Kaynak: http://rt.com/op-edge/228655-greece-spain-left-economy/
Yazar: Roslyn Fuller
Makalenin Özgün Başlığı: Europe’s turn back to the left: Today Greece, Tomorrow Spain?
Çeviren: İrem Oral – Boğaziçi Çeviri Merkezi
Soğuk Savaş döneminde rağbet edilen popüler bir teori, hiçbir ülkenin komünist bir yönetimi benimsemesine izin verilemeyeceği çünkü bunun bir dizi ülkenin daha komünizmi benimsemesiyle sonuçlanacak bir domino etkisi başlatacağı yönündeydi.
Domino teorisi, yasaklı inançlara sahip insanlara karşı kullanılan şiddeti meşrulaştırmada oldukça başarılı bir şekilde kullanıldı. Ama özünde hala kendi çelişkisini barındırıyordu: eğer komünizm bu kadar kötüyse, neden bir ülkenin komünist olması diğer ülkelerin insanlarını da bunu denemeyi istemeye teşvik etsindi ki? Aksine, insanlar çok daha büyük ihtimalle komşularının hatalarından dersler çıkarıp komünizmden kaçınmazlar mıydı? Tabii ki, sizin o tipik, zengin toprak sahibi, sömürgeci ve/veya yerel dini hiyerarşi tarafından sömürülen aç köylünüz için cevap bu olurdu ve komünizmin hiç de o kadar kötü olması gerekmiyordu. Doğal kaynakların ulusallaştırılması ekonomik piramidin zirvesindeki biri için haksızlık olarak görülebilirken, yukarıyı piramidin altından izleyen biri aynı olayı çok daha farklı bir açıdan görecektir ki birçok insan piramidin altında yer alıyor. Bunu akılda tutmak faydalı olacaktır.
Aslında, bu durum, Yunanistan’ın son seçimlerinin galibi sol parti Syriza’nın popülerliği kadar bu yılın sonlarında yapılacak ulusal seçimlerde oyların çoğunu süpürecekmiş gibi duran, İspanya’nın yeni partisi Podemos’un hızlı yükselişini de açıklıyor.
Tabii ki bugün, ikisi de bir zamanlar Komünist Gençlik Partileri’nin üyesi olan, sosyalist kökenleri üzerine çok konuşulan Syriza lideri Alexis Tsipras ve Podemos’un medyatik yüzü Pablo İglesias’a rağmen, ne Syriza ne de Podemos tek partili, merkezi planlamalı, dökme demirden heykellerle dolu ve zorunlu milli marşların söylendiği bir sona eğilimli devlet anlayışını destekliyor. Bunun yerine, iki parti de sadece birkaç on yıl öncesinde merkeziyetçi olarak adlandırılacak politikalara odaklanıyor. Syriza, işsizler için bedava sağlık hizmetleri, elektrik ödenekleri, lüks ev ve ikincil büyük mülkler lehine geniş kapsamlı bir varlık vergisi değişimi ve sert bir şekilde vergi kaçakçılığının üzerine gitmeyi vaat ediyor. Ek olarak, hem Syriza hem de Podemos Avrupa ve IMF tarafından dikte edilen kemer sıkma politikalarına bir son vermeyi, ulusal borçlar üzerine yeniden müzakereler düzenlemeyi ve kendi ülkelerinde daha anlamlı bir demokrasi pratiği için yerleşik uygulamalar, kurumlar oluşturmayı istiyor.
«Radikal”den oldukça uzak bir şekilde, nüfusunun yüzde birinin, çok yakında dünya zenginliklerinin yarısının üzerinde kontrol sahibi olacağı bir dünyada, bu, gerçekten de sağlam bir politika. Üretim, maaşlardan daha hızlı arttığında (tıpkı geçtiğimiz kırk yılda makineleşme ve ticaretin serbestleşmesi sayesinde olduğu gibi) bir artık değer üretimi söz konusu olur ve bu da durgunluğa neden olur. Maaşları düşük ve kârı yüksek tutmak bunu değiştiremez. İnsanları, satın almaya güçlerinin yetmeyeceği ürünlerin üretilmesi için bir hiç uğruna çalışmaya zorlamak da bu durumu değiştirmez. Sadece artan üretkenlikle doğru orantılı olarak maaşları artırmak bu durumu değiştirebilir. T model otomobilin ve modern seri üretim hattının ünlü yaratıcısı Henry Ford bunu biliyordu; ama bu bariz gerçek günümüze gelene kadar bir yerlerde sağduyudan «radikal sol politika”lara dönüştürüldü.
«Radikal” muhafazakâr politikalardan muzdarip iki ulustan bahsetmek daha adilken bu haksız bir suçlama olur: hem İspanya’da hem Yunanistan’da genç nüfusa baktığımızda işsizlik yüzde ellinin üzerine taşıyor (daha yaşlı vatandaşlar için bu oran sadece yüzde yirmi beş), iş dünyasında ve var olan politik elitlerde yolsuzluk alıp başını yürümüş durumda. Dahası, bu akıllara «radikalizm”in askeri diktatörlüklere desteği meşrulaştırmak için kullanıldığı geçmiş krizleri getiriyor: 1939-1975 yılları arasında İspanya’da General Franco egemenliği ve Yunanistan’da 1967-1974 arasındaki kısa ömürlü askeri cunta.
Ama tarihlerindeki benzerliklere rağmen, adil bir sosyal politika ve borç müzakereleri sadece İspanya ve Yunanistan için mantıklı değil, aynı zamanda Avrupa Birliği üyelerinin çoğu için de mantıklı. Bu yüzden, birçok politikacının Syriza zaferinin korkulan «domino etkisi”ni zapt etmek için mücadele ettiğini görmek şaşırtıcı değil. Bu, Yunanistan’ın bu yıl içinde kefaletten kurtulmasının beklendiği gerçeğinden sızlanma biçimi de alabilir- her ne kadar bir kefalet programından çıkmak borçlarınızdan da kurtulacağınız anlamına gelmese de. Ya da ekonomik durgunluğun her an bitebileceğini iddia biçimini de alabilir. Aynı zamanda bu basitçe, eski moda küçük evlerinin her yerine çok çalışmanın verdiği haz üzerine eski moda vecizeler çiziktirirken GSMH’lerinin yüzde 84’ü kadar borçları olduğuna dair okuyucuyu bilgilendirmede başarısızlığa uğrayan, sözde borçlarını ödemekte olan Almanların sıkı çalışma ahlakı üzerine sert bir eleştiri de olabilir. Aynı şekilde, birçok son derece iyi yetişmiş Alman genci, yeni nesil stajyerlik adını verdikleri maaşsız çukurların yakınında sürünürken Alman refahının ve sağlık hizmetlerinin son on beş yıldır sistematik olarak kesilmesinin eleştirisi de olabilir.
Avrupa’nın neden Suriye, Podemos ve diğer gelişimci partilere ihtiyaç duyduğunu Avrupa Birliği’ni ve hatta Euro dolaşımını canlandıracakları düşüncesiyle açıklamak çok da kötü bir fikir değil. Devasa süper güçlerin hüküm sürdüğü bir dünyada, yabancı güçlerle pazarlık edebilmek için bir grup daha küçük ülkenin birleşerek bir ticaret bloğu (AB) oluşturması hiç de küçümsenecek bir fikir değil. Ne var ki, pratikte bu, temel olarak sadece Avrupa’daki «yüksek fiyatlar ve düşük kâr, Avrupa marketinin parçalanması ve hükümetlerin aşırı müdahelesi”nden endişelenen ve tek bir Avrupa marketinin oluşması için gereken temel zemini hazırlarken kendi kendini alacaklandıran -ki bu proje sadece «devletlerin geçmiş, şimdiki ve (oldukça şaşırtıcı bir şekilde) gelecek başkanları” ile kurulacak yakın bağlar ile mümkün- Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası’nın çağrısınca düşünülüyor. Önde gelen Avrupa siyasetçileri ise hükümet müdahalesinin olmadığı «düşük fiyatlı ve yüksek kârlı”, bir diğer deyişle faal bir yasal sistemi olan, bir Avrupa yaratımında söz konusu Yuvarlak Masa ile çalıştıkları için fazlasıyla mutlular.
Bu çabanın hizmetinde olarak, politik güç Avrupa Birliği’nde toplanıyor ve büyük oranda, seçilmemiş üyelerden oluşan Avrupa Komisyonu’nun elinde bulunuyor. Örneğin, 1998 ve 2004 yılları arasındaki bir araştırma gösterdi ki Alman yasalarının yüzde 84’ü Avrupa seviyesinde oluşturulmuş ve bu yasaların kökleri esas olarak bu Komisyon’a uzanıyor.
Avrupalı insanlardan yalnızca mevcut gidişata ve referandumlar arasındaki düzensiz aralıklara onaylar vermeleri istenmişti. Referandumlar olumsuz sonuçlanınca, cevap «evet” çıkana kadar bir abluka yaratmış ya da basitçe seçimleri yeniden düzenlemişlerdi. Böylece Avrupalılar kayıtsızca liderlerinin onlardan inanmasını istediği geleceğe doğru yol aldılar, elbette daha sonra karşılığını almak üzere. Kimse geleceğe dair herhangi bir somut başlıktan emin gözükmüyordu fakat durum şimdikinden çok daha iyi olacaktı, bu her ne demekse. Belki Amerika’nın daha sofistike bir versiyonu, herkesin içeceğini bedeva yenileyebildiği ve 31 çeşit dondurma bulabildiğiniz bir yer, fakat eğer biraz olsun kültürden etkilenmişseniz yine de Sistin Şapeli’ne giderdiniz. Avrupalıların, en başta da AB entegrasyonunu savunmuş köhne ve yozlaşmış merkez sağ ve merkez sol partiler tarafından, sürüklenmek istendiği durum insanların evlerinden çıkarıldığı, çocuklarının iş bulamadığı, sağlık güvencelerini kaybettikleri ve aslında sorunun kendisi olan bankalar ve finans spekülatörlerine yapılan ödemelerdeki avantajlı durumlarını kaybettikleri bir gelecek öngörmüyorlardı, ancak adil olmak gerekirse böyle de olabilirdi. Fakat bunlar yüksek kârın, düşük maliyetin ve devlet müdahalesi eksikliğinin kaçınılmaz sonuçlarıydı.
Hepsini birlikte düşündüğümüzde, her kesimden insanın – hippi liberallerinden göçmenlere şüpheci yaklaşan muhafazakarlarına kadar- eski muhafızın önüne taş koymaları şaşırtıcı değil. «Hiçbir sebep yokken daha azı için daha çok çalış!” gelmiş geçmiş en etkileyici birleşme çağrısı değildi, özellikle tepedekiler bu tür bir şey yapmadığı zaman. Ve Syriza’nın, Podemos’un ve diğer reformist partilerin geleneksel partilerle mücadele içinde şekillendiğini düşününce, soru artık «nasıl kaybederler?” değil «nasıl kazanabilirler?” halini almaktadır. Podemos’un lideri İglesias geçen hafta Madrid’deki yürüyüşte oldukça açıktı: «Bu, hükümetten bir şey talep etmek veya onu protesto etmekle ilgili değil. Bu, 2015’te halkın hükümeti kurulacak demek.” Muhtemelen haklıydı da. Ve vaziyet, dediğiyle de sınırlı kalmayabilir. Diğer ‘PIGS’ ülkeleri, İrlanda ve Portekiz, Britanya’da olduğu gibi, önümüzdeki 18 ayda seçime gidecek. Bu ülkeler tarihsel olarak daha muhafazakar olmalarına rağmen kemer sıkma karşıtı hareketler yakın geçmişte epey taban kazandı.
Yeterince ironiktir ki, AB’nin yıpratıcı para politikaları başından beri istediklerini söyledikleri şeyleri başarmış olabilir: Avrupalılar birbirleriyle çok fazla ortaklığa sahip olduklarına karar veriyor ve bu liderlerinin düşündüğünden çok daha fazla.