Türkiye´nin Avrupa ile ilişkileri hiçbir zaman sorunsuz olmamıştı. Ne var ki Türkiye AB´nin ileri sürdüğü koşullara uyma çabasından bir türlü vazgeçmedi. Baştaki tüm zorluklara karşın ve üstelik de Kıbrıslı Rumlara AB yolunu açma pahasına Gümrük Birliği’ne girdi. Hiç şüphesiz bu Türkiye’nin bu uzun bekleyişi sırasında çok önemli kazanımlar elde etmediği anlamına da gelmiyor.
Yine de bu kazanımlar Türkiye’nin AB macerasında engellerden yılmaz tutumunu tek başına açıklamakta yetersiz kalacaktır. Türkiye’nin 2000’li yıllara değin AB’ye girme hedefini dış politikada ön plana almasının gerisinde her şeyden önce üyeliğin Cumhuriyet´ten bu güne benimsenen Batılılaşma hedefinin bir parçası olması vardı. İdealize edilen bu kimliğin gerçek anlamda tatminiyse ancak onun Avrupalılarca da onaylanmasıyla mümkün olabilirdi. Ancak bu tahayyüller karşılıklılık arz etmiyordu. Türkler Avrupa’nın «ötekisi” olmaktan kolaylıkla çıkacağa benzemiyordu. Avrupa’daki Türk algısının değişimi sadece Türklerin ne olduğu ve ne olacağıyla ilgili bir konu değildi. Avrupalılık kimliğinin Türkleri de içine alacak şekilde yeniden inşasını gerekiyordu. Oysa bunu ne Avrupa’ya zorlayacak koşullar vardı ne de bu konuda bir isteklilik.
Üstelik Avrupalı büyük ülkeler Türkiye’nin nasıl AB’ye entegre edileceğinden çok hangi nedenlerle bunun zor olacağı üzerinde kafa yoruyorlardı. Türkiye hem kendinden çok sonra başvuran hem de üyeliğini zorlaştırdığı ileri sürülen bazı koşullar karşılamayan ülkelerin teker teker AB’ye girişini sessizce izlemek zorunda kaldı. Bunun sonucunda Türk kamuoyunda giderek Türkiye’nin üyeliğinin neden bu kadar zor olduğuyla ilgili olarak ileri sürülen koşullar anlamını kaybederken bir Müslüman ülkesi olduğu için bu kadar bekletildiği kanısı yerleşti.
İdealize edilen Avrupalı kimliğin gerçekleşmemesi ister istemez «biz kimiz?” sorusuna verilecek başka cevapların yolunu açıyordu ancak yönetici seçkinler açısından bunun cevabı AKP iktidarına kadar farklı bir şekilde verilmedi zira Avrupalı olmak özlemi bastırılsa da sürüyordu.
Türk dış politikasında yeni bir kimliğin vücut vermeye başlamasıysa iki koşulda ortaya çıktı. Bunlardan birincisi Avrupa kapısında her geçen gün yeni koşullarla bekletilmenin getirdiği umutsuzluk ikincisiyse Türkiye´nin giderek daha güçlü bir ülke haline gelmesiydi.
Türkiye örneğinde özlenen kimlik ile sahip olunduğuna inanılan güç arasında sıkı bir ilişki dikkat çekiyor. Çünkü Batıcılık başlangıçta Osmanlının yıkılma döneminde önce onu ayakta tutmak sonra da elde kalanı küllerinden yeniden var etmek için önerilen bir çözümdü. Mağlup olan galibin meziyetlerine sahip olayım derken onu mağlup duruma düşüren geçmişinden de kurtulmak çabasındaydı.
AKP ile birlikte ise güç kazanmış dolayısıyla da kendine güvenli bir ruh haliyle bu geçmişe dönülüyor ve bu kez günün ihtiyaçları çerçevesinde bütününden koparılıp yeni anlamlar kazandırılarak tekrar harmanlanan Osmanlı geçmişi geleceği şekillendirecek bir potansiyel kazanıyordu. AKP Osmanlı mirasının varisi olmaya soyunurken geçmişin izleri onun meşruiyetini kanıtlama ve güçlendirme yolunda araçlara dönüşüyordu. «Seçilmiş zaferler” Osmanlı’nın idealize edilen hükümranlığı dönemiyle ilişkilendirilirken «seçilmiş travmaların” başını bu kez laiklik ilkesinin benimsenmesi çekiyordu.
Batı perspektifinden bakıldığında ise, Türkiye’deki sancılı dönüşümün olumsuz anlamda ağırlıklı olarak sadece bir yönü; Türkiye’nin «komşularla sıfır sorun politikası” çerçevesinde Batı ile çatışma içinde olan bir İran ve bir Suriye başta olmak üzere Arap komşularıyla ile olan ilişkilere verdiği önem rahatsızlık kaynağı olarak algılanıp «Türkiye eksen mi değiştiriyor?” sorusunu gündeme taşınıyordu.
Aslında, kimliğin yeniden inşa edilmesi çabaları sürecinde yaşanan gerilim ve krizin dış ilişkilere yansıması doğrudan olmadı. «Bizin” kimlerden oluştuğu aşağı yukarı belliyken «ötekiler” olarak görülenleri; «Müslüman-Arap halklarını Osmanlı’dan Türklerden koparan güçler olarak” ancak satır aralarında hissetmek mümkündü. Osmanlı’nın «ötekisi” belki Avrupa olmuştu ama Avrupa ile kurulan kurumsal bağlar kadar Türkiye’nin Avrupalı değerlere sahip bir ülke olarak bölgesel rollere soyunmasının avantajları da AKP’yi Doğu ile Batı arasında bir konumu sahiplenmeye götürdü. İran nükleer krizinde, Suriye ile İsrail arasında, Filistin sorununda Türkiye hep kolaylaştırıcı bir ülke olarak yaptığı olumlu katkılarla ön plana çıkıyordu.
Bu çerçevedeki ilk önemli kırılma geçmişte Türk seçkinlerinin Batı algısının ayrılmaz bir parçası olan ABD’nin stratejik ortağı İsrail ile yaşandı. Diplomatik ilişkiler dondurulurken ticaret devam ettiyse de ABD ile olan ilişkilerin İsrail dışarıda bırakılarak nasıl kotarılabileceği önemli bir soruna dönüştü. Arap ayaklanmalarıyla ise Batı Türkiye’nin karşısına müttefik olduğu kadar rakip olarak da çıktı. Libya’da Fransa’nın gerisinde kalmanın verdiği rahatsızlık Suriye’de Türkiye’yi müttefiklerinden çok daha atak pozisyonlara sürükledi. Ancak Batılı müttefiklerinden beklediği hamleleri göremedi. Müslüman Kardeşlere verdiği koşulsuz destekle ABD’de rahatsızlık yaratan Ankara Orta Doğu’daki değişim rüzgârlarını yönetmek bir yana kendisine oy vermeyen kitlelerin hassasiyet ve tercihlerini dışlayan politikalarıyla ülke içinde yarattığı kutuplaşma sonucunda sivil direniş eylemleriyle uluslararası gündemi işgal etti.
AKP hükümeti Orta Doğu’da ABD’nin Türkiye’nin desteğine ve oynayacağı rollere ihtiyacı olduğu varsayımıyla yola çıkmıştı. Ankara, Amerikan Yönetiminin hedeflerini kendi özlemleri üzerinden okumaya çalışmasının vahim sonuçlarıyla sadece Suriye ile ilgili olarak değil, aynı zamanda aslında bizzat ABD’nin cesaretlendirmesiyle geliştirmeye başladığı ilişkileri Maliki’den yani ABD’den bağımsızlaştırma çabası karşısında yükselen itirazlar bağlamında da karşılaştı. Gezi olayları ve 17 Aralık soruşturmasının arkasında Fethullah Gülen cemaatinin olduğuna inanılması AKP hükümetini açık bir şekilde ABD’yi suçlar bir tavra sürükledi.
Türkiye’nin kimlik krizi sürerken Türkiye-Batı ilişkilerinde başlangıçta kendisini hissettiren cesaret ve iyimser bakış açısı bugün yerini kırılgan ve öfkeli bir ruh haline bırakmış bulunuyor. Bunun son halkasını Almanya Cumhurbaşkanı Gauck’un Türkiye ziyaretinde sarf ettiği sözlere verilen tepkilerde görmek mümkün. Ne var ki, bu sert çıkışlar ABD ve Avrupa’dan özellikle de Kıbrıs ve Ermenistan ile ilişkiler konusunda gelebilecek taleplerin önünü kesmiyor. İçteki otoriterleşmeye Batı’dan gelen tepkileri azaltmak için bu taleplerin bir şekilde karşılanması söz konusu olabilir. Hele de bu sorunların daha önceki hükümetler döneminde izlenen yanlış ve dolayısıyla toptan reddedilmesi mümkün politikaların sonucu olduğuna inanılmışken.