Bireyin ve toplumun yaşama bağlılığını yok eden tek bir şey var, o da umutsuzluk! Umutsuzluk birey ve toplum için büyük bir düşman. Umutlarını kaybeden insan ve toplum artık tüm beklentilerini tüketmiştir.
Umutsuzluk, sırtımıza binen yükü taşıyamayacağımıza inanmakla başlayan bir olgu. Karanlık duygular içinde yok olup erimek, umutsuzluğun derinliklerinde yok olmak. Bunların hepsi son derece insani durumlar. Ama bu durum ne insana ne de toplumlara yakışmıyor. Hele yaşamın yanlışlarını, doğrularını, güzelliklerini, çirkinliklerini sanat yoluyla anlatan sanatçılara, toplum önderlerine hiç yakışmıyor.
Ülke, demokrasiden uzaklaştıkça umutsuzluğa kapılanların sayısı gün geçtikçe artıyor, karamsarlık giderek büyüyor.
Sıradan insanların böyle duygulara kapılmaları anlaşılabilir ama özellikle çağına ve toplumuna eleştirel gözle bakma zorunluluğu olan aydınların umutsuzluğa kapılmalarını kabul etmek olanaksız. Çünkü aydınların varlığı bile bir toplum için umut olmalıdır. Bilime, aydınlığa, demokrasiye, hukuka ve özgürlüklere gönlünü vermiş aydınlar, varlıklarıyla bir topluma umut verenlerdir, ışık tutanlardır.
Aydınların, (acizlik olarak kabul ettiğim) umutsuzluğa düşmeleri beni hayal kırıklığına uğratıyor. İki örnek verecek olursam, Bunlardan biri Ernest Hamingway, diğeri Stefan Zweig.
Yaşlılığın getirdiği güç kaybına dayanamayıp hayatına son veren Ernest Hemingway, umutsuzluğa kapılıp, tek çare olarak gördüğü ölmek yerine yazmaya devam etseydi, yaşına uygun hobiler seçseydi bir aydın olarak daha çok iş yapabilirdi.
Yahudi kökenli Stefan Zweig, Nazi diktatörlüğünün bir çılgınlık dalgası halinde tüm insanlığı tehdit ettiği 1942 yılında, sığındığı Brezilya’da eşiyle birlikte intihar etmeseydi. Üstelik Nazilerin yenilgisinden ve dünyanın bu beladan kurtulmasından sadece üç yıl önce yaşamına son vermeseydi…
Topluma daha pek çok şey verebilecek Stefan Zweig, 1881’de Viyana’da doğdu, 23 Şubat 1942’de Rio de Janero, Brezilya’da intihar etti. Dünyaca etki yaratan böyle bir aydının intihar etmesi bizler için çok sarsıcı. Öyle anlaşılıyor ki, sadece Nazi egemenliği değil, yetiştiği, yaşadığı dünyanın değişimi de Zweig’i umutsuzluğa itti. Aslında yıkıcı da olsa, yapıcı da olsa ‘değişim’ çağımızın gerçeği… Değişimin yapıcı olanı umut, yıkıcı olanı umutsuzluk barındırıyor. Önemli olan umutsuzluğun içinde umudu bulmak değil mi?
Onunla aynı yıl aynı kıtada doğan Mustafa Kemal umutsuzluğu umuda dönüştürmeyi başardığında o, umutsuzluğa kapılıp ölümü seçmişti.
Halk arasında bana yanlış gelen bir söz var, ‘umut fakirin ekmeği.’ Bu sözü analiz ettiğimde acizlikten başka bir anlam çıkaramıyorum. Katıksız ekmek yiyerek mideye bir şeyler doldurmak anlamında bu söz. Yani geçici, sorunu çözmeyen bir anlam taşıyor. Oysa umut çok daha derin, çok daha güdüleyici bir anlam yüklü. Tüm zorluklarla mücadeleyi, kazanma kararlılığını anlatır umut. Umudu büyük önder Atatürk gibi algılamalı. Mustafa Kemal, umut etti bu umuda inandı ve gerçekleştirdi. Kuru ekmekle oyalanmak yerine, batan bir imparatorluğun yerine yepyeni çağdaş bir ülke kurmayı başarmasına ilk hızı umudu verdi.
Özellikle aydınların toplumu ileriye taşıma umutları hiç kaybolmamalı, umutsuzluğa kapıldıklarında bile umuda açılan bir çıkış bulmalı. Bence aydın olmanın, aydın olma sorumluluğunun vazgeçilmez gereği umudu kaybetmemek.
Bu yazıyı yazarken beynimin labirentlerinde Zülfü Livaneli’nin en umutsuz günlerde yazdığı şarkı sözleri ve bestesi geziniyor, bunu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Nasıl Başlarsa fırtına
Öyle diner birden bire
Bir ışık parlar yeniden
Karanlıklar arasından
Umudu kesme yurdundan
Şah damarı vurulsa da
Dört bir yandan sarılsa da
Işık yener karanlığı
Bak çocukların gözlerine
Umudu kesme yurdundan
Kara kışın buzu bile
Sürmedi sonsuza kadar
Bahara döndü sonunda
Filiz sürdü kar altından
Umudu kesme yurdundan
Tüm zorluklarda umut dolu günlere, umudumuzu kesmeden yaşamaya!