Son yıllardaki devinim güçlüğü ve buna bağlı fiziksel kısıtlılık bir yana bırakıldığında küresel ve ulusal ortalamaların ötesinde, 89 yıl yaşam süren 52 yıllık babamı yitirdim!
Son haftaları hastane odasında son günleri ise yoğun bakımda solunum aygıtına bağlı geçti. Besbelli ki, bizleri yokluğuna alıştırmak istemişti. Kendimizi alıştırmış olsak da ölümün soğuk yüzü bizleri etkilemedi diyemeyiz!
Babam 90. yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyet’ten bir yaş küçüktü. İstiklâl Savaşı madalyalı bir babanın, Cumhuriyet’in ilk kuşağına katılan üç evladından ilki olarak açmıştı gözlerini dünyaya. Bir öncekiyle karşılaştırılamasa da Cumhuriyet’in ilk kuşağının da zorlu ve çilekeş bir yaşam savaşı verdiğine kuşku yoktu.
Artık hayatta olmayan babamdan öğrendiklerimden birisini eski tip deftersi nüfus cüzdanına borçlu olduğumu anımsıyorum. Kapaktan sonraki ilk sayfaya vurulmuş olan ve sayısını anımsayamadığım «Ekmek Karnesi Verilmiştir” damgası bizim kuşağımızın pek de tanışık olmadığı kıtlığın canlı belgesiydi. Buna, çocuk aklımla anlam yükleyememiş olmam doğaldı! Kendimi bilmeye başlayıp, biraz da bilinçlenince bu damgaların İkinci Dünya Savaşı’nın onlarca yıl sonrasına yansıyan derin bir yara izi olduğunu algılamam zor olmadı. Bir dilim ekmeğin para kadar değerli olduğu; hatta cepte taşındığı yatılı İzmir Atatürk Lisesi yıllarından kalma damgalar zamanında onun yaşamını güçleştirirken sonrasında benim yoluma ışık tutmuş oluyordu.
Ardışık verilen savaşlardan çıkmış Anadolu insanı bu kez doğrudan içinde yer almamış olsa da 2. Dünya Savaşı’nın acılarını çeker olmuştu. Kanıyla ve hatta canıyla bedel ödeyen kuşağın evlatları babalarının izinde yokluk ve yoksunlukla sürdürmüştü çile çekmeyi!
Yıllar geçtikçe bir ulu çınara benzettiğim babamdan aldığım sayısız dersten birisini konu etmiş oldum bu yazıda.
Yazıyı bir soruyla bağlamam kaçınılmaz oldu!
Dedelerimizden babalarımıza ve onlardan da bizlere kalan çağdaş, başı dik ve onurlu bir ülkenin yurttaşı olma kazanımını nasıl kullandık?
Yokluk ve yoksunluk içinde kazanılan savaşlar, kurulan Cumhuriyet, yapılan devrimler; cepte taşınmak zorunda kalınan bir dilim ekmekle yaşam serüvenine atılan bir kuşak ve onlarla karşılaştırıldığında varlık ve gönenç içindeki bizlerin bozuk para gibi harcadığı sayısız kazanım! Canımı sıksa da, gelinen noktayı bizlerin alnına çalınmış kara leke olarak görmek zorundayım.
Çocuklarımızın ve torunlarımızın yüzüne bakabilmek istiyorsak eğer; bu kara lekeyi silmekle başlamak gerekiyor işe!
Geçmişin ışığında bugünü irdelediğimde, bizlere teslim edilmiş emaneti varlık ve rahatlık karşılığında sattık mı diye düşünmekten alamıyorum kendimi!
«Babamın ve onun kuşağından tüm saygıdeğer insanların anısına saygıyla!” deyip bitirmek kolaycılık olurdu! Onların yüce anısına saygılı olabilmek, ancak emanete sahip çıkmakla ve o emaneti yeniden hak ettiği yere koymakla söz konusu olabilecek!
DENİZ SOM ANISINA
Deniz SOM’u bundan 3 yıl önce uğurlamıştık sonsuzluğa! Onu tanımlamak için çokça sözcük bulunabilir! Gülmeceyle harmanladığı Cumnhuriyet’e kol, kanat geren ödünsüz duruş onu yeterince anlatmış olur?
Gazeteciliğin dipsiz kuyulara atıldığı günümüzde o ve onun gibilere olan gereksinim her zamankinden daha fazla!
«Vaziyet” köşesi kendisiyle birlikte okurlarınındı! Beni yazmaya özendiren, yüreklendiren Deniz Som’la topu topu bir kez yüzyüze görüşmüşlüğüm olmuştu. O kısa görüşmeye de «Vaziyet sizlerindir!” diyen özgüven ve kararlılık vurmuştu damgasını. Bu sözleri her ne kadar bana söylemiş olsa da Vaziyet’in halkın köşesi olduğu iletisini vermek istemişti hiç kuşkusuz!
Özendiricim ve yüreklendiricim olan Deniz Som’a borcum vardı! Ağırlıklı olarak Vaziyet’te yayımlanan yazılarımdan oluşan ilk kitabım olan «Suya Yazılar”ı onun yüce anısına adamakla borcumu biraz olsun ödeyebilmiş olursam mutluluk duyacağım!