Toplumsal cinsiyet farkındalığına sahip olmak yetmiyor çoğu zaman. Toplumsal cinsiyetin toplumsal inşasının ötesinde, günlük hayatlarımızda toplumsal cinsiyete dair anlamları her gün yeniden yarattığımızı ve pekiştirdiğimizi unutuyoruz. Aslında bir taraftan toplumsal cinsiyet rolleri ve değerleri ile aramızdaki kişisel ilişkiyi her gün yeniden kurarken, diğer taraftan da o roller ve değerlerle kendi sınırlarımızı sadece toplumun değil, kendimizin de yeniden oluşturduğunu görmezden geliyoruz.
Diyelim ki, toplumsal cinsiyet farkındalığına bir şekilde sahip olduk. Peki ya bu farkındalığı gündelik yaşamda, evde, işte ve kişisel ilişkilerimizde nasıl kullanacağız? “Nereden başlasam?” İşte bu müthiş soru, Birleşmiş Milletler’in himayesinde, 25 Kasım Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nden başlayarak, her yıl 10 Aralık İnsan Hakları Günü’ne kadar 16 gün boyunca süren “Kadınlara Yönelik Şiddeti Sonlandırmak için Birleşin” kampanyası çerçevesinde öğrencilerimin hazırladığı bir etkinlikte yaptığım konuşmanın ardından, genç bir kız öğrenci tarafından soruldu bana. Doğrusunu söylemek gerekirse, daha önce de pek çok kez bu soruyla karşılaştım. Ne yazık ki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin farkında olsak bile biz kadınlar, hayatlarını çepeçevre saran önyargılar, kalıplaşmış roller, sınırlamalar ve ayrımcılıklarla mücadeleye nereden başlayacağımızı kestiremiyoruz çoğu zaman!
“Nereden başlasam?” sorusuna verdiğim cevap, salonda çoğunluğunu üniversiteli gençlerin oluşturduğu dinleyiciler arasında gülüşmelerle karşılandı: “Tabi ki önce kendinden ve ailenden başlayacaksın!” Aslında cevap çok basit, ama uygulaması çok zor! Bu biraz da kendi hayatlarımızın aktivistleri haline dönüşmek gibi bir şey… Öncelikle kendi toplumsal cinsiyet değerlerimizi, önyargılarımızı, kendimize çizdiğimiz sınırları, her gün yaşadığımız ama görmezden geldiğimiz ayrımcılıkları, başka kadınları değerlendirirken kullandığımız varsayımları ve tüm bunlar temelindeki davranışlarımızı gözden geçirmemiz gerekmekte. Kadınların hem kamusal alanda (iş, okul, sosyal hayat), hem de özel alanda (ev, akraba çevresi, kişisel ilişkiler) ayrımcılığa ve şiddetin her türlüsüne maruz kaldıklarını anlamaktan geçmeli yolumuz.
Toplumsal cinsiyet ayrımcılığının kalbinde, kadınlar ve erkekler arasındaki eşit olmayan güç ilişkileri var. Bu eşit olmayan güç ilişkilerinin toplumda normal/olağan olarak görülüp, kadın ve erkek bireylerden bu çerçevede davranmalarının beklenmesiyle, o toplumda kadın-erkek eşitsizliği ortaya çıkmaktadır. Ayrımcılık sadece eşitsizlik yaratmaz. Aynı zamanda da toplumsal cinsiyete dayalı her türlü şiddetin temel nedenidir. Bu noktada güç kavramına dönecek olursak, üç türlü güç vardır: Bireysel güç, ekonomik güç ve siyasal güç. Toplumsal cinsiyet temelindeki roller, tutumlar ve davranış kalıpları ile şekillenen güç dengesizlikleri nedeniyle kadınlar, bu üç güç türünde de daha güçsüz olan taraftır ve de öyle olması gerektiğine inanmış ve inandırılmıştır.
Bireysel güç denilince evde paylaşılan sorumluluklar, erkeklerle olan kişisel/özel ilişkilerimiz, akraba ve yakın arkadaş çevresiyle olan ilişkilerimiz düşünülmelidir. Kadının ücretli ya da ücretsiz bir işte çalışmasına bakılmaksızın, evdeki geleneksel rolleri (temizlik, çocuk bakımı, yemek, ev idaresi, vb.) sürdürmesinin beklenmesi hem bireysel, hem de ekonomik güç temelinde kadınları kendi hayatlarını kontrol edebilme gücünden alıkoymaktadır. Çoğunlukla, ev içinde, tarlada, küçük aile işletmelerinde ya da kayıt-dışı sektörlerde geçici ve sosyal güvencesiz olarak çalışan kadınların, kendi ekonomik kaynaklarına sahip çıkarak ekonomik bağımsızlıklarını kazanmalarına engel olunmaktadır. Ekonomik gücü olmayan kadınlar, ne yazık ki, bireysel güç ilişkilerinde de kendi kararlarını alarak hayatlarına yön verme gücünden yoksundurlar. Bireysel ve ekonomik gücü zayıflayan kadınların çoğunlukla şiddete maruz kaldıklarını, ya da kendilerine yönelen şiddet ile nasıl başa çıkacaklarını bilemediklerini görmekteyiz. Öte yandan, bireysel ve ekonomik güç ile siyasal güç arasında çok yakın ve karşılıklı bir ilişki mevcuttur. Çok kısaca değinmek gerekirse, kadınların siyasette kendilerine bir yer bulabilme mücadelesi, aslında kamusal, sosyal ve ekonomik hayatta bir varoluş mücadelesidir. Ve bu mücadele, kişisel hayatlarımızda her gün ne tür ayrımcılıklarla karşı karşıya kaldığımızla yakından ilişkilidir (Siyasal güç ile toplumsal cinsiyet eşitsizliği arasındaki ilişkiyi daha detaylı ele alan “Kadınlar ve Siyaset: Dayanılmaz Hafiflikteki Bir İlişki” başlıklı yazımı lütfen okuyunuz.)
John Wooden’ın bir sözüyle bitirmek istiyorum bu yazımı: “Başlamak için muhteşem olmanız gerekmiyor, ama muhteşem olmanız için başlamanız gerekiyor.” Biz kadınlara özel bir söz olmamasına rağmen bu söz önemli bir noktayı çağrıştırıyor bende. Eğer sahip olduğumuz toplumsal cinsiyet farkındalığını hayatlarımıza uygulamak istiyorsak, ayrımcılık ve kadına yönelik şiddetle başa çıkmak istiyorsak, bir yerden başlamamız gerekiyor. İşte o yer, sahip olduğunuz ve içinizde bir yerde size ne kadar güçlü olduğunuzu söyleyip duran kadınsı enerjinizi sakladığınız o muhteşem yerdir. Beklemeyin ve değiştirmeye önce kendinizden başlayın; inanın yeteri kadar nedeniniz ve de gücünüz var!
*Yazıda kullanılan görseller web alıntısıdır.