İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon’un, Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi’ne gösterdiği diplomatik nezaket kurallarını alt üst eden tavır, son haftalarda her iki ülke gündemini meşgul etmiş; bu tavra karşı Türkiye’nin sert tepkisi ise ilişkileri kopma noktasına getirmiştir.
Bakan Yardımcısı’nın ve İsrail Hükümeti’nin resmen özür dilemesi ile kriz yatışmış gözükse de, en azından kısa dönemde iki ülke ilişkilerinin bu krizden olumsuz etkilenmeye devam edeceğini söyleyebiliriz.
Yaşanan bu kriz, Başbakan R. Tayip Erdoğan’ın, 29 Ocak 2009 tarihinde toplanan Davos Zirvesi’nde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e gösterdiği tepki ardından; her iki ülke yetkililerinin ve medyasının suçlayıcı beyanlarda bulunması, konunun yüzeysel olarak geçiştirilmesi ve olayın arka planında yatan faktörlerin göz ardı edilmesi tehlikesini gündeme getirmiştir.
Kriz, Türk dış politikasında son yıllarda ortaya çıkan ve temelinde önemli ideolojik unsurlar barındıran değişimin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu yazının amacı, bu değişim ışığında krizin bir değerlendirmesini yapmaktır.
Türk dış politikasında İsrail
Cumhuriyet dönemi Türk dış politikası, genel anlamda iki temel prensiple açıklanmaktadır: batıcılık ve statükoculuk. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Batıcılık, genel anlamda Batı medeniyetinin bir parçası olmak şeklinde algılanmış ve izleyen yıllarda ise gerçekleştiren reformlarla Doğu’dan bir kopuşu simgelemiştir.
Cumhuriyet’in resmi ideolojisi olan modernleşme ve Batılılaşma, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun egemen olduğu coğrafya ile ilişkilerini, benimsenen statükoculuk prensibinin etkisi ile minimum düzeye indirmesine neden olmuştur.
Arapların I. Dünya Savaşı’nda İngilizlerle yaptığı iş birliği, Cumhuriyet’in bu temel prensiplerinin güçlendirilmesinde ve Orta Doğu’nun «ötekileştirilmesinde” bir araç olarak kullanılmaya başlamıştır. Cumhuriyet’in laiklik politikalarını onaylamayan Müslüman ülkelerin, Türkiye’yi her fırsatta eleştirmeleri her iki tarafın birbirleri hakkında yarattıkları olumsuz imajların pekiştirilmesinde önemli bir etken olarak ortaya çıkmıştır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Sovyet tehdidi Türkiye’nin güvenlik endişelerini arttırmış ve daha önce sadece Avrupa (özellikle Fransa ve İngiltere) olarak anlaşılan Batı kavramına, Amerika Birleşik Devletleri’ni de dâhil etmiştir. Hatta Tek Parti Dönemi’nin son yıllarından itibaren Batı sadece Amerika Birleşik Devletleri’ni ifade etmeye başlamıştır.
Türkiye – İsrail ilişkilerinin temel taşı
Bu dış politika yönelimi Türkiye’nin Orta Doğu ve İsrail ile ilişkilerini de etkilemiş, Türkiye tüm Orta Doğu devletlerinin tepkisi pahasına yeni kurulan İsrail Devleti’ni tanımaktan çekinmemiştir. İsrail’in kuruluşuyla beraber Türkiye – İsrail ilişkileri de güçlenmeye başlamış ve her iki ulusun birbirleri hakkında tarihsel olarak yarattıkları olumlu imajlar, daha sonraları geniş bir perspektife yayılan ilişkilerin temel taşını oluşturmuştur. Burada belirtilmesi gereken nokta; Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerinde temel belirleyenin, aslında Türkiye’nin Batı -özellikle de ABD- ile olan ilişkileri olduğudur. ABD’nin Türkiye politikasını şekillendiren asıl kaygının, İsrail ve Türkiye’nin etrafındaki stratejik bölgelerin güvenliği olduğunu söylemek ne kadar doğruysa; Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri de büyük ölçüde Türkiye – ABD ilişkileri çerçevesinde şekillendirildiğini söylemek de o kadar doğrudur.
Türkiye’nin 1960’larda ve 1970’lerde ABD ile yaşadığı sorunlar, İsrail ve Orta Doğu ile olan ilişkilerine yansımış ve İsrail’den uzaklaşıp Müslüman Orta Doğu ülkelerine yakınlaşmasına neden olmuştur. Aslında İsrail, Türk – Amerikan ilişkilerinin Orta Doğu’daki aynası olmuştur demek yanlış bir değerlendirme olmaz. Fakat geçmişte İsrail ile yaşanan sorunlar, ilişkilerde hiçbir zaman günümüzde yaşanan gerginlik boyutuna tırmanmamıştır.
Türkiye kimi zaman gizli, kimi zaman da açık bir şekilde İsrail ile ilişkilerini sürdürmeye devam etmiştir. Öte yandan İsrail ile ilişkiler, içeride ve dışarıda Türkiye’deki iktidarların Cumhuriyetin temel prensiplerine bağlılığının temel göstergelerinden biri olmuştur.
İslam Konferansı Örgütü’nün toplantılarına katılmak bile bazıları tarafından laiklik prensibinin bir ihlali olarak değerlendirilirken; Türkiye hem Örgüt’ün İsrail’e karşı söylemlerine katılmaktan çekinmiş hem de laiklik prensibine aykırı olduğu gerekçesi ile İKÖ Şartı’nın bazı maddelerine çekince koymuştur.
İsrail – Orta Doğu dengesi
1983 genel seçimlerinde Başbakan olan Turgut Özal, Amerika’nın Orta Doğu politikasına paralel olarak İsrail ve Müslüman Orta Doğu ülkeleri ile dengeli ilişkilerin yürütülmesine özen göstermiştir. Bu dengenin temel amacı, Türkiye’nin -Avrupa ile bozulan ilişkilerinin bir sonucu olarak- ABD yanlısı Orta Doğu ülkeleri ile ticaretini geliştirip, İsrail ile olan ilişkilerini iyi tutarak ABD’deki İsrail lobisinin desteğini sağlamak olarak özetlenebilir.
Yukarıda değinildiği gibi Türkiye, geçmişte İsrail ile pek çok sorun yaşamasına rağmen, her iki taraf da gerginliğin günümüzdeki boyuta taşınmasına izin vermekten daima kaçınmışlardır. Son zamanlarda, Türkiye ve İsrail arasında yaşanan gerginliğin bu boyuta taşınmasında etkili olan bazı faktörler vardır. Bunları aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür:
AKP ve Davutoğlu’nun yeni dış politika stratejisi
Öncelikle, şimdiki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından şekillendirilen dış politika stratejisi uzun dönemde İsrail’i bölgede yalnızlaştırma riski taşımaktadır. İsrail, Davutoğlu’nun «stratejik derinlik” olarak tanımladığı ve Türkiye’nin eski Osmanlı coğrafyasında tekrar etkin (merkez) güç haline gelmesini amaçlayan politikasının, İsrail’in bölgedeki varlığını tehdit edebilecek hale gelmesinden endişe etmektedir.
Bölgede Arap olmayan bir devletin Filistin sorununa radikal bir biçimde sahip çıkması, İsrail’i büyük ölçüde tedirgin etmiştir. 1990’lardan itibaren bölgedeki Arap ülkelerine kabul ettirilen Filistin sürecinin tekrar Arap kamuoyu gündemine oturması, İsrail açısından kabullenilebilir bir risk değildir. Kaldı ki, bölgedeki Arap ülkelerinin de durumdan rahatsızlık duydukları söylenebilir.
BAE’nin endişeleri
Davos Krizi’nin hemen ertesinde sekiz Arap Dışişleri Bakanı’nın Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) yaptıkları toplantıda, BAE Dışişleri Bakanı el Nayahan’ın «Arap olmayan ülkelerin, Arapların işine karışmamaları gerektiği” yönündeki sözünü bu açıdan değerlendirmek gerekmektedir. Arapların duyduğu sıkıntının kaynağında, kamuoylarına unutturmaya çalıştıkları Filistin sorununun Türkiye tarafından tekrar canlandırılmasının kendi meşruiyetlerine gölge düşüreceği endişesi yatmaktadır.
İsrail’in, Başbakan R. Tayip Erdoğan’ın sözlerine verdiği sert tepkinin diğer bir nedeni de Türk dış politikasında ortaya çıkan değişimin ideolojik bir boyut içermesi endişesidir. Daha önce meydana gelen krizlerin aksine, Türkiye’nin son çıkışının stratejik nedenlerden çok ideolojik bir temele dayandığı izlenimi, Batı’da olduğu gibi İsrail’de de kaygı yaratmıştır.
ABD’den bağımsız İsrail politikası
AK Parti yetkililerinin siyasi geçmişlerinden dolayı, yeni dış politika yöneliminin kaynağında Müslüman «kimlik” olgusu yattığı inancı, İsrail’de krizin tırmanmasının nedeni olarak gösterilebilir. ABD’nin Irak’tan çekilme sürecine girdiği ve Türkiye’ye çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde, Obama Hükümeti’nin Orta Doğu ve İsrail konusunda net bir politika ortaya koyamaması; Türkiye’nin bölgede oluşan boşluktan yararlanarak Amerika’dan bağımsız bir politika izlemesini olanaklı kılmaktadır.
Hatta Türkiye, zaman zaman İran’ın nükleer programını savunarak Amerika’ya ve Batı dünyasına meydan okur bir politika güttüğü izlenimi vermektedir. Ortaya çıkan güç boşluğunun radikal İslamcı bir söylemle birleşmesi, İsrail’in bölgedeki güvenliğini hiç olmadığı kadar tehdit etmektedir.
Yukarıdaki değerlendirmeler, Türkiye – İsrail ilişkilerinin bugününü anlama amacına ve gelecekte de bu eksende yürütüleceği tahminini yapmamıza yönelik olanak vermemektedir. İlişkilerin hangi eksende gelişeceğinin, öncelikle ABD’nin Orta Doğu ile ilgili belirleyeceği politikaya, bölgedeki Arap ülkelerinin Türkiye’nin İsrail politikasına vereceği tepkiye ve Türkiye’nin gelecekteki iktidarlarının takınacakları tavra bağlı olduğunu hatırlatmakta fayda bulunmaktadır.