Nisan ayı Türkiye siyasal tarihi açısından oldukça önemli bir ay. 96 yıl önce bu ay, ayın 23’ünde, Türkiye’nin meclisi açılmıştır. İstiklal savaşı, o mecliste alınan kararlarla sürdürülmüştür. Ve zafer, o mecliste kutlanmıştır. Tam bağımsız, onurlu ve ulusunun egemen olduğu Türkiye’nin temelleri, 1920’de Nisan ayında atılmıştır.
Aynı zamanda Nisan ayı, baharın, kendisini iyiden iyiye hissettirdiği; güneşin gülen yüzünü göstererek, soğuktan donmuş yürekleri ısıttığı; doğanın uyanışını, ağaçlardaki tomurcuklardan, kaldırımları delerek varlığını ispatlayan sarı beyaz çiçeklerden, havadaki temiz kokudan hissedebildiğimiz, umut veren bir aydır. Evet, doğanın günaydını, insana umut verir. İnsan olana…
23 Nisan 1920’nin Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olması pek çok açıdan anlamlı. Bir ulusun uyanışı, doğanın uyanışı ve bir çocuğun gözlerindeki umut… Egemen bir ulus, bir çocuğun gözleri gibi, umutla bakar geleceğine. 1920’nin Nisanı’nda, her şeye rağmen bir umut vardı. Çocukların gözlerinde olmasa da, doğanın uyanışında.. Ve bu umut, bir ulusu kurtardı. Kurtarışının şöleni, doğa gibi uyanan ve uyanışı doğa kadar umut veren çocuklara armağan oldu. Geleceğe umutla bakabilmenin, geleceği aydınlık kılabilmenin simgesi olarak… Fikrimce, 23 Nisan, Türk ulusunun en büyük bayramıdır. Çünkü milattır, meclisin açılışı. Hem kurtuluşun hem doğuşun miladı. Çocuklara adanması, anlamlı olduğu kadar, hayranlık uyandırır… İleri görüşlülüğü ve bir ulusun geleceğini kuranların, insanlığın geleceğini kuranların çocuklar olduğuna yaptığı örtük atıfla, hayranlık uyandırır.
Yıl 2016, bir nisan ayı. Doğa her yıl usanmadan yaptığı gibi, yine uyanıyor. Doğanın uyanışını yine hissedebiliyoruz. Ağaçlardaki tomurcuklardan, kaldırımları delerek varlığını ispatlayan sarı beyaz çiçeklerden, havadaki temiz kokudan… Ama soğuktan donmuş yürekler ısınamıyor bir türlü. Doğanın günaydını, insana umut veremiyor çünkü. Çünkü çocuklar pırıl pırıl bakıyorsa da bir yerlerde, çocukların bakışlarındaki umut, yakın gelecekte kara deliklerin içinde soğuruluyor. Biz büyükler görüyoruz bunu. Umutların, içerisine hapsedildiği kara delikleri, ülkenin metropollerini kana bulayan bombalarda, korkunun egemenliğinde, ardarda duyduğumuz, midemizi bulandıran tecavüz, taciz, istismar haberlerinde, gazetecilerin, akademisyenlerin tıkıldığı kodeslerde ve daha nicelerinde görüyoruz. Sormamak mümkün değil, kutlanacak ne kaldı ki 23 Nisan’dan geriye?
Kapkaranlık ve umutlanmaktan bile korkar olduğumuz bu ortamda Türkiye, Mart ayının ortalarında, akıl almaz çirkinlikte bir olayla çalkalandı. Karaman’da Ensar Vakfı ve KAİMDER’in yurtlarında, 3 yıl süreyle, pek çok erkek çocuğun, çeşitli şekillerde, adı öğretmen diye geçen bir şahsın istismarına maruz kaldığı ortaya çıktı. Diyanet İşlerinin, bir babanın 9 yaşındaki kız çocuğuna şehvet duyabileceği durumlar konusunda yaptığı açıklamalardan sonra, dinciliği ile ön plana çıkan bu kurumlardan ve hatta İmam Hatip okullarından çocuk istismarına yönelik bu haberlerin gelmesiyle, durumun vahameti, çoğunlukla her nedense toplumun laik kesimlerinden büyük tepki gördü. Dinci ve hatta dindarlar kesimlerin sessiz kalması bir yana, bu kurumları sahiplenmeyi seçmesi ise hem şaşkınlığı hem de gerginliği arttırdı.
Söylerken utanç duymamak mümkün değil ama, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisi de kadın cinsinden olan, mevcut Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı, [tecavüz vakasına] “…bir kere rastlanmış olması, hizmetleriyle ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz.” şeklindeki akıl almaz, vicdansız ve empati yoksunu açıklamasıyla, bırakın Türkiye tarihini , insanlık tarihi açısından kara kitaplara geçecek skandal bir açıklama yapmış oldu.
Toplumun laik kesimlerinin, dindar ailelerin çocuklarının gittiği vakıf, yurt ve okullardaki çocuk istismarını hedef alan gösterileri, eylemleri, yukardan gelen emirleri seve seve uygulayan, ülkenin şanlı polisi tarafından şiddetle bastırılmaya çalışıldı. Bir film olsaydı bu yaşananlar, izleyenler filmi gerçekçi bulmazdı. Her ne kadar kirli emellere sahip olsa da politikacılar, o kirli emellerini gerçekleştirmek için bu kadar acami, bu kadar dikkatsiz, bu kadar saçma davranmaz diye eleştirilebilirdi film ve aklı başında, ne bileyim akıllı telefon filan kullanmayı bilen hiçbir halk bu saçmalıklara sessiz kalmaz diye düşünülürdü. Ama bu, bir film değil. Gerçek. Biz şaşkınız. Diğerleri en iyi ihtimalle sessiz.
Çocuk istismarı konusu, Türkiye’de olduğu kadar, dünyada da çok büyük sorun. Çocuk istismarını dört ayrı başlık altında incelemek olanaklı. Bunlar: 1. Fiziksel İstismar: Çocuk sağlığını, gelişimini ya da onurunu olumsuz etkiyelecek fiziksel güç kullanımı. 2.Cinsel İstismar: Bir bireyin, kendi cinsel tatmini için çocuğa yönelttiği her türlü cinsel eylem. 3. Duygusal İstismar: Çocuğun duygu durumuna ruh sağlığına zarar verecek eylemler ve etkileşim türleri ve İhmal: Çocuğun bakımından sorumlu olan kişilerin, çocuğun bedensel, zihinsel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılamamasından ya da eksik karşılamasından doğan olumsuz durum.
Dünya Sağlık Örgütü’nün 2014’te yayınladığı bir araştırmaya göre, dünya genelinde bütün kadınların %20’si, erkeklerin %5-10’u çocukluklarında cinsel istismara maruz kalırken; araştırmada çocukların %25-50’sinin fiziksel istismara maruz kaldığı belirtilmiştir. Türkiye’deki durum da hayli, olumsuz. UNICEF ve Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun ortak hazırladığı ve 2010 yılında yayınlanan bir rapora göre, Türkiye’de 7-18 yaş arasındaki çocukların % 45’i fiziksel istismara, % 51’i duygusal istismara ve % 25’i ihmale maruz kalıyor.
Rakamların geçmiş döneme işaret ettiği ve yalnızca kayıt altına alınabilen vakaları kapsadığı göz önünde bulundurulursa, durumun vahameti daha da ön plana çıkıyor. Türkiye’de özellikle cinsel istismar konusunda ise, veri bulmak oldukça zor. Bu durumun nedenleri arasında, yapılan araştırmaların azlığı kadar, meselenin tabu olarak görümesi ve tartışılmaması, kamuoyuna duyurulmaması da bulunuyor. Ancak, cinsel istismarı bu denli tabulaştıran bir kitlenin, Türkiye’de gün yüzüne çıkan bu inanılmaz olayda sessiz kalması akıllara durgunluk veriyor. Bu saçma ve vicdansız “hoşgörü”, iktidar korkusu, ilkesizlik, oldukça derin sosyolojik araştırmalar yapılması gerektiğinin sinyalini veriyor. Bu sinyalin, araştırmacıyı eninde sonunda getireceği yer ise, geleneksel-ataerkil toplum yapısı gibi görünüyor.
Türkiye, nereden nereye diye soracak olursak, çocuklara bayram armağan edenlerden, bir kereden bir şey olmaz diyenlere…
Başka söze gerek var mı?
Detaylı analizler için bkz.
Türkiye’de Çocuk İstismari ve Aile İçi Şiddet Raporu,
http://www.unicef.org.tr/files/bilgimerkezi/doc/cocuk-istismari-raporu-tr.pdf
Beyazit Utku, “Çocuk İstismarı Konusunda Türkiye’de Yapılan Lisansüstü Tezlerin İncelenmesi”, Hacettepe University Faculty of Health Sciences Journal, Vol. 2, No. Suppl 1, 2015.