Bugün 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü. Kutlanmıyor; çünkü istenen bir durum değil mülteci olmak. II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ülkelerinden ayrılıp başka ülkelere sığınan Avrupalılar için yapılan bir düzenlemeyle, geçici olarak bir kurum ve rejim kurularak çözülebileceği öngörülüyor, mültecilik sorununun. Bu nedenle Aralık 1950’de Birleşmiş Milletler bünyesinde bir örgüt kuruluyor. Daha sonra, 1951’de Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme oluşturuluyor.
Bu sorunun kısa sürede çözüleceği düşünüldüğünden kurulan örgütün görev süresi 3 yıl ile sınırlandırılıyor. 1960’lara gelindiğinde sorunun hala çözülemediği ve yeni düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu görülüyor. 1967’de 1951 Sözleşmesi’ne bir Ek Protokol düzenleniyor ve bu protokolde 1951 Sözleşmesi’nde yer alan zaman sınırlaması ile Avrupa sınırlarından gelmiş olmayı içeren coğrafi sınırlama kaldırılıyor. Kısacası düzenleme zaman ve mekandan bağımsız hale geliyor: tabii bu sınırlamaları kaldıran ülkeler için. Zaman sınırlaması tüm ülkeler tarafından kaldırılıyor; ancak coğrafi sınırlamayı kaldırmakta daha fazla direniyorlar.
Kosova 1999 fotografi: AP Photo/Santiago Lyon, www.unc.edu
Tüm bunlar ne anlama geliyor?
Sınırlama, sözleşme, mülteci tüm bunlar ne anlama geliyor ve belki de daha önemlisi, bizi neden ilgilendiriyor?
Ana hatlarıyla konuyu açıklamak gerekirse, Sözleşme’deki coğrafi sınırlamayı kaldırmayan ülkeler, Avrupa Konseyi sınırları dışından ülkelerine sığınan kişileri mülteci statüsünde kabul etmiyorlar. Bu kişiler mültecilik iddiasında ise bu iddialarını değerlendirip 3.ülkelere onları gönderiyorlar. Aynı zamanda mültecilik statüsünün kazanılması beraberinde 1951 Sözleşmesi’nden kaynaklanan bazı hakları da getiriyor. Sağlık, eğitim, çalışma hakkı bunlardan bazıları. Yazarken birkaç kelimede anlatılabilen bu haklar yaşam deneyimi haline geldiğinde, bu haklara doğrudan sahip olan bir vatandaş için hayati önem oluşturmazken, mültecilik iddiası olan ancak bu statüyü henüz alamamış kişi için hayati birer sorun haline gelebiliyor.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) ‘Küresel Eğilimler 2011:Krizler Yılı’ raporundaki verilere göre 2011’de 15.2 milyonu mülteci, 895.000’i sığınmacı ve 26.4 milyonu kendi ülkesi içinde yerlerinden edilmiş kişi olarak toplam 42.5 milyon kişi bulunmaktaydı.
Türkiye’de durum nedir?
Mülteci Hakları Koordinasyonu, 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü nedeniyle yaptığı ‘2011: Dünyada Mülteciler’ başlıklı basın açıklamasında BMMYK Türkiye’den alınan verilere yer vermiş ve Türkiye’ye sığınma talebinde bulunan 26.000’den fazla kişi olduğu ifade edilmiştir. Aynı basın açıklamasında Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı’nın 14 Haziran 2012 tarihli basın açıklamasının verilerine de yer verilerek Türkiye’de aynı tarih itibariyle bulunan Suriyeliler’in de sayısının 29.411 olduğu belirtilmiştir.
Arap Baharı olarak anılan sürecin devamında Suriye’de Nisan 2011’de üst noktaya ulaşan iç çatışmaların ardından pek çok Suriyeli ülkesini terk ederek Türkiye’ye gelmiştir. Bu kişiler daha önce bahsedilen coğrafi çekince nedeniyle Türkiye’de mülteci statüsünde değerlendirilmemekte, bu iddia ile mültecilik başvurusu yapmalarına dahi izin verilmemekte, diğer yandan kendilerine ‘Geçici Korunma Rejimi’ uygulanmaktadır. Bu rejim kapsamında kamplarda tutulan Suriyeliler’in sağlık, barınma, eğitim gibi temel ihtiyaçlarının karşılandığı söylense de kendileri ile görüşme imkanının sınırlılığından dolayı bu haklarının gereğinin yapılıp yapılmadığını kesin olarak bilmek mümkün görünmemektedir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin en kısa sürede halihazırda TBMM İçişleri Komisyonu’nda olan ve 20 Haziran 2012’de görüşülecek olan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Yasası’nı kabul ederek bu konuda yasal bir düzenleme yapması gerekmektedir.
Tüm bunların bizi neden ilgilendirdiğine gelince Mültecilerle Dayanışma Derneği’nin kullandığı sloganlardan birini hatırlamakta fayda olacaktır: ‘Herkes birgün mülteci olabilir!’
Detaylı bilgi için: http://www.multeci.org.tr/?p=771