Seçim, bizim yelpazemizde dolaşan insanları çok fazla etkilemeden geldi, geçti. Çok büyük değişiklikler olduğu tartışmaları olsa da, değişen bir şeyin olmadığını aklı başında her insan biliyor.
Seçim sonuçları tartışılıyor, koalisyonlar kuruluyor, yıkılıyor, yeniden yapılıyor vb…
Sanırsınız ki 3 üzeri 13 ihtimal var ve bu yüzden de kafalar hem çok karışık hem de hesaplamalar bir türlü tutmuyor. Topu topu dört parti var ve sayıları belli, seçenekler de belli. Herkes her şeye razı olsa bile tüm seçenekler, AKP+CHP, AKP+MHP, AKP+HDP, CHP+HDP+MHP, CHP+MHP, HDP dışarıdan destek, CHP+HDP, MHP dışarıdan destek, AKP azınlık, CHP azınlık… Başka? Varsa da önemsiz. Bu seçeneklerden bazılarının hemen üzeri çizilmiş durumda, geriye kalanlar da ya iki ya üç…
Ufukta erken seçim görünüyor, kaçarı yok. Erken seçim de AKP’nin işine yarayacak gibi, zira bu kez «emanet” oylar HDP’nin elinden, beceremediniz, diye alınacak. CHP’nin oylarını artırma şansı da yok. MHP ya yerinde kalır ya geriler. AKP, eğer içindeki fırtınaları dindirirse yeniden tek başına iktidar olur, ki bütün kavga şu anda zaten bu partinin içinde gerçekleşiyor.
Bunlar zaten yazılıp çiziliyor ve gerçekten şu andaki acil mesele bu değil. Erken seçime gitse bile Türkiye, Erdoğan işini sağlama almak için daha önce başka planlar uygulayacak. Şu anda erken seçime gitmek belki AKP için bir parça yararlı olabilir, ama referandum için gerekli olan 330 milletvekili çıkması da zor. İki aylık bir süre içinde AKP’nin milletvekili sayısında 70 artışı sağlayacak bir «neden” görünmüyor. Kaymalar ve tepki oylarının bir kısmı dönebilir, ama bu kesinlikle garanti değil.
Suriye ile girişilecek sıcak bir savaş veya yurt içinde gelişecek kaos ortamı, ekonomik çöküntü ve ardı ardına gelen zamlar, oyların artışını sağlayabilir.
Bu denklemin ortasında Deniz Baykal’ın ne yaptığını anlamak güç. Belli ki önemli bir görev üstlendi, «Yolsuzluk konusu bir siyasi değerlendirme konusu değildir,” dedi çıktı. Bunu açıklamanın güçlüğünü kendisi de biliyordu mutlaka, ama dedi. Daha da ileri gitti, «Yolsuzlukla ilgili soruşturmalarda ne parti gruplarının ne hükümetin ne siyasi parti yönetimlerinin milletvekillerine yönlendirici bir değerlendirme yapma hakkı yoktur.”
Çoğunluk gibi, ben de bir şey anlamadım elbette. Böylesine «hakkı yoktur” filan dediğine göre bir bildiği vardı deyip, bakabildiğim her yere baktım. Hatta Platon’un «Devlet”, Makyavel’in «Prens”, Rousseau’nun «Toplumsal Sözleşme” kitaplarına da baktım. Yanından bile geçmiyorlar.
Kafamı en çok kurcalayan konu bu. Önce neden Erdoğan onu çağırdı? Neden bu çağrıya Baykal koşa koşa gitti ve neden yolsuzluk dosyalarının kapatılması konusunda bir hamle yaptı?
CHP içinde gücü kalmadı. Haydi diyelim bazı «destekler” sağlanarak kendine yakın milletvekillerini bir şekilde «ikna” etti, bu Davutoğlu’nun işine yarar belki tek başına hükümet kurmak için, ama Erdoğan’ın işine yaramaz. Çağıran Davutoğlu olsaydı, bu akla gelebilirdi, ama çağıran Erdoğan.
Acaba cambaza mı bakıyoruz?
Yaşamın her alanında öngörü çok önemli. Bazı konularda tahminler yürütülebiliyor, ama bunun bağımsız bir şekilde yapılması neredeyse olanaksız. Oysa yapabilsek, birkaç adım geri çekilip de uzaktan tabloyu görebilsek, belki farklı bir açı yakalayacağız, ama öylesine bir «köşe yazısı, yorum, konuşmalar, etkilemeler” bombardımanı altındayız ki, toz bulutundan hiçbir şey görünmez durumda. Toz bulutu kalktığında ise zaten her şey bitmiş olacak. Yıllar sonra da bu «biten şeyin” ne olduğunu bir şekilde öğreneceğiz, geç de olsa.
Başkentin İstanbul’a taşınacağını ve Ankara’nın da İslam Birliği’ne başkentlik yapacağını, Merkezi’nin de Ak-Saray olacağını İsviçre’de yaşayan Tedora adlı bir arkadaşım Haziran başında bana twitter mesajıyla göndermişti. Elbette gülüp geçmiştim, ama dünden itibaren Ak-Saray’ın İslam Birliği Merkezi olacağı gündeme gelince, yeniden dönüp attığı twite baktım. Konuyu Akit gazetesi gündeme taşımış ve İrfan Erdil adlı bir radikal dinci” vatandaşın öngörüsüne yer vermişti. Erdil’e göre Beştepe’de inşa edilen Ak-Saray’ın aslında bütün dünyadaki Müslümanların merkezi olmak üzere inşa edilmişti.
Deli saçması dediğimiz ne çok şey geldi başımıza. Adam, her devletin Ak-Saray’da bir şubesi olacağını da iddia etmiş.
Tekrar öngörüye dönersek, sistemden beslenenenlerin sistemi değiştirmelerinin mümkün olamaması gibi, sistemin medyasından beslenen beyinlerin de farklı öngörüler üretmesi mümkün olmuyor. Arada uzaktan bakabilmeyi becerenler çıkıyor, ama onlar da zaten medyada yer almadığından, dikkatimizden çok uzakta oluyorlar.
Nobel ekonomi Ödüllü, ABD’li ünlü matematikçi John Nash’ın hayatını konu alan «Akıl Oyunları” filmini izlemişsinizdir. Filmde, soğuk savaş sıralarında ABD ordusu adına şifre çözücü olarak çalışırken, Nash’i bir odaya alırlar. Odada duvar boyunda bir görüntünün önünde karmaşık şekillere bakan Nash, kısa süre içinde eline kağıt ve kalemi alıp şifreyi yazar.
Demem o ki, bazı insanlar dünyaya farklı bakıyor ve bizlerin karmakarışık olarak gördüğü olguları bir düzene sokabiliyor veya bizim düzenli olarak gördüğümüz olguları da bambaşka biçimde algılayıp yorumlayabiliyor.
Şu sıralarda bu tür bakış yeteneği olan birini bulamadığımız sürece, aynı tür yazıları okuyup duracağız, üstelik de farklı seçenekler olmadığı halde. Önemli olan koalisyonun kurulup kurulmaması değil, kurulsa da, kurulmasa da Türkiye’nin bu badireyi nasıl atlatacağı. Koalisyon kurmakla iş bitseydi, herkes derin bir soluk alabilirdi, ama bitmeyeceği kesin. Daha da önemlisi bir koalisyon olacağı bile kuşkulu.
Göreceğiz.