin Ali, Çakıcı’nın İlk Kurşunu, s. 123-125.
9 Aynı makale, Çakıcı’nın İlk Kurşunu, s. 123.
10 Yazar, “emperyalizm” terimini, sözcüğün günümüzdeki anlamıyla ilk kullanandır.
11 V.İ. Lenin, Emperyalizm / Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, Ankara 2006.
12 Sabahattin Ali, “Emperyalizmin Tarifi”, Çakıcı’nın İlk Kurşunu, s. 125.
13 Topuz, s. 48-49.
14 Markopaşa, sayı 22, 19 Mayıs 1947, derginin yasaklanmadan önceki son sayısıydı; akt. Topuz, s. 192-93.
15 “Milliyetçiliğin Tarifi”, Sabahattin Ali, Çakıcı’nın İlk Kurşunu, s. 129.