Kaynak: http://www.counterpunch.org/2013/12/10/madiba-in-palestine/
Yazar: ROBIN D.G. KELLEY AND ERICA LORRAINE WILLIAMS
Makalenin Özgün Başlığı: Madiba in Palestine
Çeviren: Sadık Can Perinçek-Boğaziçi Çeviri Merkezi
Nelson Mandela’nın ölümüyle bir yandan uluslararası dayanışma ortaya çıktı, diğer yandan da anmalar ve Madiba’nın liderliğinde apartheid’ı mağlup etmenin kutlamaları yapıldı. Bunlarla beraber, büyük bir tarihi yeniden yaratma ve efsaneler uydurma akımlarına da şahit olduk. Yani şu radikallerin simge haline geldiğinde yapılmasını beklediğimiz şeylerden bahsediyorum. Daha birkaç yıl önce Mandela’yı karalayan ana akım medya şirketleri ve devlet adamları; onu Afrika Ulusal Konseyi’nin apartheid sistemine karşı verdiği mücadeleye bağlılığını değil, mücadele ettiği insanları bağışlamasını parlatmaya çalışıyorlar. Bir diğer deyişle, Mandela olağanüstü bir insandı çünkü ırklarüstü bir insandı, «nefret etmemeyi” seçmişti. Tabii ki nefret; ırk temelinde değil, demokrasi temelinde bir örgüt olan Afrika Ulusal Konseyi’nin politikalarından çoktan silinmiş bir kavram.
Ana akım medyanın sihirli değneği Güney Afrika ürünlerinin ve apartheid rejimiyle iş yapan bütün firmaların uluslararası çapta boykot edildiği etkili eylemleri tek bir slogana indirgemişti: Nelson Mandela’ya özgürlük. Yine, çok daha geniş tabana yayılmış, ırkçı ve baskıcı bir hükümeti devirmeyi görev edinmiş bir hareket tek bir insana indirgeniyordu. İşsizleştirilmiş, mülksüzleştirilmiş ve bağımlı kılınmış Güney Afrika halkıyla dayanışma içinde yürütülen şiddet içermeyen ve küresel çapta düzenlenen bu boykot, Güney Afrika hükümetini uluslararası hukuka uymaya ve apartheid sistemini sona erdirmeye zorlamak amacı güdüyordu. Nitekim başarıya da ulaştı.
Bu efsaneleri uyduracağımıza ve Cornel West’in «azizleştirme” diye tabir ettiği şeyi Amerika’nın terörist listesinden 2008’de çıkmış bir adama uygulayacağımıza biraz Mandela’nın bir direniş stratejisi olarak gördüğü boykotları savunmasının yanında, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkını nasıl bir iradeyle desteklediğine değinelim.
1990’da hapishaneden çıkmasından kısa bir süre sonra Mandela, Yaser Arafat’la Zambiya’da buluştu. Mandela Arafat’ı «kardeş özgürlük savaşçısı” olarak kucaklamıştı. Avustralya’ya Ekim 1990’da yaptığı bir yolculukta Mandela, İsrail’i «terörist bir devlet” olarak anmıştı. Aslında bu durum pek de sürpriz değildi, çünkü İsrail apartheid rejimine «nükleer silahları geliştirmeye yönelik uzmanlık ve teknoloji yardımında” bulunmuştu. Aynı zamanda Filistin’in yasadışı işgali de Mandela’nın İsrail’i düzenbaz bir devlet olarak görmesini sağlıyordu. 1990’da Mandela Los Angeles Times muhabirine: «İsrail’in sınırları Batı Şeria, Gazze Şeridi veya Golan Tepeleri’ni kapsamamalı” ve «Biz [Afrika Ulusal Konseyi] kendimizi Filistin Kurtuluş Örgütü’yle özdeş görüyoruz, çünkü onlar da bizim gibi kendi kaderlerini tayin hakkı için savaşıyorlar.” demişti. Şaşırtıcı olmamakla beraber Mandela FKÖ’yü desteklediği için şiddetle eleştirilmiş ve terörist damgası yiyerek gözden çıkarılmıştı. On yıl kadar sonra Larry King’e bu durumu şöyle açıklıyordu: «Dün terörist olarak anılırken, cezaevinden çıktığımda düşmanlarım dahil olmak üzere birçok insan beni kucakladı. Oysa ben kendi ülkelerinde özgürlük için mücadele edenlere terörist diyen bu insanlara normalde ne diyorsam aynısını söylüyordum.”
Mandela hiçbir zaman açıkça İsrail’i bir apartheid devleti olarak nitelendirmese de, Oslo Anlaşması’nı büyük bir istekle desteklese de, her zaman Filistinlilerin ülkeleri için dünya çapında yürüttükleri ve uluslararası dayanışma talebi olan bu mücadeleyi, Afrika Ulusal Konseyi’nin ve Birleşik Demokratik Cephe’nin Güney Afrika’da yürüttüğü mücadeleyle benzer görüyordu. Filistin Halkıyla Uluslararası Dayanışma Gününde, 4 Kasım 1997’de Pretoria’da yaptığı konuşmada Mandela, başkalarının hala karşı karşıya olduğu ancak kendimizin aştığı zorlukları unutma tuzağına düşmenin ne kadar kolay olduğu konusunda insanları uyarmış ve şöyle demişti: «Ancak şunu iyi biliyoruz ki Filistinliler özgür olmadan bizim özgürlüğümüz hiçbir zaman tam olmayacaktır” Bir yıl sonra gerçekleştirdiği başka bir konuşmada Mandela, dayanışmanın karşılıklı olduğunu dünyaya hatırlatıyordu: «Kendileri özgürlükten mahrum olmalarına rağmen Filistinliler, Güney Afrikalılara verdiği destekle onlara cesaret ve güç vermiştir… Güney Afrikalılar bu borcu adalet ve eşitlik arayan diğer halklara elini uzatarak fazlasıyla ödeme yükümlülüğünü taşımaktadır.”
Filistinlilerle Güney Afrikalıların geçmişten gelen bu siyasi bağları oldukça kuvvetli. Bunu belki de sadece Filistinlilerin Amerika’daki siyahilere özgürlük hareketiyle kurdukları köklü ilişkiyle karşılaştırabiliriz. Madiba’nın ölümünden sonra Filistinli aktivistler Madiba’nın yasını tutarak onu andılar. «Filistin’in Mandela’sı” olarak da anılan Mervan Barguti de cezevi hücresinden Madiba hakkında şu sözleri kaleme aldı: «Siz özgürlüğe ulaştığınız içindir ki bizim özgürlüğümüz mümkün gözüküyor. Apartheid sisteminin Güney Afrika’da artık hükmü geçmiyor, geçmeyecek de.” Remzi Barud Gazze’de mülteci kamplarındaki deneyiminden bahsederken şöyle yazıyordu: «Filistinli olmak, özellikle Filistinli bir mülteci olmak pek çok açıdan siyahi bir Güney Afrikalı olmaya benzer.” Ramallah’taki Birzeit Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Macid Şihade, Mandela’nın 1990’ların sonunda Seattle’da yaptığı bir konuşmayı unutamadığını söylüyor. «Amerikalı liderler” der Mandela kalabalığa, «Hep beni benim siyasi düşüncelerimden, benimle omuz omuza duran insanlardan ve Apartheid sistemine karşı savaşırken zora düştüğümüzde elini uzatan insanlardan uzak tutmak istediler. Benden, Yaser Arafat’tan Saddam Hüseyin’den, Kaddafi’den uzak durmamı istediler. Bu insanlar bizim yanımızda olan insanlardır. Kiminle arkadaş olacağımı söyleyecek insanlar siz değildiniz ve hala değilsiniz.” Şihade, konuşmadan yıllar sonra Ramallah’taki ilk siyahi Güney Afrikalı büyükelçiyle tanışmasını aktarıyor: «Büyükelçi bana göreve gelmeden önce Mandela’nın ona şunları söylediğini ifade etti: «Bu öyle sıradan bir diplomatik görev değil. Filistin’in sorunu bizim sorunumuzdur. Arafat benim çok değerli bir dostum. Ben cezaevindeyken 20 yıl boyunca aileme mali destekte bulundu. Filistin’e lütfen sadece bir büyükelçi olarak değil, aynı zamanda bir müttefik olarak git.
Mandela’nın cumhurbaşkanlığı süresince Güney Afrika hükümeti «Filistin Devleti”ne bir müttefik olmaya, onunla sürekli diplomatik ilişkiler içinde bulunmaya çalıştı. Bunun yanında Güney Afrika hükümeti, Afet yönetiminden «kadını güçlendirmek” alanına kadar birçok alanda teknik destek vermeye çaba gösterdi. Ancak bu manzara Madiba için oldukça zor bir durumdu. Çünkü işgal altındaki sınırların gerçek bir egemenlik olmaksızın “devlet” olarak tanınması ısrarla reddettiği bir politikaya meylediyordu: Bantular veya “siyah anavatan” gibi apartheid rejiminin altındaki Afrika “kabile”lerinin bölünmesi için yaratılmış ayrımların tanınması. Yasama ve gücün birleşimiyle, Güney Afrika hükümeti bu ayrı devletçikleri oluşturmuş ve onlara vatandaşlığı da kapsayan özerk idari yapılar sağlamıştı. Bu uygulamalar sadece Bantular için değil Güney Afrika´da yaşayan tüm “kabile” grupları için geçerliydi. Bantuların gücü, ordusu, egemenliği, gerçek bir ekonomisi, kendi sınırlarında denetimi yoktu. Dolayısıyla tamamen Güney Afrika otoritesine bağlı kaldılar. Filistinlilerin Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs gibi Filistin «devlet”inin bölgeleri olarak iddia ettikleri bölgeleri «Bantustan” olarak anması yaygın bir durum.
Bu benzetme oldukça kritik. Çünkü Afrika Ulusal Konseyi’nin tarih boyunca «ikili devlet” veya çoklu devletler gibi çözümleri gündemine aldığı görülmüş bir durum değildi. Güney Afrika’yı ırk ve etnisite temelli bölme fikri Mandela ve hareketinin asla ve asla kabul edemeyeceği bir fikir. Mandela ve onun lideri olduğu hareket, evrensel haklar, eşitlik ve herkes için vatandaşlık temelinde laik ve demokratik bir devlet için mücadele etti. Edward Said ve diğerlerinin ifade ettiği gibi Arafat’ın tersine Mandela duruşundan taviz vermedi ve üniter demokratik bir devletten aşağısını kabul etmedi. Mandela, Jim Crow’un liderliğini yapacağı ekonomik ve siyasi olarak bağımlı bir «millet” anlayışını kabul etmezdi. Şef Mangosuthu Gatsha Buthelizi´nin Afrika Ulusal Konseyi ve müttefiklerine karşı savaşmak için Inkatha´da konuşlanmasının esas sebebi de buydu. Mandela açık ve net bir şekilde ırkçı bir devlette demokrasinin mümkün olamayacağını söylüyordu.
Mandela’nın kendisi bölünmüş bir Filistin devletini savunurken, «ikili devlet” çözümünü reddeden Filistinli aktivistler ve müttefikleri Mandela’dan ilham alıyorlardı. İşte tam da burada apartheid benzetmesi konuya dahil oluyor. İsrail dışlama, mülksüzleştirme ve boyun eğdirme politikalarıyla yönetiliyor. İsrail’in bu politikası çekilen duvarlarda, işgal edilmiş bölgelerde sadece Yahudilerin kullanımına açık döşenen yollarda vücut buluyor. Bu politikalar vatandaşlık kavramını sadece Yahudilere sınırlayarak milyonlarca yerinden edilmiş Filistinlilerin geri dönme haklarını reddediyor. Bu politikalar Filistinli Müslüman, Hıristiyan ve Bedevi halkın; sosyal hizmetlere, mülkiyete ve devlet tarafından yönetilen maddi kaynaklara eşit erişim hakkını gasp ediyor. Bu politikalar Filistinlilerin toplumlarından (1948’de, 1967’de ve günümüzde) topraklarından, evlerinden, banka hesaplarından, banka kasalarından, bir zamanlar sahip oldukları diğer mülklerden koparıldıklarını inkar ediyor. İşte bu politikalar Filistinli yurttaşları “Arap” toplulukları olarak yaşamaya, kaynakları olmayan okullara mahkum etti; kamu istihdamından ve birisi işgal edilmiş bölgede kalan bir Filistinliyse eşleri ile birlikte yaşama hakkından yoksun bıraktı.
Mandela ve Afrika Ulusal Konseyi’nin vatandaşlık anlayışı ise ırk veya din temelinde olmayan bir vatandaşlık anlayışıydı. Bu Filistinliler için yeniden anlam kazanmış eski bir fikirdi (iki uluslu tek bir demokratik devlet). Yazar ve aktivist Ali Abunimah’ın dediği gibi; Mandela, Güney Afrika’da yaşayan Avrupalıların Güney Afrikalı üst kimliğine sahip olma taleplerini kabul etmiş ve böylece düşmanının arzusunu Avrupalıların kendine münhasır güç iddiasının son bulması talebinden ödün vermeden kabul etmiş oluyordu. Mandela, Güney Afrikalıları apartheid sisteminden vazgeçen bütün Güney Afrika’da yaşayan Avrupalıları kucaklaması yönünde uyarmıştı. Bununla birlikte diğer Güney Afrikalıların gözünde Güney Afrika’da yaşayan Avrupalılar yıllarca süren hakimiyetleri sırasında kazanamadıkları meşruiyeti kazandılar. Bu birçok İsralli ve Filistinlilerin yapabileceklerinden daha ötede, basit ve kuvvetli etkileri olan bir politikaydı.
Birçoğumuz akademik ve kültürel boykotu da kapsayan Boykot Tecrit Yaptırım hareketi için çalışırken, İsrail’in işgali bitirmesi, Filistinlilerin topraklarına dönmesi ve uyguladığı apartheid sistemini (Batı Şeria duvarının kaldırılması dahil) sonlandırması için boykot ederken Madiba bize ilham olmaya devam ediyordu. Mandela ve yoldaşları uluslararası boykotu apartheid sistemine karşı verilen mücadelede bir dönüm noktası olarak görmüşlerdi. Kaldı ki, Güney Afrika’da yaşanan boykot örneği, uluslararası bir boykotun pratikte mücadelenin koşullarını değiştirmeye ne kadar faydası olduğunu göstermek adına elimizdeki en güzel örnek. Başpiskopos Tutu Boykot Tecrit Yaptırım hareketine, ve genel olarak akademik/kültürel boykota, desteğini savunurken Mandela´nın “uzlaşma ve hakkaniyeti adil ve adil olmayan arasında bir ölçüt olarak görmeye” karşı uyarısından esinleniyordu: “Bu öyle alışılagelmiş, normal bir durum değil. İsrail üniversiteleri bile isteyerek İsrail rejiminin bir parçasıdırlar… Filistinliler bizim gibi boykotun şiddet içermeyen araçlarını kullanıyorlar: tecrit ve yaptırım”
Mandela’nın kadim dostu, çalışma arkadaşı ve Robben Adası’nda cezaevinde beraber yattığı Ahmed Kathrada Filistin’deki Uluslararası Savaş Mahkemesi’ne katıldıktan sonra şöyle yazar: «Şuna sonuna kadar inandım ki Filistinliler bizim apartheid sisteminin gölgesinde yaşadığımız hayatı -hatta birçok açıdan çok daha kötüsünü- yaşıyorlar.” Kathrada şöyle devam eder: «Kimileri Güney Afrika’nın hikayesinin diyalog ve uzlaşmanın hikayesi olduğuna bizi inandırabilir. Nitekim öyledir de. Ama aynı zamanda bu mücadele işgale karşı ve adalet için verilen bir mücadeledir.” Ve Güney Afrika özüyle sözü bir olmaya devam etmekte. Dünyadaki en geniş çaplı Boykot Tecrit Yaptırım eylemlerine ev sahipliği yapmasının yanında, Güney Afrika hükümeti bizzat, Yahudilerin yasadışı bir şekilde yerleştiği Batı Şeria’da üretilen ürünleri yasaklayarak boykota destek olmuştu. Ayrıca Güney Afrika, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Mayıs 2011’de MV Mavi Marmara gemisine (Özgür Gazze Filosu’nun bir parçası) Gazze açıklarında amansızca saldırısını kınamak amacıyla büyükelçisini geri çekmişti
Son olarak, Amerikan Çalışmaları Derneği’nin İsrail’in akademik ve kültürel kurumlarını (bireylerini değil) boykot etme kararını tartışırken, apartheid karşıtı hareketin akademik boykotunun deneyimlerinin bize öğreteceği birçok şey var. Bu deneyimler bize hatırlatıyor ki boykot eylemlerinin işlevi sadece ekonomik ve hatta öncelikli olarak ekonomik değil eğitimle ilgili olan kısmıdır. Kamuoyunun gözü önünde olan eylemler apartheid sisteminin vahşiliğini tüm dünyaya göstermiş, kendini aydınlanmış bir demokrasi gibi sunan Güney Afrika’nın sadece beyaz azınlığının temsil edildiği bu sisteme meydan okumuştur. Apartheid karşıtı hareketin kıdemlilerinden ve Johannesburg Üniversitesi’nin Eğitim Hakları ve Dönüşümü Merkezi’nin yöneticisi Salim Vally’ye göre boykot; «tarafsız” kalma seçeneğini devre dışı bırakıp, eşitsizlik, baskı ve çözüm konularını tartışmaya açarak Güney Afrika’daki üniversitelerin iç siyasetini kökten bir şekilde değiştirmişti.
Vally’nin beyaz meslektaşlarından birinin belirttiği gibi «Akademik dernekler (bazıları diğerlerinden çok olmak üzere) kendi disiplinlerindeki araştırmanın doğasını ve koşullarını incelediler. Bununla birlikte, sendikalar dar mesleki çıkarları gözeten bir yapı olmak yerine daha geniş anlamda adalet için mücadele eden yapılar haline geldi. Üniversiteler hararetli tartışmaların yapıldığı bir alan haline geldi. Entellektüel kesim Güney Afrika toplumunun o günkü ve gelecekteki doğasıyla ilgili tartışmalara dahil oldu. Boykot beraberinde akademik özgürlüğün kısıtlanmasını değil, tam tersine zengin, çeşitli, heyecan verici ve hızla gelişen bir entellektüel düşünceyi getirdi.
Sonunda apartheid sistem keskin prensiplerle, mücadeleyle ve dayanışmayla yıkıldı; affederek, geri adım atarak veya uzlaşmayla değil. Bu Madiba’nın ve onun başlattığı hareketin armağanıdır. Bugün Güney Afrika’nın, Güney Afrika Halk Meclisi’nin 1955’te yayımladığı Özgürlük Bildirgesi’nde öngörülen ülke olmadığı çok açık. Neoliberal politikaların Filistinli zenginlerin arasında yaygınlaştığı da bir gerçek. Ancak -hem Güney Afrikalı hem de Filistinli- halkın içine işlemiş bir şey varsa o da otoriterliğin ve dışlanmışlığın olmadığı bir demokrasi anlayışıyla taviz vermeden mücadele etme mirasıdır. Bunun gerçek olmasına destek olmanın en iyi yolu Madiba’nın hayatını ve yaptıklarını daima akılda tutmaktır.