Bildiğimiz Dünyanın Sonu

Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı… Ya da zaten “Ne olmuşsa yine olacak (tı), ne yapılmışsa yine yapılacak (tı); güneşin altında yeni bir şey” olamazdı…

Aklımda dönüp dolaşan bir düşünce var bu aralar. Ezberlerim bozuldukça, kategorilerim yıkıldıkça, genellemelerim sonuçsuz kaldıkça, kaybolmuş hissettikçe… Tanıyamadığım, açıklamakta zorlandığım her şey için… “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” geldi.

İki kitap, iki farklı dünya… İlki, Norveçli yazar, Erlend Lou’nun Yapı Kredi Yayınlarından basılan üçlemesinin son kitabı Bildiğimiz Dünyanın Sonu. Bir bisiklet kazasından sonra, her şeyi geride bırakarak ormana yerleşen kahramanımız Andreas Doppler, ailesini özleyince Oslo’ya geri dönmeye karar verir. Ancak döndüğünde hiçbir şeyi eskisi gibi bulamaz. Zaten, modern toplumun dayatmalarından kaçarak sığındığı ormandan kente dönüşünde içsel yolcuğu yeni bir patikaya sürüklenir. Birey-toplum çatışması ve aidiyetsizlik, bambaşka bir boyuta taşınmıştır.

İkinci kitabımız ise, Emmanuel Wallerstein’ın, Metis Yayınlarından basılan, biz sosyal bilimcilerin pek aşina olduğu Bildiğimiz Dünyanın Sonu: 21. yüzyıl İçin Sosyal Bilim kitabı. Wallerstein, bu kitabında 16. yüzyılda serpilen kapitalist dünya ekonomisinin modern krizini anlatır. Kapitalizmin tarihsel gelişimi, mevcut sorunlarını ve gelecekte nasıl dönüşebileceğini anlatır ve sosyal bilimlerin bu süreci anlayıp anlatmaktaki rolünü sorgular.

Düşündüğüm, tam olarak bu iki farklı kitabın, iki farklı türün, birbirinden çok alakasız biçimde anlattığı o garip yabancılaşma halinin, köksüzlüğün ve göksüzlüğün domine ettiği bir halde bulunduğumuz. Yok yok, nihilist bir sayıklamaya sürüklenmiş değilim. Ne mutlu ki! Sadece gerçekten bireyi, toplumu, büyüğünden küçüğüne hemen her sistemi, anlamak, sorgulamak, anlatmak için kullandığımız kategorilerin yetersiz kaldığını gözlemliyorum.

Akademik tartışmalara girmeksizin birkaç basit örnekle konuyu açayım:

İkinci Dünya Savaşı bittiğinden beri, dünyadaki başat “mücadele” hatlarından birisi ABD ve Sovyetler Birliği-Rusya arasında idi. Konjonktürel inişler çıkışlar, mücadele hattını değiştirmedi. Bu, bir şekilde “küresel” ve “karasal” güçler arasındaki mücadeleyle kesişiyordu. Trump, ABD’de iktidara geldiğinden beri enteresan üslubuyla pek enteresan hamleler yapıyor. Birinci dönemine kıyasla vitesi hayli artırmış gibi. Tabi arkasında, Avrupa’da yükselen sağ ve Elon Musk gibi bir modern Moriarty karizması da var.

İlginç olan aslında, Trump’la Putin’in -hadi AB’yi bıraktım, Ukrayna’yı bile sürece dahil etmeden- masaya oturması değil. Ama ABD’nin “küresel-karasal” mücadelesindeki eksen kayması ilginç. ABD’de kuruluşundan beri Cumhuriyetçiler hükümet oldu, Demokratlar hükümet oldu. Sonra yine Cumhuriyetçiler ve yine Demokratlar. Ama iktidar hep muktedirdi. Konjonktürel salvoları saymazsak, Monroe Doktrinin çöküşünden beri diyebiliriz ki küreselleşmeci bir çizgide ilerleyen ABD’de birileri şimdi makas değiştiriyor gibi. Öte yandan, çoktan uyanan “Uyuyan Dev”imiz Çin, “kendine özgü sosyalist” Çin, küreselleşmenin tüm nimetlerinden yararlanmak istiyor. Avrupa’nın neoliberal sermayesiyle bir aşk hikayesi ufukta görünüyor.

İlginç olan, Trump’ın “duvar” fantezisi değildi elbette. Ukrayna’daki uranyum kaynaklarını açık açık istemesini de Trump’ın o nevi şahsına münhasır küstah tavrına verebiliriz. Zira yer altı kaynakları her zaman emperyalizm için en popüler pazarlık konularındandı. Ama Trump’ın basbayağı Grönland’ı almak istediğini açıklaması, Kanada’ya ciddi ciddi “51. Eyalet olmalısınız” demesi (Evet, Türkiye 51. Eyalet olma “fırsatını” kaçırdı gibi) ya da Münih’te AB’yi tabi caizse boşaması ilginç. İlginç çünkü bu sefer topun ağzındaki, o kutsal addedilen “demokratik” dünya. İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenin en büyük ezberlerinden olan “özgür dünya ittifakı” koca bir boş gösteren.

İlginç olan Trump’ın Gazze’deki turizm cenneti hayali değil elbette. Adam, inşaat baronu! Ama, 1960’lardan beri özellikle Üçüncü Dünya’da Amerikan emperyalizminin taşıyıcısı olmuş USAID’in öyle bir günde kapatılması ilginç bence. Artık, politikalarını “insani”leştirme ya da makyajlama çabasına girmeyecek bir ABD ile karşı karşıyayız gibi. Kısacası, biz sosyal bilimciler için kategorik olarak “ABD-Rusya birbirine düşmandır”, “demokratik” ülkeler tüm örtük çıkar çatışmalarına rağmen anti-demokratik rejimler karşısında birleşir gibi ezberlerimizin konfor alanından çıkmak zorunda kalıyoruz.

Konfor alanı demişken sizinle kısa bir metin paylaşmak istiyorum:

Fransa gibi ülkeler, 14 Afrika ülkesine para basarak Afrika’yı sömürmeye devam ediyor. … çocukları madenlerde çalıştırarak ham madde çıkarttırıyorlar. Tıpkı Nijer’de olduğu gibi, Fransa nükleer santrallerini çalıştırmak için ihtiyaç duyduğu uranyumun %30’unu Nijer’den çıkarıyor, ancak Nijer halkının %90’ı elektriksiz yaşıyor. Bu yüzden, kimse bize ders vermeye kalkışmasın! … çözüm, Afrikalıları Avrupa’ya taşımak değil, Afrika’yı bazı Avrupalılardan kurtarmaktır.”

Uluslararası siyaseti yakından takip edenler belki bu konuşmayı hatırlar. Hatırlamayanlar da bu konuşmayı kimin, ne zaman yaptığını tahmin etmeye çalışsın. Konuşma, 1950’lerde Afrika’nın dekolonizasyon sürecinde mi yapıldı? Ya da Fransa 68’inde Mao’cu bir komünist lider tarafından mı? Hayır bilemediniz! Konuşma İtalya’nın Mussolini hayranı Başbakanı Meloni’nin (Ah şu kadının hayran olduğu adamlar!). İşte, sözcükleri bağlamdan koparınca zaman bükülüyor sanki…

Türkiye için de durum farklı değil. Geçen gün Erdoğan’ın Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısında yaptığı konuşmayı bir “yabancı” gibi dinlemeye çalıştım. Sakin kalabilmek için hala “yabancılaşmam” gerekiyor. Neyse şaka bir yana, konuşmayı dinlerken, kendimi gerçekten Türkiye’yi hiç bilmeyen birisinin yerine koydum. Ve gördüm ki hani Türkiye’yi bilmesem, Erdoğan’ın konuşmada çizdiği “başarı” tablosu, “demokrasi aşkı”, Türkiye için çizdiği gelecek vizyonuna inandım inanacağım. Popülizm, otoriterlik, sağcılık, solculuk, liberalizm, demokrasi, hepsi boş gösteren artık. Elinizde yeterli propaganda aracı varsa (ki bu kadarını Goebels bile hayal edemezdi) herkesi her kutuya, her kategoriye sokabilirsiniz. Ve sonra işte, Bahçeli, Öcalan’ı Meclis e çağırır. O olur, bu da olur. Bizi şaşırtacak bir şey kaldı mı cidden?

Şimdi gelelim Doppler’e. Andreas, modern toplumun dayattığı normlara ve beklentilere karşı çıkan, kendi içsel huzurunu arayan bir karakterdir. Ormanda geçirdiği süre boyunca, toplumsal rollerden ve sorumluluklardan uzaklaşarak kendini keşfetmeye çalışır. Ancak geri döndüğünde, toplumun ve ailesinin değiştiğini görmesi, onun içsel çatışmalarını derinleştirir. Doppler’in ormana kaçışı ve geri dönüşü, bireyin toplumla olan çatışmasını ve aidiyet duygusunu sorgular. Aslında ne kaçış arzusu yeni, ne aidiyet sorunsalı. Modern toplumun sorunları olageldi bunlar. Şimdi şu güneşin altında yeni görünen şey, artık kaçacak yer kalmaması sanki. İnsanın tüm bu kaos içinde tutunacak hiçbir şey bulamaması. Kimseye, hiçbir şeye güvenilemeyeceğine güvenmekten başka yani… Yani ne bir ideal, ne gerçek bir düşmanlık, ne bir dava, ne samimi bir merak… İşin kötüsü bunun varoluşsal bir krize de yol açmaması…

Ve biz şimdi yapay zekâ ne zaman işimizi elimizden alacak diye bekliyoruz. Kent meydanında kıracağımız bir makine bile yok karşımızda! Vallahi sizi bilmem ama benim bildiğim dünyanın geldi sonu.

Bunları da sevebilirsiniz