Bundan tam 92 yıl önce Olimpos Dağı’ndan havalanan bir Anka Kuşu, Orta Anadolu’nun steplerinde bir yerlere kondu.
Yakası paçası dağılmış yaşlı bir çiftçi Anka Kuşu’nun tozları savurarak inişini şaşkınlıkla izledi. Elindeki tırmığı bırakarak etrafına bakınan kuşun yanına gitti ve büyük bir cesaretle, “Sen de kimsin,” diye sordu.
“Tanımıyor musun beni,” diye soruya soruyla karşılık verdi kuş.
“İlk defa görüyorum seni,” diye cevapladı çiftçi. “Buralardan değilsin. Buralarda senin kadar iri bir kuş yok. Nereden geliyorsun?”
“Çok uzaktan,” dedi kuş. “Ama beni tanımamış olmana şaşırdım.”
“Tanımalı mıydım? İlk defa gördüğüm bir şeyi nasıl tanıyabilirim?”
“Beni ilk defa görmüyorsun. Ben asırlar önce de bu topraklardaydım. Ama haklı da olabilirsin. Beni sana kimse anlatmadı.”
“Peki niye gelip tarlamın ortasına kondun? Amacın ne?”
Anka Kuşu, “Bir çocuğum olacak,” diye yanıtladı.
Çiftçi şaşkınlıkla, “Yani bunun, tarlama inişinle ne ilgisi var? Burada mı doğuracaksın?” diye sordu.
Anka Kuşu dev kanatlarından birini açarak, büyük bir vakarla, “Hayır,” dedi. Başını güneşin battığı yöne çevirip, “Orada!” diye gösterdi.
Çiftçi kanadın gösterdiği yöne bakıp, “Orası neresi?” diye sordu. “Öyleyse yolunu şaşırdın.”
Anka Kuşu başını iki yana salladı: “Yolumu şaşırmadım. Kadim bir dostu görmem gerekiyordu.”
Çiftçi şaşkınlıkla iki adım geri atarak, “Kim o,” diye sordu. “Ben miyim?”
“Evet,” dedi kuş. “Beni hala tanımamış olman üzücü. Kaç yaşındasın sen?”
“Bilmem,” diye cevapladı yaşlı adam. “Oldukça yaşlıyım işte…”
“Buradaki yeşillikleri, ağaçlıklıkları hatırlayacak kadar yaşlısın ama, öyle değil mi? Yağmurların kara dönüştüğü zaman aralığı kadar uzun, güneşin ayla yer değiştirdiği kadar kısa, Ege denizi kadar sığ, Termesos kadar yücesin ama, öyle değil mi?
“Söylediklerin yeni şeyler değil, bunları zaten biliyorum.”
“Biliyorsun, çünkü sen Anadolu’sun. Beni çok ama çok eskilerden tanıyorsun. O nedenle şaşırdım beni tanımayışına. Sen bu toprakların sahibisin ve toprağa sahip olan üzerindekilere de sahip olur. Toprağına sahip olan eski kavimlerden birinde şöyle derler: ‘Bir avuç toprak binlerce can doğurur.’ Sen her gün üzerinde kök salan milyonlarca bitkinin özsuyusun. Onların verdiği heyecan, damarlarında dolaşan azgın nehirlerden çok daha yürekli, çok daha mağrur. Altı asır önce geldiğim bu stepler o zamanlar ormandı, hatırlarsın. Şimdi giderek verimsizleşen bir çöle dönmüş. Uyku aklı çıkarıp yerine hayallerle dolduruyor. Gelmek istedim, ama daha önce gelmem mümkün değildi. Çok uykusuzdum.”
Kuş bir an sözlerini kestikten sonra daha canlı devam etti: “Gözlerin bana daha farklı bakmaya başladı ihtiyar çiftçi, sanırım beni hatırladın.”
“Evet,” diyerek derin bir soluk verdi çiftçi. “Seni hatırladım. Asırlar seni hiç değiştirmemiş kadim dostum. Geçen karşılaşmamızda sen Anka Kuşu değildin, o yüzden ilk anda tanıyamadım.”
“Sen de yaşlı çiftçi değildin dostum, ama ben seni tanıdım.”
“Beni nerede bulacağını biliyordun da ondan…”
“Yok, hayır…” diye itiraz etti kuş. “Seni ellerinden tanıdım. Toprağa bulanmış hiç eskimeyen ama hep yaşlanan ellerinden…”
“Ben de seni gözlerinden,” diye araya girdi yaşlı çiftçi. “Gözlerindeki parlaklık aynı… Yine masmavi bakıyorsun camgözlerin avına baktığı gibi… Endişeli, ama kararlı. İçimden bir ses yine gökteki bulutları yere indireceğini söylüyor, yanılıyor muyum? Sen ki, iki kanat çırpışıyla Ay’a kadar uzanabilecekken, buraya geldiğine göre…”
“Ay’a gitmek sorun değil, orada sorun yok.”
“Burada?”
“Burada çıkar, zira burada insanlar yaşıyor.”
Çiftçi onaylar gibi başını salladıktan sonra, “Peki,” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştı: “Söyler misin, bu kez doğacak çocuğunun adı ne olacak?”
“Cumhuriyet…”
“Eski Roma’dan bu yana kullanılan bir isim, ama yine de güzel. Peki neden bu kadar geciktin?”“Sandım ki altı asır önce doğan çocuğum sonsuza dek yaşayacak. Oysa o tıpkı bir kaplanın kediye dönüşmesi gibi büzüldükçe büzüldü. Artık ölecekti ki beni fili ürküten fareler gibi bir şey uyandırdı. Gördüğüm kadarıyla bir zeytin tanesine dönmüş bundan önceki çocuğum.”
“Bu kez de çocuğunu bırakıp derin uykulara dalacak mısın yine? Gagandaki su damlalarına bakılırsa, endişelisin…”
Kuş buz gibi mavi gözleriyle çiftçiye bakarak, “Güven bir kez yitirildi mi, artık tamir edilemez çalı süpürgesine döner yaşlı dostum. Onu değiştirmek gerekir. Cumhuriyetin çok uzun yaşaması için sık sık ona kaya sularından taşımak, onu canlı tutmak gerek. Bunu sen yapacaksın. Ama benim de gözlerim hep üzerinizde olacak. Çok yakında, çocuğum daha ilk asrını tamamlamadan, çöl tarafından esen kuru rüzgarlar onu yalnız ve cılız bırakacak. Bütün suları dev bir filin hortumu tarafından yutulacak, bütün kıyıları pelikan kuşları tarafından içilecek, bütün zenginliklerini çekirge sürüleri kemirecek, sevgi ve kardeşliğin yerini onarılmaz düşmanlıklar alacak, kehanetim bu. Bunu ancak sen engelleyebilirsin.”
Çiftçi endişeyle, “Bunu nasıl yapabilirim ki,” diye sordu. “Ben sonuçta onları sadece besleyebilirim, kollayabilirim, yaşamaları için ne gerekiyorsa sağlarım… Başka?”
“Elinde yeteri kadar malzemen olacak sevgili dostum. Ben Cumhuriyet’i öyle bir yetiştireceğim, köklerini öylesine derinlere salacağım ki, hiçbir insan aklı onu nasıl sökeceğini bilemeyecek. Her şeyi yıkmaya, yeniden ve körelmiş hisleriyle kurmaya çalışacaklar. Bunu yaparken her şeylerini ortaya koyacaklar. Kendilerine sunduğum tüm olumlu şeyleri yok etmeye çalışacaklar. Tüm kan dolaşımını allak bullak etmek için gök tanrıya sığınacaklar. Ama zor olacak, çok zor. Başaramayacaklar. Sen yeter ki onları kollamaya, beslemeye devam et.”
“Kim yapacak bütün bunları?”
“Elbette, her zaman olduğu gibi senin silüetinde görünen insanlar… Kadim dostum, sen de benim kadar iyi bilirsin. İnsanlar piramitlere benzer, inşa edilirken çok can alır, ama en tepeye çıkanlar yok olan canları unutur. Hep böyle değil midir zaten? Aslında güneşe bile bakmaya utanacak kadar karanlığa muhtaçtırlar. Karanlık onların artık tek gıdasıdır. Piramidin en tepesindekiler aşağıdakini yalnızca kendisini yukarıda tutsun diye besler. Sanırsın ki piramitin en ucu güneşe en yakındır. Ne yazık ki ışığa en uzak olan orada oturanlardır. Kalın bir kabuk vardır sırtlarında, kaplumbağalar gibi. Arada bir başlarını çıkarırlar, ama asla tam olarak ortaya çıkmazlar. Yoksulluk ve kölelik umurlarında değildir. Kendi koltukları altlarından alınmasın diye her şeyi satarlar.”
“Kime?”
“Sevgili yaşlı dostum, kime satıldığının ne önemi var? Satılmış olmak artık olmamak demektir. Satanın amacı değildir önemli olan, satılanın artık olmayışıdır.”
Çiftçi bir süre düşündükten sonra, “Endişene hak veremiyorum açıkçası dostum,” dedi. “Bundan önceki çocuğun altı asırdan fazla yaşadı, ama sen daha doğmamış çocuğun için şimdiden endişelisin. Bir bildiğin olmalı.”
Anka Kuşu, “Endişem bir şey bildiğimden değil yaşlı adam. Endişem insanlara güvensizliğim. Çocuğumu en kısa sürede boğmaya çalışacaklar, hissediyorum. Bunun için sana ihtiyacım var, toprağına, havana, suyuna… Ayakları bu toprakların derin sularına, bakir ormanlarına, kartalların ulaşamadığı tepelerine ulaşacak bir çocuk olmalı o. Ökse otunu bir keçi tek hamlede yutar, ama dev bir çınarı yerinden sökecek rüzgar henüz buralara ulaşmadı. Hazırlan, çok iş düşecek sana. Şimdilik hoşçakal, ama içimden bir ses çok yakında yeniden görüşeceğimizi söylüyor. Piramit çok yakında tamamlanacak ve asıl kıyamet ondan sonra başlayacak.”
Anka Kuşu tüm kumları savurarak yeniden havalandı. Çiftçi uzun süre arkasından baktı ve endişe tohumunun içini kavurduğunu hissetti. İçi kavrulmaya başlamıştı. Tırmığını fırlattı ve koşar adımlarla su kuyusunun başına gitti. O güne değin içmediği kadar su içti ve kuyunun başına oturdu. Yeniden içinin kavrulmasından, yeniden susamaktan korkuyordu.
Anka Kuşu haklıydı, su hala içilebilirdi, ama sanki eski tadı yoktu.