1965 seçimleri geride kalmıştı. Adalet Partisi’nin başına geçen Süleyman Demirel %52’lik görkemli başarısının büyüsü içindeydi. Yeni Başbakan ve iktidara karşı CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ana muhalefet görevini yürütüyor ve Atatürk’ten miras «laiklik” ilkesini titizlikle savunuyordu. Onun istediği se basitti: Din işleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrı olması. Dinin siyasete alet edilmemesi… Bu konuda kurallarının dışına çıkıyor ve ilk kez bir siyasi yerine bürokratı hedef alıyordu. Bu bürokrat Konya Müftüsü Tahir Büyükkörükçü idi. Tahir hoca görevinin dışına çıkarak vaaz ve söylemlerinde politika yapıyor bir din adamından çok siyasetçi gibi davranıyordu. O günlerde bende CHP’nin Karadeniz Ereğlisi İlçe Başkanıydım. Zaman hızla aktı. Türkiye bunalımlı 12 Mart dönemini geride bırakarak normal siyasal yaşama geçmeyi başardı. 1973 genel seçimlerinde bunalımların içinden geçerek muhtıralara karşı tavır alan CHP en yüksek oyu alarak parlamentoya girdi. Ben de 32 yaşında çiçeği burnunda bir Zonguldak Milletvekiliydim. Partimiz en fazla milletvekiline sahipti ama tek başına iktidar olamıyordu. Sonunda meclise 50 civarında mebusla giren siyasal İslam akımının temsilcisi Milli Selamet Partisi ile ortak hükümet kurmak zorunda kaldı. Ecevit Başbakan, Erbakan da yardımcısı oldu. Şimdiki CHP kulisinde ortaklarımızla birlikte oturuyorduk. Bugünkü AKP Grup salonu o zaman Senato genel kuruluydu. Oradan çıkan senatörler de bizim yanımıza gelir, sohbetlere katılırlardı. CHP ve MSP parlamenterleri birbirimiz tanımaya çalışıyorduk. Bir süre sonra hükümet ortaklığı yakınlıklar yarattı ve dostluklar oluştu. Kendisini uzaktan uzağa merakla izlediğim Tahir Büyükkörükçü de MSP Konya Senatörü olmuştu. Babam yaşında olan Tahir hoca ile dostça fikir alış verişi ve tartışmalar yapıyorduk. Bir gün bana döndü, «Kemal Bey” dedi. «Senin inançların galiba biraz zayıf… Ama biz seni çok seviyoruz.” Bir anda şaşırmış ve sersemlemiştim. «Anlamadım hocam” dedim. «O zaman beni neden seviyorsunuz?” Hoca sakalını sıvazlıyarak uzun bir «Haaa!” çekti. «Bak” dedi. «Senin inançların üzerine tek karar mercii var: Allahü Teala… Bizim hakkımız da değil haddimiz de! Ama seni seviyoruz çünkü sen inanca ve ibadete saygılı bir insansın… Bu nedenle seni dost kabul ediyoruz.”
Sayın Deniz Baykal’la 1968 yılından bu yana tanışırız. Ama Ramazan’da oruç tuttuğunu çok sonraları fark ettim. Gösterişten sakınır, tantanalı iftar törenlerinden uzak durur, davetleri «ben Ramazan’ı evimde yaşamak istiyorum” diyerek kibarca reddeder. Dini bilgilerini ve entelektüel derinliğini Mevlana Celalettin Rumi’yi anma törenlerindeki resmi konuşmalarında sergiler, dinleyenleri hayran bırakır. AKP’li milletvekillerinin benden konuşmanın yazılı metnini istediklerini bilirim.
Sayın Baykal SHP Genel Sekreteri iken Kürt sorununun telaffuzu bile suçtu! Hazırlattığı rapordaki önerileri suç sayan Savcı, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne dava açmaya kalktı. 1995 yılında İnsan Hakları ile görevli Devlet Bakanı Sayın Algan Hacaloğlu bugün «askeri vesayet” denilen bazı dayatmalara aldırmadan boşaltılan köyleri tespit ettirmeye başlamış ve faili meçhul cinayetlere karşı somut uygulamalar yapmıştı. «İnsan Hakları Eğitim Projesi”ni tam uygulayamadan bakanlığı sona ermişti. Geç kalsa bile, Kenan Evren’in koyduğu utandırıcı «Kürtçe konuşma yasağı”nı kaldıran 18. Dönem TBMM’nin üyesi olmakla öğünürüm.
12 Mart ve 12 Eylüllerde üzerinden silindir geçen siyasetçilere bakınız. 12 Mart muhtırasına karşı çıktığım için ERDEMİR yüksek fırını Ayşe’yi delmekle suçlanıp, sabotajcı olarak faşist Faik Türün tarafından Harbiye’deki zindana tıkıldığımı bir gün bile meclis kürsüsüne getirmedim. Saray’da saray gibi cezaevinde üç ay hapis yatıp on üç yıldır bunun reklamını yapanları hep ayıpladık. Başkalarının çektiği çile ve zulmün yanında başımıza gelenleri denizde damla sayıp sustuk. Aldığımız kültür ve terbiyenin doğal sonucuydu bu. Ama yaşamımız boyunca özgürlüklerin savaşımını verdik. Dün, «Kanlı Pazar”larda ellerinde sopayla solcu avına çıkanların, chat namazı kıldıktan sonra dükkan, yazıhane, matbaa basarak kırıp döken, alın teri üzerinde tepinenlerin bugün özgürlükçü kesilip kalem oynatanları müstehzi bir bakışla izledik.
Büyük Atatürk’ün «Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesi bizlerin hep ana ilkesi olmuştur. Lozan ve Montrö’deki bağımsızlık utkusunu Sadabat Paktı, Küçük Antant antlaşması ile taçlandırarak Türkiye’yi barış adasına çeviren Atatürk’ün büyüklüğü bugün çok daha iyi anlaşılıyor. On beş yıl önce işgal etiği Türkiye’ye gelen Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne önermesi tarihin kaydetmediği bir olaydır. Bugün komşularla «sıfır sorun” diyenlerin ülkemizi tehlikeli maceralara sürüklediklerini ibretle izliyoruz.
12 Eylül vandalizminin hedefinde barış severler, «Türkiye Barış Derneği” vardı. Bilim adamları, baro başkanları, tabipler, gazeteciler, ozanlar, ressamlar, teknik elemanlar Kartal Maltepe zindanlarında, Metris’te çile çektiler. Dört CHP’li Milletvekili de onların arasındaydık. Bugün başta Büyükelçi Mahmut Dikerdem olmak üzere çoğu aramızda yok. Dünya barışı için çile çekenlerle birlikte CHP Milletvekilleri Nedim Tarhan ve İsmail Hakkı Öztorun’u saygı ile anıyorum.
Bunları neye yazdım. Bir «robot resim” çizmek istedim. Ulusal bağımsızlık ilkesine titizlikle bağlı, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan tüm etnik unsurların oluşturduğu milletin birliğini savunan, inançlara saygılı, ülkenin bölünmesine duvar ören, ve dünya barışını hedefleyen bir resim. Bu resmin çerçevesi çok geniştir. Halkımızın çoğunluğunu hangi partiye oy verirlerse versinler bunlar oluşturur. Kendilerini bu çerçevenin dışında görenlerin ne zamandır sıkıntıları var. Vaktiyle «bizi ötekileştiriyorlar”, «bizi aşağılıyorlar, nefret suçu işliyorlar”, «insanları bölüyorlar” diyorlardı. Akılları sıra ayakları yere bastı. Şimdi söyledikleri bu suçları işlemekle meşguller. Varsa da yoksa da «Ulusalcılar”… Dindarlara düşman, Kürtlere düşman, özgürlüklere düşman, dünyaya düşman «ulusalcılar”… Kendileri uydurup kendileri söylüyor.
Gerçek niyet başka. Ulusalcılar Lozan ve Montrö’yü Türkiye’nin tapusu sayıyorlar. «Misak-ı Milli” den vazgeçmeleri söz konusu bile değil. Ama onların gözü hala Atatürk’ün önderliğinde milletimizin yırtıp attığı Sevr kepazeliğinde! Atatürk Cumhuriyetin temellerine bir çimento koymuştu: Laiklik ilkesi… İşte sıkıntı burada. Yıllarca Atatürk’e «deccal” diyen televizyon kanallarında boy gösterenler, şimdi genlerindeki kini kusuyor. Kürt sorunu ile terör sorununu birbirinden ayıran insanlara karşı nefret duygularını deşarj ediyorlar. İstiyorlar ki uluslararası pazarlıklarla oluşturulan ve kimsenin ne olduğunu bilmediği ”açılım süreci”ne herkes balıklama dalsın. Herkes «akil adam” olsun. «Ya akil adam olacaksın ya da ulusalcı” diyorlar. Herkes «soykırım” yalanına ortak olsun «Kürtleri astık, Ermenileri kestik” desin istiyorlar.
Sosyal demokratsanız «Atatürk devrimlerinin bekçisi olmak zorunda değilim” diyeceksiniz. Yabancı istihbarat örgütlerinde kot numaranız olacak. Giderayak «Atatürk sağ olsaydı tekke ve zaviyeleri kapatmazdı” incilerini sıralayacaksınız. Her fırsatta Atlantik ötesine ve Pensilvanya’ya selam çakarak bağlılığınızı kanıtlayacaksınız. Aksi halde ulusalcısınız ve tarihin çöp sepetine atılmanız gerekir.
Ama bilmiyorlar ki o «ulusalcılar” ne ortaçağ karanlığından ne de Etiler yumuşaklığından geliyor; onların geçmişinde ve geleneğinde özgürlük ve demokrasi kavgası var. Onlar 12 Mart ve 12 Eylül zindanlarından geliyor. Genlerinde haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe başkaldırı var. 19 Mayıslarda, 29 Ekimlerde alanları onlar dolduruyor. 1O Kasım’da Anıtkabir’de sap gibi durmuyorlar, laik ve çağdaş bir Cumhuriyet kuran Atatürk’e içten şükranlarını sunuyor, bağlılıklarını yineliyorlar.
Ortaçağ karanlığından gelenler güneşi balçıkla sıvayamazlar, nehirleri tersine akıtamazlar!