Bizler sanatın yürekleri ısıtabileceğine inanıyoruz…. Ve onlara güç vereceğine….
Sanat, insanlara yaşadıklarını hissettirir. Her türlü dinden ve ırktan bağımsız, sınırsızdır, evrenseldir. Sanat yeri geldiğinde bir silah olabilir ama dekor asla! Noviembre (Kasım) filmini izleyenler hatırlayacaklardır bu sözleri. Sanatı ve sokak sanatını bir grup genç üzerinden anlatan film ‘sanatın içinde geleceği barındıran bir silah’ olduğu vurgusuyla akıllara kazınmıştı.
Sanatın tarihsel süreci
Sanatın tarihsel rolünden, toplumsal mücadelelerdeki öneminden söz edildiğinde alternatif bir kültür olarak gelişen sokak sanatı daha belirginleşir, sokak ve sanatın bağını kurabiliriz. Bizler adına sanat demeden önce, ‘ilkel-komünal toplumun mağara resimlerinden Picasso’ya, tam tam ve boru seslerinden Çaykovski’ye, pandomime benzer taklit diyebileceğimiz oyunlardan Brecht’te, çivi yazılarından Cervantes’e, Şolohov’a sanat sürekli geliştiği kolayca izlenebilir.
İnsanlık tarihiyle birlikte gelişim gösteren sanat, mağara duvarlarından kapalı lüks salonlara kadar bugüne gelebildi ve insanlığın kültür tarihinde büyük bir yer tuttu, üzerine kütüphaneler dolusu şeyler yazıldı. İşlevi ve ne ifade ettiği insanlık tarihinde nasıl bir öneme sahip olduğu üzerine bir sürü şey söylendi, söylenmeye devam ediyor.
Dilin evrimindeki önemli teorilerden biri doğayı taklit yoluyla gelişmesiyse, aynı teori sanatın gelişimi içinde söylenebilir. İlkel insanın sanata başlama serüveni o gün için belki de bir zorunluluktu, günlük yaşamın bir parçasıydı. Diğer önemli bir teori insanı sanata itenin ilkel dinsel anlayış ve büyü olduğuydu. Her ne olursa olsun insanlar bu eylemi zamanın zorunluluğu ve sonucu olarak yaptılar. İlk dönemlerde sanat, ne bir statü aracıydı ne de parayla alınıp satılan ticari bir metaya dönüşmüştü. Sınıflı toplumun tarih sahnesinde yerini almasıyla sanat sadece bir maddeye dönüşecek ve insanların özgürce yapabilecekleri bir uğraş olmaktan çıkıp bir lüks olacak ve toplumdan tecrit edilmiş salonlara hapsolacaktı. Bu yüzyıllarca böyle sürerken sınıflı toplumun son aşması olan kapitalist üretim ilişkileri artarak karmaşıklaştırdı.
Savaş ve zulümler dünya kuruldu kurulalı hep var oldu. Bundan sonra da olacak. Savaş ve zulümlere karşı koyabilmek ise başlı başına bir insanlık mücadelesidir. İşte tam da bu nedenle her sanatçı aynı zamanda zulme, adaletsizliğe ve bütün sömürü düzenlerine karşı duran bir savaşçıdır.
Barışı ellerimizle ilmek ilmek örmek istediğimiz şu zamanlarda Nazım Usta’nın dediği gibi günler ağır ve ölüm haberleriyle başlıyor nicedir. Gençler hayat dolu bedenlerini toprağın sonsuzluğuna bırakırken anaların acı feryatları göğün sonsuzluğuna yükseliyor. Giden canların, biten savaşların ardından geriye kalan acıların telafisi imkânsız. Ancak geleceğe dair bir şeyler yapmak için, olası savaşları durdurmak mümkün. Çünkü dünyada barış için çaba sarf eden insanların soluğu, emperyalist hırslar uğruna çıkardıkları savaşlarla vahşetlere imza atan insanların çirkin gölgesini silecek kadar güçlüdür.
M.Ö. 4000 yılında Mezopotamya’da kullanılmaya başlayan ilk silahlardan biri sayılan, saplandığı yerde ölümcül yaralar açan silah ok ve yay…. Savaşçı, okunu takıp nişan aldığı hedefi hızla vurabilmek için yayını gerip oku bıraktığında yaydan çıkan tınının yürekleri ısıtması sanatın savaşa karşı galibiyetidir. Savaşın sanata dönüşmesi öldürmek için icat edilen bu aletin telli çalgılara ilham kaynağı olması insanoğlunun sanatsal yapısının öldürme güdüsüne baskın geldiğinin ironik bir kanıtı değil midir?
Yayı kullanan insanın yaya bağladığı telden ses geldiğini duyunca, teli çekerek ya da tele vurarak çıkardığı sesler, lir, arp, kanun, santur, klavsen, piyano, tambur, bağlama, lavta, ud, gitarı yarattı. Sanat savaşa, ölüme, yok etmeye galip geldi.
Savaş ve zulümlere karşı koyabilmek ise başlı başına bir insanlık mücadelesiyse, her sanatçı aynı zamanda zulme, adaletsizliğe ve bütün sömürü düzenlerine karşı duran bir savaşçıdır.
Her ne kadar savaş insanın ürettiği vahşet ortamı, sanat da sadece naif bir eser olsa bile sanatın umuda ve direnişe dair takındığı evrensel dil her türlü savaşı yenecek kadar güçlüdür. Şüphesiz Andre Malraux’ın “ölüme direnen bir yaratıcılık” olarak ifade ettiği sanat, genel anlamda bir savaşta var olmuş, var olan ve var olabilecek her şeyin tanığı ve bu tanıklığı aktarabilecek en önemli yansımasıdır. Bu misyonuyla da her sanatçı aslında birer barış savaşçısıdır. Bir sanatçı için zor olan ise savaşı anlatmak değil, eserleriyle yaşananların unutulmasının, tüketilmesinin ve kanıksanmasının önüne geçebilmektir.
Sanatta en önemli bağ, sanatçının eseriyle onu algılayan kişi arasında oluşan duygu alışverişidir. Sanatçının savaşa karşı en önemli eylemi, eli kanlı zalimler kadar, onlara karşı direnen, güzelliğe kanat çırpan insanların olduğunu bilmek ve bunu eserlerinde toplumlara aktarmaktır. Çünkü sanat, savaş yıkıcılığına karşı duran, sadece durmakla kalmayıp iyi, güzel ve doğrunun önünü açan bir dinamiktir. Dünya sanatı savaştan beslenen pek çok yaratı ile zenginleşmiştir.
Goya, ‘3 Mayıs Katliamı’ adlı tablosunu Fransızların 1808’de Madrid’i işgali sırasında, Napolyon’un ordularına direnen İspanyolların anısına çizmiştir.
Goya, yazdığı bir mektupta tabloyu yapma amacını “Avrupa’nın zorbalarına karşı giriştiğimiz şerefli ayaklanmanın en olağanüstü ve kahramanca hareketlerini fırça darbelerim ile ebedileştirmek için yaptım” sözleriyle açıklamıştır.
Tabloda genel bir ölüm havası hâkimdir. Başları eğik ve yüzleri görünmeyen Fransız askerleri, esirlere çok yakından ateş etmektedir. Askerlerin, bir robot kadar katı ve ruhsuz duruşları karşısında İspanyol direnişçilerin birbirlerinden farklı yüz ifadeleri tabloya muhteşem bir zıtlık katmaktadır. Tabloda güçlü bir ışıkla parlayan beyaz gömlekli direnişçi, kompozisyonun odak noktasıdır. Figür, diz çökmesine rağmen diğerlerine göre daha iricedir. Direnişçi duruşuyla hem cesareti ve başkaldırıyı, hem de kabullenmişliği ve korkuyu yansıtmaktadır. Askerler ise birey olarak yoktur. Her biri birer makinedir sadece. Daha büyük bir makinenin hizmetindedirler. Tablonun duygusal gücü, savaşın korkunçluğunu anlatışı ve savaş kurbanlarını ön plana çıkarması konusuyla sanat tarihinde çığır açmıştır. Ayrıca bu tablo, Picasso’nun Guernica adlı eserine de ilham vermiştir.
Pablo Picasso’nun Guernica adlı çalışmasında, 1937 yılında İspanya’da Bask bölgesinin merkezi olan Guernica şehrine faşist diktatör General Franco’nun yaptırdığı saldırı resmedilmiştir. Guernica, sadece İspanya İç Savaşı’nın değil, 20.yüzyılın en önemli savaş karşıtı tablosu olarak da değerlendirilmektedir.
Picasso, Alman uçaklarının bombalarıyla yerle bir olan şehrin ve askerler tarafından vahşice makineli tüfeklerle taranan masum insanların yok edilişini protesto etmek için resmine şehrin adını vermiştir. Sanatçı resminde o gün yaşananları birebir anlatmak yerine acının duyularla hissedilmesini istemiştir. Picasso resimde siyah, beyaz ve gri dışında hiçbir renk kullanmamıştır. Resmin tam ortasında mızrak saplanmış atın acı içinde kişnemesi, elindeki gaz lambasıyla pencereden kendini içeriye atmaya çalışan kadının telaşı, atın altında elindeki kırık kılıçla parçalanmış askerin cesedi, solda kucağındaki ölü bebeğini tutan annenin feryadını duymak mümkündür. Ayrıca resimde İspanya’nın simgesi bir boğanın yanında silik bir şekilde görülen barış kuşu sanatçının karamsarlığını yansıtmaktadır.
Picasso bir sergisi sırasında Alman bir askerin “Bu tabloyu siz mi yaptınız?” sorusuna verdiği ”Hayır, siz yaptınız” cevabıyla savaşın duygusuz tavrına vurgu yapmıştır.
Claes Oldenburg’un savaşa isyan heykeli ilk bakışta komik görünse de oldukça ironik ve eleştirel bir yaklaşım içermektedir. Oldenburg arkadaşlarıyla yaptığı 7.5 metre uzunluğundaki bu heykeli gizlice Yale Üniversitesi bahçesinde bulunan Beinecke Plaza’ya 1. Dünya Savaşı için yapılan anıtın kolonları arasına koymuştur. Heykelin klasik bir görünümü olan bu anıtın önüne konumlandırılması, ona başta savaşın kendi olmak üzere hem klasik savaş anıtlarına hem de savaş aletlerine karşı da yıkıcı bir protesto gösterisidir.
Sarkastik bir görüntüye sahip bu heykel aynı zamanda savaş karşıtı gösteriler için de bir alan oluşturmuştur.
Ünlü heykel sanatçısı Yoko Ono’nun Varşova’da yaptığı Yahudi soykırımına dikkat çeken heykel, savaşa karşı yapılmış en etkili sanat eserlerinden biridir. Geniş bir alanda yerleştirilen eser Yahudilerin kamplara götürülürken bindirildikleri vagondur. Vagonun içinden çevreyi kaplayan müzik sesi gelirken vagonun üzerinde açılan yuvarlaktan ışık huzmesi gökyüzüne ulaşır.
Suriyeli sanatçı Tammam Azzam, Avusturyalı sembolist ressam Gustav Klimt’in ünlü “Der Kiss – Öpücük” tablosunu, savaş nedeniyle yıkılan bir binanın üzerinde dijital olarak yeniden yorumlanmıştır.
Tamman Azzam Suriye’de yaşanan savaşın yarattığı yıkımı, Suriye halkına yaşattığı terör ve trajediyi bombalar nedeniyle harabeye dönmüş, delik deşik olan bir binanın üzerinde Klimt’in ünlü romantik tablosunu yerleştirerek insanı dehşete düşüren bir yorumlamayla dünyaya duyurmuştur. Resmin naifliğiyle çelişen savaşın vahşiliğini çarpıcı bir şekilde bileştiren sanatçı İslamcı çetelerin ve onlara destek veren ülkelerin, Suriye’yi kan revan içinde bırakarak çoluk çocuk demeden yüzlerce insanı vahşice katletmesini hafızalardan silinmeyecek bir şekilde gözler önüne sermiştir.
Sanatçı Tammam Azzam eserini şu sözlerle açıklamıştır: “Biz Suriye’de komedi ve trajedinin ince çizgisini betimliyoruz. Bu durumda nasıl sanat yapılabildiğini gösteriyoruz. Umuttan, insanların savaşa karşı koymalarından, sevgiden dem vuruyoruz. Ben de Gustav Klimt’in Öpücük eserini kullanarak ilgi çekmek istedim. Burada insanlar sanatla ilgilenmeyi bıraktı çünkü Suriye’de yaşanan her saniye ölüm kokuyor. Ama ben bir sanatçıyım asker değil, benim mücadele yolum bu.”
Almanların Stalingrad Kuşatması’yla ilgili bir anekdot vardır. Kuşatma tüm şiddetiyle sürerken Rus Cephesi’nde askerlere moral vermek için senfoni orkestrası gelir ve konser verir. Konser Alman cephesinden duyulmaktadır. Almanlar ateşi keser ve savaşa ara verirler. Orkestra sustuğunda Almanlar megafon ile ‘Biraz daha çalar mısınız? Söz ateş etmeyeceğiz’ derler. Orkestra bir süre daha müziğe devam eder. Savaş devam eder.
Müziğin bir başkaldırı olabileceğini ünlü gitar virtüöz Victor Jara’da görürüz. Şili’de sadece müziğiyle cuntanın korkusunu ve nefretini kazanan Jara tutuklandığında, tıpkı kendi gibi muhaliflerin toplandığı Santiago Stadyumu’na getirilir. Bir albay Jara’nın ellerinin kırılmasını emreder, askerler çekiçle parmaklarını kırarlar. Albay getirttiği gitarı Victor Jara’nın önüne fırlatır ve ‘Çal şimdi de’ der. Jara ‘Venceremos’u ‘ söylemeye başlar ve stadyumdaki tutuklular eşlik ederler. Albay onun parmaklarını kırsa da direncini kıramayacağını anlamıştır. Jara albayların emri ile öldürülür. Kısa süre sonra Dünya kupası eleme gurubunda SSCB- ŞİLİ maçı vardır. SSCB futbol takımı ‘kanlı stadyum’da maç yapmayı reddeder.
Vietnam savaşı sırasında savaş aleyhtarı kitlelerin en büyük protesto araçlarından biri müzik olmuştur. Bob Dylan, Joan Baez, Paul Mc Cartney gibi pek çok müzisyen barışın yanında yer almış, ellerindeki sanat silahını savaşa yöneltmişlerdir. Metallica’nın 2. Dünya savaşını anlatan One şarkısı, Sabaton’un Çanakkale savaşını anlatan Cliffs Of Gallipoli ve Normandiya çıkartmasını anlatan Primo Victoria şarkıları savaştan beslenen nice müzik eserleri…