Hande Orhon Özdağ-Cenk Özdağ
Bu yıl 22.’si düzenlenen Ütopyalar toplantısının ana konusu “sürüdürülemezlik”. Giderek daha karmaşık, daha istikrarsız, daha vahşi olan bir dünyada, sürdürülemeyecek olanları tartışıp, umudu, barışı, dostluğu nasıl sürdürebiliriz, bunu düşüneceğiz. Biz de bu çerçevede, sürdürülebilir bir Kuzey için Güney’in nasıl sürdürülemezliğe mahkûm edildiğini incelemeye çalışacağız. Bu konu kuşkusuz ki oldukça geniş bir konu ve yapısal pek çok sorunu, tarihsel pek çok olay ve olguyu içerisinde barındırıyor. Dolayısıyla, konunun burada tüm boyutlarıyla ve derinlemesine ele alınması olanaklı değil. Ancak, konuya ilişkin temel bir bakış açısı kazandırarak, farkındalık yaratmak olanaklı. İşte bizim buradaki temel amacımız bu farkındalığı yaratmak olacak. Bu bağlamda konuya kavramsal bir netlik kazandırma çabasıyla başlayıp, bazı önemli olgulara dikkat çekmeyi yerinde bulduk.
Dünyayı “gruplamak”
Özellikle iki dünya savaşından sonra, dünya üzerindeki devletler pek çok farklı şekilde gruplandırılmıştır. Egemenliği tanınan devletlerin farklı kategoriler çerçevesinde gruplandırılması kuşkusuz ki, araştırmacıya belli kolaylıklar sağlayacaktır, sağlamıştır da. Ancak, bu türden gruplandırmaların, salt araştırmacının işini kolaylaştırmak ya da bir takım devletlerin ortak özelliklerini nitelemek için yapılmadığı ve ideolojik amaçlara hizmet ettiği açıkça görülebilir.
Soğuk Savaş döneminde yaygın olan gruplandırmalar arasındaki, Doğu bloğu ve Batı bloğu coğrafi bir ayrıma işaret ediyor gibi gözükmektedir. Ancak Doğu bloğuna “demir perde” benzetmesinin yapıştırılması ve Batı bloğu içinse “özgür dünya” algısının yerleştirilmesi, kuşkusuz ki ideolojik bir yıpratma çabasının yansımasıdır. Birinci Dünya, İkinci Dünya ve Üçüncü Dünya gruplandırması ise, bu türden bir koşullandırmayı doğrudan yansıtmaktadır. Soğuk Savaş bittikten sonra, geçmişte Doğu bloğuna dâhil olan İkinci Dünya ülkelerinin bir kısmı, Birinci Dünya’ya bir kısmı da Üçüncü Dünya’ya dâhil edilmeye başlamıştır. Gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler gruplandırması ise, sırasıyla Birinci ve Üçüncü Dünya’nın yerine kullanılmaya başlamıştır. Bu durum, bir yandan Birinci Dünya’nın gelişmişliğini ve Üçüncü Dünya’nın geri kalmışlığını vurgularken, diğer yandan bu gruplandırmanın dayandığı nesnel koşullara işaret etmiştir.
Soğuk Savaş’ın sonlanmasından sonra yaygınlığı artan bir diğer gruplandırma ise, Kuzey ve Güney gruplandırmasıdır. Küresel Kuzey, Küresel Güney olarak da adlandırılan bu kavramlar coğrafi bir ayrım çerçevesinde oluşturulmuş gibi gözükmektedir. Buna göre, dünyanın görece varsıl ülkelerinin, Yeni Zelanda ve Avustralya hariç hepsi Kuzey yarımkürede bulunurken; görece yoksul olanlar Güney yarımkürede bulunmaktadır. Ancak bu türden bir atıfla dünya ülkelerini gruplandırmanın doğru ve yeterince kapsayıcı olmadığını söylemek olanaklıdır. Kuzey yarımkürede bulunduğu halde, varsıl Kuzey arasında gösterilemeyecek olan örneğin Ukrayna gibi ülkeler olmasının yanı sıra, kişi başına düşen GSYİH açısından dünya ortalamasının üzerindeki Arjantin ya da Malezya gibi ülkeler Güney yarımkürede bulunmaktadır.
Bazı nesnel ölçütleri de yansıtan bu türden gruplandırmalar elbette ne yalnızca ideolojik saiklerle oluşturulmuş ya da ideolojik amaçlara araç olmuş ne de salt akademik birer kavram olmuşlardır. Ancak üzerinde mutlaka durulması gereken gerçeklik, bu kavramların ve gruplandırmaların dünyadaki devletler ve toplumlar arasındaki ilişkilerin önemli bir niteliğini, sömürüyü, ört bas ettiğidir. Devletler arasındaki klasik sömürü ilişkilerini sömürgeci devlet, sömürge devlet ya da yarı sömürge devletler arasındaki ilişkiler üzerinden anlatmak olanaklıydı. Kapitalizme içkin sömürü ilişkilerinin uluslararası arenaya nasıl yansıdığını ifade etmek amacıyla daha ziyade Dünya Sistemi kuramcılarının üzerinde durduğu önemli bir kavramsallaştırma daha bulunmaktadır. Buna göre, dünya sisteminde devletler arasında bir hiyerarşi vardır ve bu hiyerarşi hem dünya ekonomisinde devletlerin işlevleri çerçevesinde şekillenmekte hem de bu işlevleri yeniden yaratarak dünya sistemin mevcut koşullarda işlemesi açısından önemli bir rol oynamaktadır. Kabaca bu ilişkiler merkez-çevre ve yarı-çevre devletler arasındaki ilişkiler çerçevesinde şekillenmektedir.
Ekonomide Sürdürülebilirlik için Sürdürülemezlik
Emperyalizm çağında ve “küresel” ilişkilerin egemen olduğu bu çağda, klasik anlamdaki sömürge ilişkilerini açıklamak, uluslararası aktörler arasındaki karmaşık ilişkileri açıklamak için yeterli olmamaktadır. Sömürgeler döneminde sömürgeler, sömüren devlete ucuz işgücü ve ucuz hammadde sağlamaktaydı. Emperyalizm çağında bu türden bir ilişki gayrı resmi olarak hala varlığını sürdürmekle birlikte, hem bu ilişkiler küreselleşmenin sınır aşan etkileri nedeniyle derinleşmiş hem de denkleme başka unsurlar eklenmiştir.
Sınai üretime bakıldığında uluslararası arenada en az devletler kadar etkin olan ve sınır aşırı faaliyet gösteren uluslararası şirketlerin, karlılığın fazla olduğu coğrafyalar boyunca hareket
ederek, artı değerin, Kuzey’de birikmesine aracılık ettiği görülmektedir. Bu türden bir sermaye birikiminin en önemli özelliklerinin başında, eşitsiz değişimden kaynaklanması gelmektedir. Kuzey’deki (merkezdeki) üretim, tekellerin denetiminde olduğundan ve Güney’deki (çevredeki) üretimin görece rekabetçi olması bu iki farklı coğrafyada üretilmiş, katma değerleri arasında önemli bir nicel fark bulunan ürünlerin, uluslararası pazarda takas edildiği durumda gerçekleşen eşitsiz değişim, sermayenin bugün Kuzey denilen coğrafyalarda toplanmasına neden olmaktadır.
Ancak modern dünya düzeni açısından ekonomik alanda üzerinde durulması gereken tek konu üretim değildir. Nitekim günümüzde mali sermaye, üretim sermayesini çoktan aşmıştır hatta üretim sermayesi üzerinde ciddi bir tahakküme sahiptir. Bankalar ve sigorta şirketleri üzerinden Güney’de birikmiş sermayeye bile el koyulması ve hatta Kuzey lehine uluslararası dolaşıma sokulmakta, düşük katma değerli ürünlerin ya da ara malların üretilmesi için gerekli olan sermaye Kuzey’in çıkarları doğrultusunda şekillenmiş faiz oranlarıyla kredilerin verilmesiyle Güney borçlandırılmaktadır. Güney’in Kuzey’in koşullarıyla küresel ekonomik alana dâhil edilmesi hem Kuzey’in Güney üzerindeki yaptırım araçlarını kuvvetlendirmekte hem de Güney ile Kuzey arasındaki bağımlılık ilişkisini Kuzey lehine her seferinde yeniden düzenlemektedir.
Dolayısıyla, gerek ucuz işgücü ve hammadde kaynağı olması nedeniyle gerekse de üretim sermayesi ve mali sermaye üzerinden şekillenen ekonomik ilişkiler açısından Kuzey’in lehine olan bir dünya düzeninin sürdürülmesi Güney’in geri kalmışlığından beslenmekte ve bu geri kalmışlığın yalnızca Kuzey’in lehine olacak şekilde ve zamanla aşılmasına zemin oluşturmaktadır. Başka bir ifade ile Kuzey’in lehine olan ekonomik düzenin sürdürülmesi, esasında Güney’de “sürdürülemez” bir sistemin sürdürülmesine endekslenmektedir.
Siyasal Sürdürülebilirlik için Sürdürülemezlik
Kuzey ve Güney arasındaki eşitsiz ilişkiler yalnızca ekonomik alanda kendisini göstermemektedir. Kuzey ekonomik araçları sayesinde, askeri olanaklarını daha fazla geliştirmenin yanı sıra, ekonomi alanındaki üstün konumunu siyasal çıkarlarını korumak için siyasal araçlara da dönüştürmekte, ekonomi ve siyaset arasındaki bu ilişkiler karşılıklı olarak birbirini beslemektedir. Kuzey’in Güney üzerindeki tahakkümünü sürdürmesinin oldukça yumuşak, masum ve hatta evrensel gözüken araçları uluslararası hukuk ile yakından ilişkilidir. Uluslararası anlaşmalar ve uluslararası örgütler ekonomiden, iç politikaya, devletin halkla
olan ilişkilerinden, çevre konusuna kadar çok geniş bir alanda devletleri yönlendirme işlevi görmektedir.
Elbette bu anlaşmalar ya da örgütler yalnızca Güney’deki ya da geri kalmış ülkeleri bağlamaz, hukukun, Kuzey’deki ya da gelişmiş ülkeleri de belli ölçülerde bağladığı var sayılır. Ancak bu bağlamda iki temel noktaya dikkat çekmek gerekir. Bunlardan ilki, bu anlaşma ve örgütlerinin önemli bir çoğunluğunun Kuzey’in çıkarlarına hizmet edecek şekilde tasarlandığıdır. Üzerinde durulabilecek ikinci nokta, uluslararası hukukun ihlal edildiği durumlar için Güney’in elinde Kuzey’e yönelik kullanabileceği neredeyse hiçbir yaptırım aracı bulunmazken, Kuzey’in elinde sayısız yaptırım aracı bulunmasıdır. Bunun sonucunda, zaten büyük ölçüde Kuzey’in çıkarlarına hizmet eden uluslararası hukukun yine Kuzey tarafından ihlal edilmesinin olumsuz pek bir sonucu olmazken, Güney tarafından ihlal edilmesinin ciddi sonuçları olabilmektedir.
Uluslararası hukukun unsurların uluslararası anlaşmalar ve uluslararası örgüt uygulamalarının, Güney üzerinde nasıl bir tahakküm kurduğuna verilebilecek örnek çoktur. Ekonomik alanda verilebilecek örnekler arasında ilk akla gelenler kuşkusuz ki, Güney’i neoliberal siyasalar izlemeyi dayatan Washington Konsensüsü ve Uruguay Roundu gelmektedir. Askeri ve siyasal açıdan verilebilecek en çarpıcı örneklerden birisi Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu çerçevesinde hazırlanan ve uygulanan Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasıdır. Bu anlaşma ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin dışındaki ülkelerin nükleer silah üretmesini yasaklardan, bu devletlerin nükleer silahlarının mevcudiyetini meşru bir zemine oturtmuştur. Nükleer programı nedeniyle çok ciddi yaptırımlara maruz kalan İran, bu anlaşmaya taraf olduğu halde yaptırımlara maruz kalırken, İsrail’in nükleer silah sahibi olduğu bilindiği halde ciddi bir yaptırıma maruz kalmaması, uluslararası hukukun Kuzey’in lehine işleyen çifte standartları açısından oldukça açıklayıcıdır.
Çevresel Sürdürülemezlik
Çevre alanında da çarpıcı örnekler vermek olanaklıdır ve bu örneklerin başında karbon gazı salınımını kısıtlayan Kyoto Protokolü gibi girişimler gelmektedir. 17. yy’dan beri atmosfere giderek artan miktarlarda karbon gazı salarak gelişen ülkeler, günümüzde çok ciddi miktarlarda karbon gazı salınımı yapan, gelişmekte olan Hindistan ve Çin gibi devletlerin karbon gazı salınımını hedefleyerek protokole taraf olan devletlerin karbon salınımını kısıtlamaya yönelmektedir. Bu, dünya için kuşkusuz olumlu bir adımdır ancak bir adaletsizlik içerdiği de aşikârdır.
Çevresel sorunlar kuşkusuz ki, yer kürenin tümünü ilgilendirmektedir ve bu konuda Kuzey ile Güney’in çıkarlarının birbiri ile yakından ilişkili olduğu düşünülebilir. Ancak, sanayileşmiş devletlerin ve en azından orta erimde, çevresel sorunları aşmak için daha çok araca sahip olduğu iddia edilebilir. İklim değişikliğinden ya da çevresel sorunlardan ilk etkilenecek olan ekonomik alanın tarım olduğu düşünülebilir. Bu çerçevede, sanayileşmiş ülkelerin iklim koşullarından çok daha az etkilenen yöntemlerle tarım yaptığı belirtilmelidir. Ayrıca bu ülke ekonomilerinin tarıma bağımlı olmaması, ekonomik olarak daha uzun süre hayatta kalacaklarının bir göstergesi olarak ele alınabilir.
Elbette küreselleşme eğilimi çerçevesinde dünyanın giderek birbirine daha fazla bağımlı olduğu göz önünde bulundurulursa, ham madde olarak tarımsal ürünleri çoğunlukla Güney’den temin eden Kuzey’in çevresel bozulmadan en az Güney kadar olumsuz etkilenebileceği iddia edilebilir. Ancak şu unutulmamalıdır: Güney’deki çoğu ülke ekonomisi, büyük ölçüde, ham madde ihracatına dayalıdır. Kaldı ki bu ülkelerin önemli bir kısmının, tarımsal olarak kendisine yeterli değildir ve bu yetersizlik çevresel koşullar nedeniyle giderek daha da artmaktadır. Ayrıca, çevresel bozulmanın neden olduğu göç baskısı, ekonomisi tarıma dayalı ya da gelişmiş olmayan bölgelerde çok daha yoğundur. Bu göç baskısı, Güney’de çevresel bozulmaya dayalı etnik ya da ekonomik temelli çatışmaları da yoğunlaştırmakta, bölgelerin istikrarsızlaşmasında önemli bir role sahip olmaktadır. Çevrenin insan eliyle bozulmasında en büyük payın, sanayi devriminden bu yana, çevresel sürdürülebilirliğe önem vermeden sanayileşen Kuzey olduğu göz önünde bulundurulursa, geri kalmış ya da çoğu eski sömürge olduğu için geri bırakılmış Güney’in çevresel bozulmadan bugün gördüğü zararın en önemli mimarlarından birisinin Kuzey olduğu iddia edilebilir. Uzun erimde Kuzey de zarar görecek olmakla birlikte, bu zararın önlenmesi için Güney üzerinde kurulan çevresel baskılar, bu bölgenin sanayileşmesinin önünde engel oluşturan bir unsur olarak işlev görmekte ve bir döngüsel krize dönüşmektedir.
Fikirlerin Sürdürülebilirliği
Üzerinde durulabilecek diğer bir önemli konu ise, Kuzey’in siyasal-toplumsal ilkelerinin sürdürülebilirliği için, Güney’in istikrarsızlaştırılmasıdır. Özellikle BM sisteminin kurulmasından sonra başlayan ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla doruk noktasına ulaşan bir olgu, liberal (ya da neoliberal) ekonomik modelin, Kuzey’in çıkarlarına hizmet eden “demokrasinin” ve özgürlüklerin, kültürün, dünyanın bütününe ama özellikle de Güney’e bir ideal olarak sunulmasıdır. Bu durum, demokrasiye benzeyen garip yönetim biçimlerinin, liberal ekonomik yapının kimi zaman Irak’ta olduğu gibi, silah zoruyla kimi zaman Latin
Amerika’daki gibi yerli gözüken darbelerle, kimi zaman da iç çatışmalarla ihraç edilmeye çalışılmasına neden olmaktadır. Bu süreç, Güney’i istikrarsızlaştıran bir diğer unsur olarak belirmekte ve istikrarsızlık durumunun derinleştiği Güney bölgeler, “başarısız” devlet ilan edilmektedir. Bunun yanı sıra, kültür emperyalizmi, kahvesinden kolasına; sosyal medyasından film endüstrisine kadar çok geniş bir alanda, Güney’in gündelik yaşam alışkanlıklarına, zihinlerine ve gelecek tasavvurlarına etki ederek, Güney’in Kuzey’e olan bağımlılığını perçinlemekte ve bu bağımlılığın sürdürülmesine hizmet etmektedir.
Acı Gerçek
Buraya kadar ifade edilmeye çalışılanlar oldukça kuramsal bir çerçeve çiziyorsa da, gerçekler oldukça çarpıcı ve acı biçimde deneyimlenmektedir. Bu çerçevede, bazı önemli istatistiklere yer vermek durumun öneminin anlaşılması açısından önemli olacaktır. Dünya Bankası’nın verilerine göre, Avrupa ve Orta Asya’da 5 yaş altı ölüm oranı ve gebe ölüm oranı düşük seyrederken bu alanda en yüksek yüzdeye sahip olan Sahra Altı Afrika’da 3 milyona varmaktadır. Benzer bir ilişki, gebe ölüm oranında da seyretmektedir. Yüksek gelir düzeyine sahip ülkelerde bu oran yüzlerle ifade edilirken, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da on binlerle, Sahra Altı Afrika’da yüzbinlerle ifade edilmektedir. Sağlık harcamalarının ülke GSYiH’ına oranın bakıldığında da tablo gayet açıktır. Dünya Bankası’nın 2014 verilerine göre bu oran, Kenya’da % 5.7, Gana’da % 3.6, Afganistan ‘da % 8.2 iken; Avusturya’da % 11.2, Danimarka’da % 10.8 ve ABD’de % 17.1’dir. İçme suyu kaynaklarına erişim Afganistan’da % 55, Kenya’da % 63, Sudan’da % 56, Nijerya’da % 69 iken; ABD’de % 99, İngiltere, İsveç ve Japonya’da bu oran % 100’dür. Başka bir ifade ile burada adı geçen Afrika ülkelerinde nüfusun neredeyse yarısının içilebilir nitelikteki suya erişimi bulunmamaktadır. Günde 1.90 doların altında bir gelirle yaşayan kişilerin oranı, Doğu Asya’da % 7.2, Güney Asya’da % 18.8, Sahra Altı Afrika’da % 42.7 iken Avrupa ve Orta Asya’da bu oran % 2.1’dir. İnternet kullanım oranları arasındaki uçurum da oldukça çarpıcıdır. Arap Baharı’nın yaşandığı Arap Dünyası’nda internet kullanıcısı sayısı % 34.5 Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da % 32.7 iken; AB’de yüzde 78.1’dir. Sahra Altı Afrika’da ise bu oran 19.2 iken; Güney Asya’da yüzde 16.6’dır.
Ne yazık ki, bu örneklerin çoğaltılması mümkündür. Kuzey ve Güney ayrımı, göründüğünün aksine coğrafi unsurlara dayanmayan bir ayrım olsa ve kastedildiği haliyle bile Kuzey’in ve Güney’in kendi içlerinde homojen olduğu iddia edilemeyecekse de, Kuzey olarak tabir edilen bölgelerle, Güney olarak tabir edilenler arasında, yaşam standardı, istikrar, siyasal ve ekonomik güç başta olmak üzere pek çok konuda derin bir uçurum bulunmaktadır. Bu
uçurum, küreselleşme süreci ile derinleşmekte ve aşılması giderek daha zor bir hale gelmektedir. Kuzey’in çıkarlarının gerçekleştirilmesi, Güney’in yalnızca Kuzey’in çıkarlarına hizmet edecek yönde gelişmesi ya da gelişememesini beraberinde getirmektedir. Bu yapısal döngü, sürdürülebilir Kuzey için sürdürülemeyen bir Güney’e işaret etmektedir.