Etik ve moral değerler incelendiğinde ekonomiyi konunun dışında bırakmak mümkün değil. Yetişen genç nesillerin ve onları yetiştirenlerin en çok etkilendiği konuların başında ekonomik faaliyetler ve modern dönemin bireylere biçtiği yeni rol gelmektedir. Fayda, edinim, sahip olma, statü ve rekabet unsurlarının artan baskısı bugün olduğu gibi yakın bir gelecekte de insanlara rahat vermeyecek gibi gözükmektedir. Bu faktörlere görünümü de katmak mümkündür. Bununla hem dış görünümü, özgeçmişlerde ve mülakatlarda olduğu gibi hem de sahip olunan niteliklerle karşıdaki zihinlerde oluşturulmak istenen görünümü kastediyoruz. Dönemin taleplerini gören ve koşulların istediği kişi olmak zorunda kalanlar, Alfred Marshall’ın, insanı ekonomik bir varlık olmanın (homo aeconomicus) ötesinde görmeyen neo-klasik ekonomi anlayışına giderek daha fazla yaklaşmaktadır. Yeni küresel kimlik öyle bir noktaya gelmiştir ki sadece öyle gerektiği için iyi ve dürüst olmak ya demode bir romantizm olarak değerlendirilmekte, ya da övgü gerektiğinde kişiyi öne çıkarmak için ayırt edici nitelik hâline dönüştürülmektedir.
Refah ekonomisi konusundaki katkıları nedeniyle 1998 yılında Nobel Ekonomi Ödülü´ne layık görülen Amartya Sen «Etik ve Ekonomi” adlı eserinde «Gerçek hayatta herkesin her zaman bencil olduğu iddiası yanlış olabilir; ama herkesin her zaman bencil olmasını rasyonalitenin bir koşulu olarak talep etmek tartışmasız biçimde saçmadır.” ifadeleriyle insan egosu ile fayda arasında kurulan klasik ilişkiye yeni bir boyut getiriyor. İktisadın her ikisi de siyasetle ilgili olan iki ayrı kökenden geldiğini öne süren Sen, birini etik, diğerini mühendislik olarak görür. Mühendislik yaklaşımı, insanın iyiliğine neyin katkıda bulunacağı veya Sokrates’in sorduğu gibi «insan nasıl yaşamalı?” türünden sorulardan ziyade esas olarak lojistik meselelerle ilgilenmektedir. Buna göre amaçlar hiç tartışılmaksızın veri olarak kabul edilir. Yapılmak istenen, bu amaçları gerçekleştirmek için uygun araçları bulmaktır. Mühendislik yaklaşımını anlarken ekonomik ilişkilere ve piyasaların işleyişi konusuna bakmaya ihtiyaç var. Ekonomiyi anlama ihtiyacımızı tatmin etmek için -ne pahasına olursa olsun- fayda elde etmeyi yücelten serbest piyasacılara, modern iktisadın babası olarak anılan ve çok etkilendikleri Adam Smith’in Glasgow Üniversitesinde «ahlak profesörü” olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Kim bilir, belki de bunun bir sonucu olarak pek çokları Smith’i meşhur kasap ve iyi et satma örneğinin ötesine taşıyamazken Sen, onun «insan olma, adalet, cömertlik ve kamusal bir ruh hâlini başkalarına en çok yararlı olan nitelikler olarak saymasını” öne çıkarmıştır.
Etikle ilgili sorunların birikerek artmasının çeşitli sebepleri olabilir. Bunlar arasında üç tanesinin -farkındalık, önceliklendirme ve temel menfaat çatışması- öne çıktığını düşünüyoruz. Etik ve ahlaki olanı arayış, bir farkındalık ve önceliklendirme meselesidir. Okullar bilimi öğretme çabasındadır; ancak bilim etiği çoğunlukla bunun dışında kalmaktadır. Ülkenin zeki ve çalışkan çocukları tıp ve diş hekimliği fakültelerine girmek için yıllarca birbirleriyle rekabet etmekte, ama bu özellikli beyinlerin bir kısmı tıp etiğine ilişkin bilgilenme süreçlerinden mahrum kalmaktadır. Mühendisler insanlığın gelişimi için ciddi projelerle meşgul olmak üzere yetiştirilmekte, ancak doğa ve diğer canlıların tahribatı pek çoğunun ilgi alanına girmemektedir. Bir sonraki kuşağı yetiştirmek üzere yetiştirilen öğretmenlerin neredeyse tamamına yakını meslek etiğine ilişkin bir ders görmemekte ve profesyonel bir eğitim almamaktadır. Uzağa gitmeye ve aleni olanı saklamaya gerek yok; Türkiye’de yıllardan bu yana kendi sınıfındaki öğrencisine ücretli özel ders veren ve Pieper’ın «öğretmen, öğrettiklerini örnek olarak yaşayan ideal biridir” ifadesini tekzip eden öğretmenler var. Belki de yapılan işin önem derecesinin bir parçası olarak pek çok öğretmene yaş gününde, Öğretmenler Günü’nde, okul kapanış günlerinde öğrenci ve ailelerden hediyeler geliyor. Bunların mesleğin saygınlığına zarar vermesini bir kenara bırakarak ifade etmek gerekir ki her ucu açık ve kuralı önceden belirlenmemiş işte olduğu gibi burada da ipin ucu kaçmış; insanların ev, beyaz eşya ve giyim-kuşam ihtiyaçlarının hizmet verdikleri kişiler tarafından karşılanması noktasına gelinmiştir.
Özellikle kamuda görev alanların sınır tanımaz eğilimleri kontrol edilemez noktaya gelince ve elbette kaliteli bir devlet olma çabasının sonucu olarak 13 Nisan 2005 tarihli Resmî Gazete’de Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri ile Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik yayımlanmıştır (bağlayıcılık açısından kamuda görev alanların işaret edildiği aşikâr olmakla birlikte mevzuatın ruhu genel bir çerçeve çizmektedir; kaldı ki resmî veya özel herhangi bir okulda çalışan öğretmenin görevi kamusal niteliği haizdir). Özellikle halka hizmet bilinci, dürüstlük, tarafsızlık, saygınlık ve güven başlıkları altında son derece önemli tespitler yapılan bu yönetmelikte görev ve yetkilerin menfaat sağlamak amacıyla kullanılmamasından kamu görevlilerinin verdikleri hizmetten yararlananlara karşı nezaket ve saygı kuralları içinde davranmalarına kadar düzenlemeler yapılmıştır. Üçüncü bölümü tamamen etik davranış ilkelerinin uygulanması ve etik kültürün yerleştirilmesine ayrılan yönetmeliğin 15. maddesinde hediye alma ve menfaat sağlama yasağı da bulunmaktadır. Diğer yandan halka hizmet verenlerin, görevlerini tarafsız ve objektif şekilde icra etmelerini etkileyen veya etkiliyormuş gibi gözüken ve kendilerine, yakınlarına, arkadaşlarına ya da ilişkide bulunduğu kişi ya da kuruluşlara sağlanan her türlü menfaati ve benzeri şahsi çıkarlara sahip olmayı net bir şekilde men eden kamu otoritesi, kamu görevlilerini şahsi sorumluluğa sahip oldukları konusunda ikaz etmektedir.
Kamuda etik denilince ilk akla gelen organlardan birisi şüphesiz Başbakanlık Kamu Görevlileri Etik Kurulu’dur. Kurul tarafından hazırlanan Kamu Görevlileri Etik Rehberi´nde bazı kamu görevlilerinin yılbaşı, bayram ve benzeri özel günleri bahane ederek iş sahiplerinden ya da mesai arkadaşlarından zaman zaman hediye aldıklarına dikkat çekiliyor. Rehberde, Türk sosyal yaşamında yadsınamaz yeri olan hediye kültürünün -elbette özel sektör temsilcilerinin devlet nezdinde yaptıkları işlerden kaynaklanan ve kişisel hatırın ötesindeki boyutun- kamuda yozlaşmaya, kamu görevlilerinin eleştirilmesine, yolsuzlukla ilgili algılamaların artmasına, kamu yönetimi ve yöneticilerine duyulan itibar ve güvenin sarsılmasına neden olduğuna vurgu yapılıyor. Kurul’un ifadesiyle «göz yumulan hediyeler, çoğu zaman kamu görevlisinin tarafsızlığını, kararlarını ve görevini etkileyebiliyor ve âdeta ‘bubi tuzağı’na dönüşüyor.” Kamuda etik standardı geliştirme çabalarını yalnızca hediyeye indirgemek elbette doğru değil. Özellikle üst düzey görevlilerin makam odalarını, lojmanlarını, makam araçlarını sürekli yenileme ihtiyacı içinde olmaları, tefrişatların kimilerini iş yapılan kişilerin bağışlarıyla karşılamaları, resmî kurum telefonlarını özel işlerinde veya iletişimlerinde kullanmaları gibi pek çok gayrietik örnek sayılabilir. Bunlara, gitmek istediği yerleşim yerinde olmak adına kendisini görevli / izinli gösteren, hem ulaşım, hem harcırah imkânlarından yararlanan, önemli toplantıları yazın sahilde, kışın kayak merkezlerinde denk getiren yöneticileri eklemek mümkündür. Ancak itiraf etmek gerekir ki oluşturulmak istenen etik kültüre, yeni standartlara ve iş görme biçimine karşı çıkan kişi ve kurumlar bulunmaktadır. Sadece dijital ortamlarda paylaşımda bulunan çeşitli meslek grubu üyelerinin yazışmalarına bakmak üzücü tabloyu anlamak için yeterlidir.
Etik ve ahlak konusuna bireysel olduğu kadar kurumsal gözlükle de bakmakta yarar var. Bir sektördeki oyuncuların sadece birkaçının sergiledikleri tutum, alışılagelmiş bütün kuralları yerle bir edebiliyor. Özel öğretim sektöründe son yıllarda ortaya çıkan zincir okulların rekabetin kurallarına, eğitimin ruhuna, yerleşik alışkanlıklara ve fayda ahlakına ilân-ı harp eden uygulamalarını endişeyle izliyoruz. Kimileri yabancı fonlar tarafından satın alınan, kimileri bir müdür-bir mühürle kurulan okulların son dönemde geliştirdikleri ultra liberal pazar anlayışı, Türkiye’nin içinde bulunduğu dönemde yaşadığı ve yaşamaya devam edeceği en ciddi eğitim sorunlarından birisidir. Emtia depolarını kiralayan, imar planlarında eğitim alanı gözükmeyen yerleri okula dönüştüren, diğer kurumların velilerini tek tek arayarak ekonomik ödüllerle kendi okullarına gelmeye davet eden, kendine rakip olarak seçtiği okullardan gelen öğrencilere özel indirimler sunan, öğrenci ve öğretmen «transferini” kurumsallaştıran bu anlayış her türlü etik kaygıdan yoksundur. Bu yönetsel uygulamalara, kararları ve kamuoyu ile yaptıkları paylaşımlar yönüyle rekabetin çivisini çıkaran okulların durumunu da ekleyebiliriz. Örneğin bünyesinde hem fen, hem anadolu lisesi bulunduran okulların, fen lisesi kısmında okuyan az sayıdaki öğrencisinin başarılarını kurumun tümünü temsil ediyormuşcasına kullanmaları vaka-i âdiyeden sayılır olmuştur. Bu okullara ve eğitimi bireyin tükettiği basit bir metaya dönüştüren yöneticilerine bakınca Bernard Shaw’un «ahlak duygumuz ihtiraslarımızı kontrol eder” ifadesinin anlamı daha iyi anlaşılıyor. Başarıyı sadece açılan okul, kaydedilen öğrenci sayısı, bilançodaki sıfırların adedi veya yabancı ortaklarından alacakları «aferin” olarak gören, tahrip gücü yüksek bu kurumları yönetenlere önemli bir düşünürümüzün sözlerini hatırlatmak yerinde olacaktır. Hilmi Ziya Ülken, başarıyı «bilgi alanında, meslek hayatında yükselme ve ihtisaslaşma gücü, değer alanında yaratıcılık, insanlık ve ahlaklılık gücünü kazanma” olarak değerlendiriyor.
Ekonomi, eğitim ve iş ahlakı arasındaki ilişkiye Pareto optimumuyla da değinmekte yarar var. İktisatçıların bakış açısıyla bir toplumsal durum, hiç kimsenin faydası başka birinin faydası azaltılmaksızın yükseltilemezse Pareto optimal olarak anılıyor. Aslında bu coğrafyanın insanları bu teknik dile aşina olmasa da kavramın manasına fazlasıyla hâkim. Bir zamanlar İstanbul Kapalıçarşı’yı gezen yabancı bir sefirin eşine (ki, olayın kahramanının sefirin kendisi veya Fatih Sultan Mehmet olduğu şeklinde varyantlar mevcut) «ben bugün satış yaptım; alışverişinizi yandaki mağazadan yapın, onlar henüz siftah yapmadı” diyen ticaret erbabının, Pareto optimumundan haberdar olmasa da anlamına vâkıf olduğu ortada değil midir? Bugünkü yapıya baktığımızda sadece «kâr severliğiyle” öne çıkanların kuralsız işlerinden ortaya çıkan ekonomik yararlar azaltılmadan mağdur edilenlerin durumunun değişmeyecek olmasını da pekâlâ bir optimal nokta olarak görebiliriz. Ancak bu frensiz serbestliği denetleyecek olanların, her şeyi piyasaya terk eden ve aslında serbest piyasa kavramına da aykırı olan vurdumduymazlıklarını görünce iyimser olamıyoruz. Doğrusu karar alıcıların düzenleme ve denetleme (regülasyon) görevinden -nedense- özenle kaçındığı bu dönem kadar özel öğretimin sahipsiz bırakıldığı bir zaman dilimi anımsamakta zorluk çekiyoruz. John Perkins «Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” adlı kitabında ‘Enerjinin Vahşi Batısı’ olarak adlandırdığı dönemi tarif ederken «Günün anahtar kelimesi ‘serbestleştirme’ idi ve kurallar akşamdan sabaha değişiyordu. Ortalık […] hırslı insanlar için fırsatlarla doluydu.” ifadelerini kullanıyor. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki savaşlara -sattığı silahlarla- dâhil olan büyük uluslararası fonların ve diğer yabancıların satın aldığı Türkiye’deki kimi özel okulları ve onların sektörü ne hâle getirdiğini tarif ederken ‘Eğitimin Vahşi Batısı’ tanımlaması ne yazık ki hiç sırıtmıyor. Rekabetin kuralsızlığını ve her türlü ahlaki normdan yoksunluğunu ifade etmek için daha yumuşak tanımların yetersiz kalacağı düşüncesindeyiz.
Bir önceki yazımızda Stoacılık’tan söz etmiştik. Adam Smith’in, Stoiklerin, kendi küçük çıkarlarının büyük topluluğun çıkarı uğruna feda edilmesine her an hazır olmalarından söz etmesi bugün için fazla arkaik kalıyor. Batıdan bir düşünür -Sokrates- «insanlar her zaman, her yerde acıkmışlardır. Ama her zaman, her yerde erdemli olamamışlardır.” derken bizden biri -Şeyh Edebali- «bütün fethedilemeyen gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır.” diyor. Demek ki etik, ahlak, erdem, fazilet, adına ne derseniz deyin hep aynı kapıya çıkıyor.
Ahlak ve etik konusuna eğilirken bir araştırmanın sonucuyla başlamıştık; bir başkasının sonucuyla bitirelim. Etik Değerler Merkezinin (EDMER), sonuçları Aralık 2013’te açıklanan «Yöneticilerin Gözüyle Etik” araştırmasıma göre yöneticiler arasında Türk toplumunda etik kavramının önemini vurgulayanların oranı yalnızca %28,7; ki, bu kavramın önemsiz bulunduğunu belirtenlerin oranı ne yazık ki daha fazla (%35,6). Diğer yandan şirket büyüklüğüne bakıldığında mikro ve küçük şirketlerde etik kavramının önemi (ortalama değerler 3,3 ve 3,4) büyüklere oranla daha fazla. Şirket büyüklüğü arttıkça -orta ölçekli ve büyük şirketler- etiğe verilen önemin azaldığına inanılıyor (ortalama değer 2,9). Şapkaları öne koymaya ve ahlaki kaygılar için aynaya bakmaya kimsenin niyeti yoksa bu günlerin aslında iyiler olduğunu yaşayacak ve daha da kötülerini göreceğiz.