Her seçim döneminde bir kez daha karşılaştığımız en ciddi sorunlardan biri Türkiye’de tartışma kültürünün yokluğudur. En basit konuların dahi rasyonel bir zeminde konuşulamaması ve çözülmesi gereken sorunların daha ilk adımdan tıkanması artık kanıksadığımız bir gerçek.
Tartışma konularının daha ilk adımdan tıkanmasının esas nedeni belirli bir önermenin ya da iddianın içeriğiyle uğraşmaktan ziyade bu sözün kime ait olduğunun daha belirleyici olmasıdır. Kişilerin sözün önüne geçtiği herhangi bir tartışmayı sağlıklı bir biçimde yürütmek mümkün değildir. “X söylüyorsa kesin doğrudur” ya da “Y söylüyorsa kesin yalandır” ile başlıyorsak herhangi bir meselenin içinden çıkmamız mümkün değildir. Kendimizi yakın hissettiğimiz herhangi bir politik özneye mutlak kusursuzluk, karşı olduğumuz her özneye de mutlak kusurluluk atfetmek oldukça primitif bir düalizm içinde dünyayı algılamaya çalışma ile eş değerdir. Bu aynı zamanda oldukça teolojiktir. Gri tonlarını yitiren bir dünya algısı ise aydınlanma çağının epey berisinde bir yerlerde kalmanın göstergesidir.
Gerek kendi sosyal çevremizde gerekse medyada sıklıkla karşılaştığımız durum siyasal tartışma yürüten bireylerin kendinden oldukça emin olması ve bilgisinin doğruluğundan hiçbir şüphe etmemesidir. Bireylerin bilgisinden şüphe ettikleri tek bir yer bulunmakta. O da iradesini devredecek kadar tutkuyla bağlı olduğu popüler simaların söylemlerindedir. Eğer “o söylüyorsa kesin doğrudur” kişisi ile kendi bilgisi arasında bir çelişki varsa o zaman ancak kendi fikrini revize etme ihtiyacı hissetmektedir. Öte yandan -kendi görüşüne yakın olduğunu iddia etse bile- tanımadığı ya da karşıt görüşlü olduğu birinden duyduğu herhangi bir söz üzerinde düşünmeye değer bir yorum değil sadece yıkılmaya hazır bir bilgi kirliliğidir. O anda zihnine uymayan ya da alıştığı cümlelere aksi olan her şeyi daha dinlemeden reddetme eğilimi ise mevcut düşüncenin hatalı olabileceğine dair bir inancı doğurmasının aksine sahip olduğu fikri çok daha güçlü kılacak bir sonucu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü bize göre “öteki” olanın fikri yalnızca gerçekleri çarpıtmadan ibarettir.
Buna bağlı olarak “belgelerle konuşma” noktasında kişinin kendi sözünü hakikat mertebesine taşımaya çalışması da başka bir sorunu beraberinde getirmektedir. Kendi sözüne kanıt arama elbette hurafelerin ötesinde bir gerçekliğe ulaşabilmenin en önemli aşamalarından birisidir. Ancak eldeki belgenin söylenen sözün ne kadarını açıkladığı, benzer nitelikte başka belgelerin mevcut sözü yanlışlama ihtimali hiç dikkate alınmamaktadır. Zira mevcut önyargı mutlak hakikat değerinde olduğu için buna dair bulunacak kanıt sözün sahibini değil sadece karşı tarafı ikna etmenin bir aparatı haline gelmiştir.
Bu tip bir tartışma hiçbir anlaşma zeminine açık değildir. Gri tonların kaybedilmesi farklı bir görüş içindeki haklı yanları görmezden gelme, öte yandan kendi fikri içindeki hatalı kısımları da yok sayma ile sonuçlanmaktadır. Farklı ihtimallere kapıyı kapatan netlik ise esasında mutlak olana ya da hakikate ulaşma çabasıdır. Hakikate ulaşma ihtiyacı ise çok dar bir alanda cereyan eden olaylar üzerinden makro süreçleri açıklamanın sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Belirli kişileri, süreçleri ya da olguları eldeki sınırlı veri üzerinden tanımlama kolaycılığı yaygın bir rağbet görmektedir.
Bu tip bir tartışma birbirini yok etme üzerine kuruludur. Aksi görüşte olanın tartışma sonrasında mağlup olması ve mümkünse bir daha hiç ses çıkarmaması gerekir. Türkiye’de fikir üretiminin zayıflığı ve her basit hezeyanın birer “farklı görüş” olarak ciddiye alınmaması gerektiği sosyal medyada bile dalga konusu olmuştur. Ancak farklı görüşlerin ciddiyetsiz ve mesnetsiz bir biçimde savunulmaya çalışılması o görüşün özcü bir şekilde geçersiz sayılması anlamına gelmemektedir. Başka bir ifadeyle kötü savunma, bir fikrin tedavülden kaldırılması için yeterli değildir. Kendi siyasal görüşlerimiz de her dönemde her kişi tarafından doğru bir biçimde savunulmamaktadır. Kötü ve hatalı bir şekilde savunuluyor diye kendi fikirlerimizi çöpe atmamızı nasıl beklemiyorsak bir başka görüşü de aynı gerekçeyle darağacında sallandıramayız.
Siyasal ortamın agresifliğinin sosyal medyaya kat be kat yansıması ile oluşan rijit bir linç kültürünün artık alışkanlık haline geldiği için “olağan” kabul edilmesi, bunun dışındaki farklı seçeneklerin sığ bir idealizmle ya da işlevsizlikle suçlanmasına neden olmaktadır. Hoşgörünün ve mütevazılığın “güçsüzlük” olarak değerlendirildiği bu çağda bilimsel etiği savunmanın neredeyse sakıncalı hale geldiğine tanıklık ediyoruz. Farklı ihtimalleri bir arada düşünmenin bir çeşit omurgasızlıkla, hiçbir fikre sahip olmamakla ya da pragmatist bir ortayolculukla suçlanması gerçek bir bilimsel tartışmanın önündeki en büyük engeldir. Herkesin keskin bir şekilde safını belirlemesi ve partilerden ibaret olan saf tercihini de örgütüne koşulsuz sadakat ile desteklemesi beklenmektedir. Ülkedeki politik ayrılıkların bir ölüm-kalım mücadelesine dönüşü ise bilimsel ve akademik kültürden hızla uzaklaşılmasını da beraberinde getirmektedir. Gerçek bir tartışmanın ve sorgulamanın olmadığı yerde anti-entelektüalizmin yükselişiyle beraber sığ bir popülizmin kıyılarında siyasal tartışma adına radikal militan öznelerin meydan muharebeleri belirmektedir. Televizyon ekranlarından sosyal medya kavgalarına kadar her bir alanda birbirini tarihten silmek için uğraşan bu yeni kültür, her geçen gün politik önyargıların çok daha sekter bir biçimde temsil edildiği modern bir arenanın kuruluşuna imkan hazırlamıştır.
Ülkeyi ve dünyayı bildiklerimizden ibaret zannettiğimize dair yanılgıyla yüzleşmek hiçbirimizi güçsüzleştirmeyeceği gibi bertaraf da etmeyecektir. Belirli görüşlere taraf olmak koşulsuz şartsız bir biat ile değil ancak belirli şerhler düşerek ve bazı eleştirileri saklı tutmayla mümkündür. Zira eleştiriye kendinden başlamayan ve eleştiri enerjisini yalnızca rakibine karşı kullanan “hakikat temsilcileri” devrimci bir dinamizm sağlamaktan uzak katı hiyerarşik otoriter bir örgütün her an gözden çıkarılabilecek basit bir militanı olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Tartışma adı altında yapılan ve herkesin sadece kendisinin haklı çıkmaya çalıştığı konfor arayışı ise bizi özgür ve demokratik değil yalnızca başka renklere bürünmüş bir diktatörlükten başka hiçbir hedefe taşımayacaktır.