Tekno-Yönetişim Çağına Girdiğimizin Farkında Mıyız?

Donald Trump-Elon Musk ilişkisi daha ziyade magazinel olarak ele alınıyor. Ancak bu ikili arasındaki ilişki, yalnızca magazinel bir konu değil; teknolojinin siyaseti nasıl dönüştürdüğünü ve tekno-otoriteryanizmin Batı demokrasilerine sızma ihtimalini gözler önüne seren önemli bir fenomen.

Tekno-Otoriteryanizm… Belki duymuşsunuzdur. Ya da yakın zamanda bu yazıdan başka yerlerde de okuyacaksınız, duyacaksanız. Tekno-otoriteryanizm, en genel anlamıyla otoriter yönetimlerin, gücünün önemli bir kısmını teknolojik olanaklardan aldığı ya da teknolojinin otoriter yönetimler için kullanıldığı bir hükümet modelini ifade ediyor. Aslında teknoloji ve siyaset ilişkisi, internet çağına girdiğimizden beri, hele sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte sıklıkla tartışılageldi. “Olumlu” ve “olumsuz” boyutlarıyla gündemimizi meşgul etti. Hatta tekno-otoriteryanizm kavramının bir de ayrı yumurta ikizi var: Tekno-demokrasi. Bu kavram da anlaşılacağı üzere, teknolojinin demokratik yönetişimi güçlendirmek için kullanımı anlamına geliyor.

Dijitalleşen Dünyada Özgürlük Arayışı

Tekno-demokrasi ya da daha sık kullanıldığı şekliyle “dijital demokrasi” örneklerine yabancı olmadığınıza eminim. Estonya’nın e-devlet ve e-vatandaşlık uygulamaları, İsviçre’de yapılan dijital referandumlar, İzlanda’daki Halk Anayasası Projesi, Finlandiya’daki kamusal katılım platformları başarılı dijital demokrasi örnekleri arasında kulağınıza mutlaka çalınmıştır. Teknolojinin, karar alma süreçlerini daha hızlı ve verimli hale getirdiği, çoğunlukla mekânsal ve toplumsal mesafeleri aştığı, siyasal katılımı kolaylaştırdığı ve bilgiye dayalı karar alma süreçleri açısından önemli fırsatlar sunduğu yadsınamaz. Ayrıca, 2010’larda Arap Ayaklanmalarının, hatta Gezi Direnişi’nin de net olarak gösterdiği gibi, otoriter yönetimlere karşı önemli bir toplumsal mobilizasyon aracı da olabiliyor.

Wikileaks’ten Cambridge Analytica’ya: “Batı”nın Teknoloji Kâbusları

Gelgelelim, teknolojinin siyasete müdahalesinin, özellikle Batı dünyası tarafından “olumsuz” addedildiği örnekler de sık sık tartışıldı. Wikileaks, muhtemelen ABD açısından en sarsıcı tekno-suikast oldu. Edward Snowden, Julian Assange’ın izinden giderek teknolojinin olanaklarıyla büyük sızıntılar yaptı. Siber saldırılar yeni nesil savaşların en önemli aracı haline geldi. Ve en nihayetinde, Cambridge Analytica vakası, Trump’ın ABD’deki ilk başkanlığına Rusya’nın gölgesini düşürdü. Ne var ki, bu ve benzeri vakalar daha ziyade tekil örnekler olarak değerlendirildi. Ve Batı dünyasının “otoriter” ya da “vatan haini” aktörlere karşı savaşında etkili bir araç olarak kullanıldı.

Batı’da geniş kitleler tekno-dünyanın nimetlerine çoktan teslim olmuşken, art arda yayınlanan sosyal medya belgeselleri ve “dinleniyoruz” sanrıları eşliğinde yarı gerçek ya hayali argümanlar, Batı kamuoyunun bir kesimine gel-gitli bir kuşkuculuk ve güvensizlik aşıladı. Bu süreç demokrasiye ve kurumlara olan inancı sarsarken aslında sağ popülizmin anti-elitist, anti-establishment söylemleri üzerinden Batı dünyasında otoriter bir dalga yaratma sürecinin de bir bileşeni oldu.

Doğu”nun Dijital Duvarları

Teknoloji hiç kuşkusuz, özellikle büyük veri ve yapay zeka sistemleriyle ciddi bir gözetim, denetleme ve yönlendirme ağı kurdu. Bu, demokratik değerleri aşındırmak ve bireysel özgürlükleri sınırlamak için kullanılabileceği gibi, özellikle dijital sansür, sivil toplumu bastırmak ya da manipülasyon ve dezenformasyon üzerinden kamuoyunu yönlendirmek için de kullanılabilir. Zira Çin’in sosyal kredi sistemleri, gelişmiş yüz tanıma sistemleri, Great Firewall olarak bilinen sansür uygulaması, Suudi Arabistan’ın Pegasus Casus Yazılımı; Rusya’dan İran’a, Türkiye’den Hindistan ve Mısır’a kadar geniş bir coğrafyada uygulanan dijital sansür ilk etapta akıllara gelen tekno-otoriteryanizm örnekleri arasında yerlerini aldı.

Yine de, özellikle Batılı liberaller nazarında tekno-otoriteryanizm uzunca bir süre, otoriter Doğu’nun halkı baskılamak ve kontrol etmek için kullandığı yöntemlere ait bir kavram olarak görüldü. Zira Batı’da tekno-yönetişimin baş aktörü “devlet” ya da “siyasiler” değil şirketlerdi. Bu Batılı liberallere eleştirilere karşı bir korunma zırhı sağladı. Aslında her zaman yaptıkları gibi, bir avuç şirketin arkasına saklanarak kendi steril alanlarında, her şeyden habersizmiş gibi davranarak, siyaset yapmayı sürdürdüler.

Trump, Musk ve ABD’nin Yeni Yolu: Tekno-Otoriteryanizm Batı’ya mı Taşınıyor?

Artık bunu yapmaları çok daha zor olacak. Batılı liberallerin tüm ayarlarını bozan Trump’ın, aslında küresel sermaye açısından önemli bir yarılmayı temsil eden Elon Musk ile kurduğu ilişki, tekno-otoriteryanizmin, Batı demokrasisinin tam kalbinde, ABD’de ivmelenebileceğinin sinyallerini veriyor. Buradan hareketle “ABD Çin olacak” demiyorum elbette. Ama Otoriter Doğu rejimlerinden bildiğimiz bir formda olmasa bile, ABD’nin bir tür tekno-otoriteryanizm deneyimleyeceğini ön görmek zor değil. ABD siyasi zemini, aslında ABD seçim sürecinde provasını gördüğümüz alışılmadık bir yere savrulacak. Siyasi mücadelenin yön değiştirdiği artık saklanamaz bir gerçek. Bilgiye ve teknolojiye hükmeden kazanacak. Savaş baronlarının yerini çoktan teknoloji devleri mi aldı dersiniz?

Bunları da sevebilirsiniz