Onbeş yılı aşkın bir süredir aralarında Abu-Dhabi, Pekin, Singapur ve Bangalore’un da bulunduğu benzer yapıdaki şehirler sürekli olarak gündemde; hem şirketler, hem siyasetçiler New-York, Berlin, Tokyo ve Moskova gibi «geleneksel” oyuncularla birlikte bu şehirleri de takip etmekteler. Son yıllarda oluşan bu yeni yaklaşımın temeli hem ekonomik, hem de coğrafi ve sosyal süreçlerin gelişimleridir.
Konuyu önce siyasi çerçeveden ele alalım. XX. yüzyılda büyük ölçüde dünya politikası ve uluslararası ilişkiler iki süper güç üzerinde odaklanıyordu: Sovyetler Birliği ve ABD. Dünya oyuncuları arasındaki ilişkilerde en önemli unsur güç idi. İki büyük güç ya da iki zıt blok her saniye birbirilerini yok etmeye hazırdı ve bu «ikili” ilişkiler, sistemi genel olarak sabit tutuyordu, büyük ihtilaflardan koruyordu. Daha da önemlisi, bir bilim dalı olarak uluslararası ilişkiler bilimi, bu dönemde geliştirilen kavramlar çerçevesinde şekillenmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Z. Brzezinski gibi Amerikan stratejistleri tarafından tek merkezli dünya doktrini geliştirilmiştir. Buna göre, dünya artık ABD liderliğinin altında yürüyecektir. Ancak hem Irak ve Afganistan üzerine düzenlenen kampanyaların hem de Gürcistan ve Ukrayna’daki maceralar sonrasında yaşanan gelişmeler, bu doktrinin geçerli olmadığını kanıtlamaktadır. Dahası, XIX. ve XX. yüzyıllarda uluslararası sahnede atılan birçok siyasi adım temelini bu güç unsurlarından alıyordu. Öyle ki, atılan bu adımların amacına ulaşıp ulaşamayacağı yine bu güç unsurlarına göre belirleniyordu. Bugünkü güç «zaferleri” ise (ABD için Irak gibi), bu gücü gösteren ülkenin, aslında tam tersi; zayıflığını göstermektedir. İran, Kuzey Kore ve Venezuela gibi göreceli olarak küçük olan ekonomiler ve güçler, bugün dünya liderlerine meydan okuyabilmektedir. Rusya, Fransa ve Çin gibi ülkeler buna cevap olarak çok merkezli dünya doktrinini sunmuşlardır. Yine de bu sistem pek işlememektedir. Çünkü dünya merkezi olarak nitelendirilen gücün hangi kriterlere göre belirleneceği kesin bir hatla çizilememiştir. Örneğin, Foreign Affairs gibi önemli dergilerin son sayılarında, uluslararası ilişkiler «kaos” benzeri sözcüklerle anlatılmaktadır. İşte burada yükselen yıldızların, metropol şehirlerin önemi öne çıkmaktadır.
Ekonomik boyutuyla konuyu irdeleyecek olursak: Dünya nüfusunun %30’u bugün dünyanın en büyük şehirleri olan 100 şehirde toplanmıştır. Hemen hemen bütün sanayi ve teknoloji bu 100 şehirde bulunmaktadır. Günümüz ekonomi dünyasında imzalanan uluslararası anlaşmalar ve ekonomik projeler artık doğrudan şehirler arasında imzalanmakta ve gerçekleşmektedir. Foreign Policy dergisinin Ekim sayısında bu durum «Yeni Feodal Sistem” olarak adlandırılmaktadır. Hindistan ve Çin gibi ülkelerin gelecekteki başarıları da buna bağlıdır. Neden? Birkaç rakama bakmak yeterlidir. Gelecek 20 yıl içerisinde Çin´de, şehirlere göç eden nüfusu yerleştirebilmek için 40 milyar metrekare yeni konuta ihtiyaç duyulacaktır. Bu rakam yüzölçümü olarak 10 tane New York şehrine veya İsviçre gibi bir ülkeye eşdeğerdir. Bununla beraber Çin 5 milyar, Hindistan ise 2,5 milyar metrekare yeni yola ihtiyaç duyacaktır. Ayrıca Çin’de 1 milyon ve üzeri nüfusu olan şehirlerin sayısı 221’e, Hindistan’da ise bu rakam 68’e ulaşacaktır. Yanı sıra Çin 28000 km, Hindistan ise 7400 km yeni metro hattına ihtiyaç duyacaktır. Bütün bu yatırımlar ekonominin canlandırılmasına neden olacaktır. 2025 yılında Çin’de, 1 milyon ve üzeri nüfusu olan şehirlerde yerleşenler toplam nüfusun %70’ini oluşturacaktır. Hindistan’da ise bu rakam %46’ya ulaşacaktır. 1990’da dünya şehirlerinin nüfusu 2 milyar insandı, bugün bu rakam 3,2 milyar insana, 2030’da ise 4,7 milyar insana eşit olacaktır.
Bütün bu siyasal gelişmeler (milli devletlerin geleneksel politika araçlarını yitirme ve ekonomik dünyada metropol olarak adlandırılan şehirlerdeki artışlar) kentsel politikaların önemini artırmaktadır. Konuyu bir de Türkiye’de yaşanan gelişmeler açısından değerlendirecek olursak: Foreign Policy tarafından hazırlanan ve 65 şehri kapsayan rapora göre, İstanbul, ana listede oluşturulan sıralamada 40. sırada yer almıştır. Nüfus olarak ise 21.sırada yer alan şehir olmuştur. Ekonomik olarak ise şehir, 30. sırada bulunmaktadır. TÜİK verilerine göre ise, Türkiye nüfusunun sadece %24,5’i kırsal alanlarda yaşamaktadır. Bu rakam Rusya’dakinden bile daha azdır, yani Türkiye’deki kentleşme süreci tamamlanmak üzeredir. Yine TÜİK verilerine göre, 2001’de kadın başına düşen çocuk sayısı 2,37’den 2008 yılında 2,10’a düşmüştür. Dünya standartlarına göre, gelişmiş ülkeler için nüfusun azalmaması için kadın başına düşen çocuk sayısı 2,10 olmalıdır. Ancak Türkiye gelişmiş bir ülke değil, dolayısıyla birkaç nesil sonra nüfusun azalması kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla, Çin gibi hızlı kentleşme süreci yaşanmayacaktır. Bu demektir ki, Türkiye’nin uluslararası sahnede liderlerden biri olması için niceliksel değil, niteliksel olarak gelişmesi gerekmektedir. Peki, bu niteliksel gelişme söz konusu mu? 2011 bütçesine bakalım. Bütçenin toplam 2011 giderleri 315 milyar TL’dir. AR-GE’ ye (TÜBİTAK dahil), GAP, Konya Ovası ve diğer gelişme projeleri de dahil olmak üzere ayrılan kaynak 3,2 milyar TL’dir. Bu rakam bütçenin %1,1’ine tekabül etmektedir. Faiz ödemelerine ayrılan kaynak 47 milyar TL’dir. Bu rakam bütçenin %15’ini oluşturmaktadır. Kıyaslamak için, Rusya’nın sadece tek bir projeye, Moskova yakınında bulunan «Skolkovo Bölgesi”ne (Silikon Vadisi’ne benzeyecek ileri teknoloji şirketlerin bulunacağı yer) 2011 yılında yapılan yatırımlar 3 milyar TL’ye denk geliyor. Yani, Türkiye’nin dünyadaki trendlere uyabilmesi ve İstanbul’un dünya metropol şehirleri arasına girebilmesi için niteliksel kalkınma ve gelişme gerekmekte ve hükümetin bu amaca ulaşılabilmesi için kat kat daha fazla kaynak tahsis etmesi gerekmektedir.