Biliriz ki, okuduklarımız bizi daha derin bir anlayışa götürür. Böylece dünyayı ve kendimizi daha geniş boyutuyla kavrayabiliriz. Buna ruh ve duygu eğitimi de diyebiliriz.
Yaşamın vazgeçilmez yanı edebiyat. Ama ne yazık ki topluma yerleşen birçok yanlış önyargı gibi ‘edebiyat yapmak’ deyimi de boş konuşmakla özdeşleşmiş, edebiyatın içini boşaltılmaya çalışır biz söz olmuş. Böyle bir deyim dünyanın başka bir yerinde var mıdır bilmiyorum. Gelişmiş hiçbir ülkede edebiyatı böyle aşağılayan bir söze sanırım rastlayamayız.
Büyük şehirlerde lüks sitelerde, kulelerde oturanlar, oturdukları mekânın geçmişini edebiyat eserlerinin sihirli sözcüklerinden ya da cumbalı evlerden, korulardan, köşklerden söz eden bir kaç aşk romanından bile okumuş olsalardı, eminim oturdukları doğallıktan uzak, taklit konutlardan hoşnut olmazlardı.
Geçmişte yaşamak elbette imkânsız, doğru da değil. Borges’in söylediği gibi geriye bakarak yürüyemeyiz. Ama geçmişin tadını lezzetini, doğasını yok etmek başka bir şey.
Dünya Edebiyatı denilen o müthiş birikim ortadayken, ‘edebiyat yapma’ sözünü nereye koyabiliriz? Homeros, Dante, Shakespeare, Yunus Emre, Balzac, Flaubert, Dostoyevski, Tolstoy edebiyatı küçümseyen bu sözü duysalardı, herhalde bu günlerde yaşamadıklarına şükrederlerdi.
Edebiyat; Toplumun şifrelerini çözen bir yaratı. Peki bu şifreleri nasıl çözüyor?
19. yüzyılın Fransız toplumunu ve o toplum içindeki dinamikleri Balzac’ın romanları kadar iyi anlatan başka bir eser, başka bir anlatı bulmamız imkânsız. Ne bilimsel araştırmalar ne üniversite tezleri ne de başka çalışmalar Balzac’ı okumadan o dönemin ruhunu kavratamıyor.
Anton Çehov’u düşündüğümüzde onun dâhice örülmüş oyunlarında, önce her şey olağan gibi gelir. Orada gündelik yaşam tembel bir nehir gibi ağır ağır akar, insanlar kendilerini sakin akıntıya bırakırlar.
Yaz bahçelerinde beyaz giysili insanlar, piyano konserleri, yemekler, fıkralar ve entelektüel tartışmalarla vakit geçirirler. Ama oyun biraz ilerleyince anlarız ki, bu insancıkların hepsi derin bir huzursuzluğun pençesindedir. Devrime yani büyük değişime akan toplumdaki, derin huzursuzluktur bu. Yazarın gözünden toplumun yaşayacakları en güzel dille anlatılır.
Okumayan için kitap, ölü selüloz katmanlarından ibaretken, okuyan için hayatı farkına vardıran önemli bir araçtır. Romandan fışkıran hayatlar, kimi zaman bizi peşinden sürükleyerek oradaki kahramanlara dönüştürür. Bir bakmışsınız, romanın içine girivermiş ve Raskolnikov ya da Anna Karanina olup çıkmışız.
Cervantes’i okuduğumuzda, onun etkisinde kalarak; gece yastığa başımızı koyunca Don Kişot, gündüzün acı gerçekleri karşısında ise kurnaz Sancho Panza’yız.
Edebiyatta önemli yeri olan destanları ele alalım. Ergenekon Destanı, Dede Korkut Destanı, Manas Destanı v.b. Bir destanın doğuşu, büyüyebileceği yere düşmüş kıvılcımdır, ateş bütün ovayı sarıverir, diyor Yaşar Kemal. Destan okuduğumuzda bir ulusun yaşantısını, savaşlarını, hastalıklarını, çektikleri zulmü şiirsel bir lezzette öğreniriz. Roman okuduğumuzda, bilimsel eserler okuduğumuzda, şiir okuduğumuzda, destan okuduğumuzda, oyun okuduğumuzda çoğalırız, güçleniriz. İşte bu yüzden biz hep edebiyat yapalım. Edebiyatla yaşamak dileğiyle…