«Nereden gelip nereye gidiyoruz?
Belimizi doğrultup kalktığımızdan beri iki ayaküstüne,
Kolumuzu bir sopa boyu uzattığımızdan beri
Testi yonttuğumuzdan beri,
Yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada.
Nereden gelip nereye gidiyoruz?
Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı,
Arkamızda kalan yollarda ulu uyumları ellerimizin, aklımızın, yüreğimizin,
Toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve plastikte.
Nereden gelip nereye gidiyoruz?
Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
Günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların.
Çocukların avuçlarında yereşerekler…
Farkıda mısınız, her gün her saat hatta belki her an ne büyük haksızlıklarla yüzleştiğimizin? Bunlardan bazıları canımızı derinden yakıyor. Karşılıksız emeğimiz; torpillere, başka hesaplara peşkeş çekilen sınavlarımız; adalet için yaslandığımız kapıların, duvar olması; koca dayağı; sevgili kurşunu; baba baskısı… Anlattığımızda bir dosta, doğal olarak bize «eee bu işler böyle diyor, üzülme” ve ekliyor belki gayri ihtiyari «ne yazık ki”. Bazı haksızlıklar var ki çok «normal”, «olağan” geliyor insana… Örneğin İstanbul’da, dünyanın belki de en güzel manzarasına sahip şehirlerinden birisinde yani, denizi görmemiş çocuklar var. Şaşırmıyoruz. «Normal”.
Ya da, Anadolu yakasında Boğaz hattında, sahil yolundan giderken bir yerlere Boğaz görünmüyor bilenler bilir. Birileri çünkü, bizim olanı almış bizden. Bizden çaldıkları manzaraya bakıp içkilerini yudumluyorlar. Biz de karşı yakaya selam durmak varken, onların yalıcıklarını izliyoruz «manzara niyetine” ve belki bazılarımız iç çekiyor o evlerde yaşayamamanın üzüntüsüyle. Yine şaşırmıyoruz çünkü «normal”.
Daha büyükleri var bu haksızlıkların, belki her gün yaşamadığımız ama duyduğumuz, tanık olduğumuz ya da bildiğimiz… Bu haksızlıkları insanlığa reva görenlerin bile haketmedikleri türden haksızlıklar bunlar. Farkında mısınız, çocuklar var mesela, bir savaş meydanında, havada kan kokusu, barut kokusu, leş kokusu… Uçak sesi, top sesi, tüfek sesi ya da bir çığlık, bir küfür, bir dua… Duymayan, kulağı sağır, gözü kör, yüreği taş olmuş. Ruhsuzluğundan değil elbet, alışkanlıktan «normal” olarak. Bir savaş meydanında, çocuklar var mesela çocukluğu küçük yaşından… Sonra, uzak bir yerin ufak bir köyünde, kan ter içinde yollarda birazcık su içebilmek için saatlerce yürüyen, bunu her gün yapan insanlar var. Garipsemiyorlar bunu ve bilmediklerinden de değil sadece, alışkanlıktan «normal” olarak.
Çöpte ekmek arayan çocuklar var mesela. Televizyoncu abilerin ablaların kameralarıyla karşılaşan, gözleri parlayan her şeye rağmen, gördüyse bildiyse bir televizyon, orada gözükeceğine sevinen… Ya da 10’lu yaşlarında çocuklar var, çocuk herkes gibi aslında ama günde 12 saat bir makaraya ip dolayan çocuklar… Birileri yalılarında yaşasın, son model arabalarında gezsin, dünyanın en güzel şaraplarını içsin diye değil, haşa ! Boğaz tokluğuna ya da boğaz yokluğuna, hatta birgün bir hayali olsun diye, hayatta kalabilmek adına çalışan çocuklar… Yaşıtları başka dünyalarda okula gitmemek için hasta taklidi yaparken, ertesi sabah 6 da iş başı yapacak çocuklar… Hayal bile kuramayan «normal” olarak.
Oysa büyük şairin dediği gibi, «Yıkan da yaratan da biziz”. Biz ki bazen vurdum duymaz, kör, sağır, dilsiz tanık olduklarımız karşısında, ya da biz ki bazen mal, mülk, para, kariyer için hırslanan, yıkan biziz. Aynı biz ki, manzarası çalınan, üç kuruş ile aile geçindirmeye çalışan, hava ile ciğerine zehir soluyan, koca dayağı yiğen, iş kazasıyla sakat kalan, haksızlığa uğrayan biziz. Her gün sayısız haksızlığa uğrayan, hakkımızı gasp edenlerle aynı toprağın altına girecek olan… Ve savaş meydanındaki, fabrika tezgahındaki çocuk da; açlık ve susuzluktan ölüm bekleyen de biziz.
Peki artık, sizce de vakti gelmedi mi o güzel günleri avuçlarında taşıyan çocuklar olmanın? «Yaratan” biz olmanın. Yıkanlar yıkmaktayken her gün, üstümüze basıp yükseliyorlarken bekleyecek ne kaldı? Sizce de vakti gelmedi mi bu dünyayı yıkanların değil, yaratanların dünyası kılmanın? Arkamızdaki yollarda kanlı ayak izleri değil, ellerimizin, aklımızın yüreğimizin ulu uyumlarını bırakacak bizler olmanın vakti gelmedi mi?
Ve bizler ki, güneşi zapt etmeye and içenlerin torunları, bu kadar uzak mı güneşin zaptı?