Âşık Olmak
Geçmişin puslu labirentlerinde ışık saçan, hala içimizi ısıtan sıcacık anılar biriktirmişiz neyse ki!
Renkli kokulu kâğıttan mektuplarımız vardı bizim, kaleme dökülmez harflerden çaldığımız kelimelerle dopdoluydu üstü.
Her istediğimizde, gece yarısı uyanıp kısa mesaj atamazdık ama özlemlerimizin ömrü sonsuza kadardı. Bölünen uykularımızda kurduğumuz tertemiz masum hayaller kelimelere, emojilere sığmazdı.
Sadakat, “sil” tuşuna basmanın beraberinde getirdiği kolaylık değil, esarete gönüllü mahkûm misali, başka türlüsü düşünülmeyen bir erdemdi. Üstelik aşkı yaşamak için yan yana olmak da gerekmezdi, oysa bizim sayısız pozlardan oluşan dijital fotoğraf albümümüz yoktu. Küçücük sararmış siyah beyaz bir vesikalık ya da beynimizde yer etmiş bir simge, bir ezgi, bir dize yeterdi sevdiğini yıllarca beklemek için.
Sevgiliyi her gördüğünde, kalbinin çırpınışını anlamasından korkmak, göz göze geldiğinde kızaran yanaklarını ellerinle saklamaya çalışmak, heyecandan titreyen sesinin seni ele vermesinden çekinerek susup kalmak, liseli yıllarında tahta sıraya pergelin sivri ucuyla gizlice onun numarasını kazımak.
‘Aşkım’ kelimesi de dillere pelesenk olmamıştı o zamanlar. ‘ Aşkım’ demezdik ama aşkın, sevdanın ağır hazzını hiç şikâyet etmeden yüreğimizde taşırdık. Bakışlarımız anlatırdı yüzlerce sözcüğün diyemediğini, üç hece yeterdi anlatmaya, ‘aşığım’ derdik.
Başkent’e akşam çöktüğünde yağan kar altında yürürken sokak lambalarının ışığından bile gizlenerek el ele yürümek. Adamo’dan, Charles Aznavour’dan romantik şarkılar mırıldanırken üşüyen elini sevgilinin cebine sokmak.
Kavuşamasan da gelecek hesabı yapmadan onu ömür boyu yüreğinin derinlerinde saklamak. Yıllar sonra onunla bir yerlerde karşılaştığında heyecandan kalbin yerinden çıkacak gibi olsa da yüzündeki çizgilerden bir kaçının sen olduğunu bilerek avunmak.
Geçmiş yılların aşkları işte tam da böyleydi. Nazım Hikmet’in dizelerindeki gibi ekmeği tuza banıp yemekti sevmek. Geceleri aniden uyanıp soluk soluğa onu düşünmekti. Sevdiğin ansızın karşına çıktığında diz bağlarının çözülmesiydi. Aşk, parmaklıklar ardında bile olsan imge kapılarının açılmasıydı, sanattı, şiirdi.
Cemal Süreyya’nın ‘Parmak uçlarıma hapsettim seni, dokunduğum her yerde seni hissediyorum, canım yanıyor.’ dizelerindeki romantizm, aşkları çabuk tüketmeyen o kuşağın duygusallığıydı.
Hele benim aşığı olduğum şehir Ankara….. Ankara’da âşık olmak Ege’ye Akdeniz’e benzemez, yaz aşkı yoktur orada. Karakışın, ayazın, içerisinde yüreğini birisine kaptırdıysan, iliklerine kadar işler bu aşk, sezonluk değil ömürlüktür. Sevgililer soğukta ayazda lapa lapa yağan karda beklerken birbirini, buz tutan bedenleri sevdanın ılıklığı sarar, tutunca sevgilinin elini kan damarda daha bir sıcak akmaya başlar.
Ankara’da kışın aşkların gözleri hep buğuludur, sevgilinin gözünde yalnız sevinçler değil hüzün de görülür. Sevilmek, sevmek doyasıya hissedilir damarlarda. Saçlara lapa lapa yağan kar buz tutsa da, yürek ateşlenir sevgilinin bir bakışıyla.
Baharda akasya kokan gecelerde sevdiğini içine çekersin, dilinde bir aşk şarkısı mırıldanarak. Ya da sessiz sokakta aşkı anlatan bir ıslık duyarsın köşe başından, Vedat Sakman’ın ezgisi gelir kulağına.
Gözlerin bugün garip ve ince bir hüzün
Ankara’da sensiz olmak zor iki gözüm
Sözlerin bugün kırık, umarsız, kördüğüm
Ankara’da sensiz olmak zor iki gözüm
Ankara’da yalnız olmak zor iki gözüm
Ankara’da âşık olmak zor iki gözüm
O zamanlar çıkma değil, konuşma teklif ederdi delikanlılar, hoşlandıkları kızlara. Konuşma teklif edildiyse, derin anlamı vardı bunun, aşk ve duygular konuşulacaktı, sevda konuşulacaktı, yürekler açılacaktı. Konuşma teklifi derin bir sevdayı anlatırdı, aşkı anlatırdı.
Aşk adı altında koşullu beraberlik değildi bizimki, almak vermek değildi hesabımız. Planlanmazdı beraberlikler, vadesi hesaplanmazdı aşkla öpülen dudakların.
Bu gün sesimiz sınır tanımıyor, görüntümüz başka kıtalara ulaşıyor, ancak sokaklarımızdan yüreklerimiz i çarptıracak aşkı anlatan ıslık sesleri artık duyulmuyor.