Hiçbir şey yapamıyoruz. Kendimizin farkındayız. Yataktan çıkıyoruz, masaya oturuyoruz ve çalışmamız gerekiyor ama o istenç yok. Önce enerjimiz yok sanıyoruz, halbuki kahvaltımızı yaptık, karnımız tok, çay veya kahvemizi içtik, yapmacık sohbetleri iş yerimizde tamamladık, telefondan da günlük radyasyonumuzu.
İstenç bir çıkmaz mı? İstediklerimiz, arzuladıklarımız, amaçladıklarımız, uzanmaya çalıştıklarımız var ama her nedense nihayetinde kıvranıyoruz.
Gerçek soruyu deneyimleyemeden onu sormuyoruz.
İstenç, bizim için yönlendirici bir düşünce aracı. Peki, bundan ileri gidebilir mi? Gerçekten nesnel istenç diye bir şey varsa bu sorunun cevabı kesinlikle evet. Ama bu cevabın altında yüklü bir örtük varsayım var: Gerçekten nesnellik diye bir şey var mı? Tüm insanların istençleri aynı ölçütlere mi dayanıyor? Bu ölçütler değişebilir mi? Dahası değişebiliyorsa tüm insanlığın ortak istençleri de değişebiliyor mu?
Olgulara ve olaylara içsel bir merakımız var. Bizi cezbeden bu merakımız. Düşünme üzerine düşünürüz örneğin. Bu cümle, ifade ettiği kavramın tam da kendisini ifade ettiği, yani anlam taşımayan bir doğru olduğunu söyleyebiliriz ilk bakışta. Kısmen bu yorumlama doğru da olsa örneğin su içmek hakkında su içemeyeceğimiz için – sadece su içtikten sonra su içebiliriz – bazı edimlerimizden farklı olduğunu ortaya rahatlıkla koyabiliriz. Yani bu cümle ifade ettiği kavramın tam da kendisini ifade etmekle kalmıyor bir de kavramların kendisi hakkında düşündürtüyor. Karşılaştırdığımız su içmek edimi, şüphesiz düşünce ediminden farklıdır. Benzer şey, başka belirli düşünsel edimlere de uygulanabilir. Merak etmek de bunlardan birisidir. Bunu göstermek için hemen neden merak ettiğimiz konusunda merakımızı düşünebiliriz. Merak mı ediyoruz yoksa merak etme edimimizi düşünüyoruz.
Gündelik hayatta da buna benzer örneklerde, ilk bakışta birer istençmiş gibi görünen edimlerimiz ile salt düşünmeyi bir edim olarak gerçekleştirmemiz arasında bir fark olduğunu görebiliriz.
Nagel ünlü bir yazısında “Yarasa olmak nasıl bir şeydir?” diye sormuştu. Zihnimizi bir yarasa zihniyle kıyaslamanın olanaksızlığını vurgulamak, dahası yarasa veya başka bir canlı olmanın nasıl bir şey olduğunu asla bilemeyeceğimizi göstermek için. İstenç bizi bu merak dolu soruya yönlendiriyor (tabi öncelikle yazıyı okuduktan sonra) ama yarasaların – en azından bizimki gibi – bir istence sahip olmadığını düşünüyoruz. Bunu bilebilmek için bizim yarasa olmamızdan başka seçeneğimiz de yok.
İstenci elimizin altında tutmaya çalışıyoruz; çok sonraları belirli kaygılar oluşuyor, kaygıların kendisi amaçtan çok en ışıltılı aracı nasıl edinmek gerektiğiyle ilgili oluyor. Sanırım insanlığın büyük problemlerinden biri de bu: Amaca sahip olduğunda, araç da yanındaysa ulaştığı yanılgısına kapılıyor.
Bunlar kişisel sorularım değil her zaman. Sürekli de düşünmüyorum ama bu tür soruların büyük soruları sormadan önce – ya da sorduktan sonra – bir cevabı düşünmenin cevabın kendisinden daha yararlı bir etkinlik olacağı fikrindeyim. İşte felsefenin (en azından) bir boyutu budur.