Cumhuriyet’in Eğitim Anlayışı

Eğitim; insanın insanlaşması sürecinin temelidir. İnsanın kendini gerçekleştirmesinin, inşa etmesinin, ifade etmesinin birincil yoludur. Soran, sorgulayan, eleştiren, araştıran insan yetiştirmeyi amaçlar. İtaat eden değil itiraz eden, boyun eğen değil karşı çıkan, biat eden değil hakkını arayan, bakan değil gören, bencil değil toplumsal sorumluluk sahibi bireylerin yetişmesini hedefler. Temel bir insan ve yurttaş hakkı olan eğitim hakkını Cumhuriyet; eşit, ücretsiz, bilimsel, karma, laik, aydınlanmacı, halkçı, kamucu bir anlayışla kavrar. Hem insani sermaye hem toplumsal sermaye açısından önemser.

Eğitimin İdeolojik Boyutu

Eğitim bir üstyapı kurumudur. Ancak altyapıyı en çok etkileyen üstyapı kurumu olarak öne çıkar. Bu nedenle tüm rejimler, tüm siyasal hareketler, tüm devrimler eğitimi çok önemserler. Dünyada diğer sıfatlarının yanında, “Başöğretmen” sıfatı da taşıyan tek devrimci önder olan Atatürk de eğitime büyük önem vermiştir. Reşit Galip’ten Mustafa Necati’ye dek en seçkin kadrolarını Milli Eğitim Bakanı olarak değerlendirmiştir. Bir sohbetinde, “Eğer cumhurbaşkanı olmasaydım, maarif vekili olmak isterdim” demesi, eğitime verdiği değerin kanıtları arasındadır. Atatürk, devlet ve toplum yaşamında aklı ve bilimi egemen kılmaya çalışırken, manevi miras olarak da aklı ve bilimi bırakmıştır. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” demiş, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” diye özellikle vurgulamıştır.

Birinci Maarif Kongresi, Ankara’da 15 – 21 Temmuz 1921 tarihleri arasında, Kurtuluş Savaşı’nın en çetin günlerinde, Sakarya Meydan Muharebesi’nden önce toplanmıştır. Atatürk kongre salonunda öğretmenlerin haremlik – selamlık oturduklarını görünce, erkek öğretmenlere şu soruyu sorar: “Efendiler siz kendinize mi yoksa bu hanımefendilere mi güvenmiyorsunuz?”. Bu soru, yapacağı devrimlerin ve kadın – erkek eşitliğine verdiği önemin de göstergesidir. Bu kongreden bir yıl sonra, 1922 yılında ise Bursa’da Muallimler Kongresi toplanır. O kongrede Atatürk, öğretmenlere verdiği önemi şu sözlerle ifade eder: “Yalnız ve ancak siz öğretmenler, ölen ve öldüren birinci orduya, niçin ölüp neden öldürdüğünü anlatan ikinci bir ordunun neferlerisiniz”.

Atatürk, eğitim sistemini devrimci ve aydınlanmacı bir anlayışla ele alırken, yeni insan ve yurttaş üzerinden çağdaş bir ulus yaratmayı amaçlamıştır. Bir söylevinde şöyle der: “Memleketi ve milleti kurtarmaya çalışanların ayna zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer bilgin olmaları lazımdır. Bunu sağlayan okuldur. Okul adını hep beraber saygıyla analım; okul, genç beyinlere, insanlığa saygıyı, ulus ve yurdu sevmeyi, onuru, bağımsızlığı öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman, onu kurtarmak için izlenecek en doğru yolu belletir”.

Cumhuriyet’in ilanının üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden, 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen üç Devrim Yasası’ndan biri olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu tam bir devrimdir. Bu kanunla amaçlanan sadece eğitimin birleştirilmesi değildir, aynı zamanda insanların eğitim yoluyla ve eğitim kurumlarından başlayarak eşit kılınmasıdır. Yurttaşların fırsat eşitliğinden yararlanmasıdır. Bu yüzden Atatürk’ün eğitim politikaları tüm politikalarının temelini oluşturur. Osmanlı Devleti’nin Bilimsel Devrim’i, Aydınlanma Çağı’nı, Sanayi Devrimi’ni kaçırmasının bedelini çok ağır ödediğini gören, Bilimsel Devrim’i kaçırmanın topluma en az 300 yıl kaybettirdiğini bilen (matbaa Osmanlı’ya 281 yıl gecikmeyle gelmiştir) Atatürk, toplumdaki “mektepli – medreseli” ayrımına bu kanunla son vermiştir. Arapça eğitim veren dini okullar, sübyan mektepleri, medreseler, saray okulları, askeri okullar, gayrimüslim tebaanın çocuklarının gittiği okulların yerini Cumhuriyet’in okulları almıştır. Eğitim müfredatı birleştirilmiş, tüm okullar Maarif Vekâleti’ne bağlanmıştır.

Başöğretmen Atatürk

1928 yılında Harf Devrimi yapılarak Latin harflerine geçilmiştir. Cumhuriyet ilan edildiğinde halkın yüzde 90’ının okuma yazma bilmediği düşünülürse, bu adımın önemi daha iyi anlaşılır. Harf Devrimi’ni eleştirmek için “Tarihimizden koptuk. Eski metinleri okuyamıyoruz. Dedemizin ninemize yazdığı mektubu, çocuklarına bıraktığı vasiyeti anlayamıyoruz” şeklinde sözler edenlerin, Osmanlı toplumunun yüzde 90’ının okuryazar olmadığını unutmamaları gerekir. Çünkü bu vahim tablo, Türkçe, Arapça ve Farsçanın karışımı olan Osmanlıcanın halk tarafından öğrenilemediğini ortaya koymaktadır. Osmanlıca sarayda ve İstanbul’daki seçkinler arasında konuşulurken, Anadolu halkı Türkçe konuşmuştur, Türkçeye sahip çıkmıştır.

Mustafa Necati’nin Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde, 1928’de Millet Mektepleri açılmış ve halka okuma yazma öğretmede büyük başarı göstermiştir. 1929 – 36 yılları arasında 2.5 milyon kişi bu okullardan diploma almıştır. Genç Cumhuriyet, başarılı lise mezunlarını üniversite ve uzmanlık eğitimi için yurt dışına yollamaya karar vermiş, bu kapsamda 1929 – 30 yıllarında 288 öğrenci yurtdışına gönderilmiştir. Halkın eğitiminde, eğitim ve bilimin toplum yaşamında egemen kılınmasında Halkevleri’nin de büyük hizmetleri olmuştur. 1932 – 1951 yılları arasında faaliyet gösteren Halkevleri kapatıldığında, yurt sathında 478 Halkevi, 4 bin 332 Halkodası vardır. Halkevleri’nin kapatılmasıyla ilgili olarak İsmet Paşa’nın sonraki yıllarda söylediği şu söz, sadece bir devlet adamının itirafı ve özeleştirisi değildir. Aynı zamanda acı bir ders niteliğindedir: “Hayatımın en büyük başarısızlığı Halkevlerinin kapatılmasını önleyemeyişimdir”. 1940 yılında kurulan Köy Enstitüleri ise Türk milli eğitiminin doruğu olarak kabul edilirler. Gelişmekte olan ülkelere model olarak sunulan ve eğitim bilimi külliyatına “Türk buluşu eğitim kurumları” olarak geçen bu okullar, kapatıldıkları 1954 yılına dek Türkiye’ye çok büyük hizmet vermişlerdir. “İş için, iş içinde, iş ile eğitim” ilkesini benimseyen bu kurumların onbinlerce mezunu arasında Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Talip Apaydın, Ümit Kaftancıoğlu gibi seçkin aydınlar da vardır.

Cumhuriyet fazilettir” diyen, “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” sözüyle onun toplumcu, halkçı yönünü vurgulayan Atatürk’ün tasarladığı Cumhuriyet eğitiminin amacı, Atatürk’ü çok etkilemiş olan büyük şair Tevfik Fikret’in deyimiyle “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklar yetiştirmektir. Adeta yeni insanı yaratmaktır. Bu nedenle genç Cumhuriyet, eğitimin halkçı, eşit, laik ve aydınlanmacı olması üzerinde özenle, özellikle durmuştur. Bu nitelikleri, eğitimin ve bilimin olmazsa olmazı saymıştır. Millet Mekteplerinin, Halkevlerinin, Köy Enstitüleri’nin amacı budur. Bu kurumlar, toplumun aydınlanması, devrimin halkla bütünleşmesi için açılan kurumlardır ve uluslaşma yolunda dev adımlar atmışlardır. Gerilik ve gericilikle savaşmışlardır. Tiyatrodan müziğe, resimden edebiyata dek güzel sanatların her dalında çalışmalar yapmışlar, eserler vermişlerdir. Milli kültürü ve milli bilinci güçlendirmişlerdir.

Atatürk’ün ölümünden sonra ise O’nun başlattığı aydınlanmacı, kamucu, halkçı, laik, toplumcu, ulusalcı eğitim anlayışı sürdürülememiştir. Tersine zamanla tasfiye edilmiştir. CHP, kendi döneminde kurulan Halkevleri’ne, Köy Enstitüleri’ne sahip çıkamamıştır. Tersine CHP’li Başbakan Şemsettin Günaltay döneminde laik eğitimden büyük ödünler verilmiştir. 1950 sonrasında ise Türk milli eğitim sisteminin planlanması, yönlendirilmesi ve içeriği büyük ölçüde ABD’li danışmanların inisiyatifine bırakılmıştır. Başbakan Adnan Menderes’in “Hiçbir şey olamadıysanız, öğretmen de mi olamadınız?” sözü, eğitime ve öğretmene ilişkin yaklaşımını gösterir.

Piyasalaşan, Ticarileşen, Özelleştirilen Eğitim

Cumhuriyet; eğitim hizmetinin eşit ve ücretsiz olmasını savunurken, eğitimin finansmanını genel bütçeden, kamusal kaynaklardan yapar. Eğitim ve bilim kurumlarının özel sektörün değil kamunun mülkiyetinde, toplumun emrinde olması gerektiğine inanır. Bu kurumlara, kamusal yarar, toplumsal çıkar açısından bakar. Onların farklı düşünceleri ve ideolojileri açarak, toplumda demokrasinin yerleşmesine, kökleşmesine katkıda bulunduklarını bilir. Mali kaynağını devlet bütçesinden alan ancak devlet yönetimini de eleştirebilen kurumlar olduklarının farkındadır.

Eğitimin parasız ve eşit sunulan bir kamu hizmeti olarak, devletin görevi, yurttaşın ise hakkı olduğunu düşünen Cumhuriyet, yurttaşları eğitimde ve sağlıkta piyasanın insafına terk etmez. Öğrenci ve hastayı, müşteri olarak görmez. Kamu hizmeti olan eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanan yurttaşlar olarak görür. Okul ve hastaneyi işletme olarak tanımlamaz. Yurttaş eğer müşteri olarak görülürse ona verilen hizmet kamu hizmeti değil, piyasa hizmeti olur. O hizmeti veren öğretmen ve doktor pazarlamacı, satıcı olur. Parası olana iyi eğitim ve sağlık hizmeti, parası olmayana kötü eğitim ve sağlık hizmeti verildiği yönünde yaygın bir algı oluşur. Bu da toplumsal barışı, adaleti, ulusal bütünlüğü, demokratik istikrarı zedeler.

Eğitimin bir kamu hizmeti olması, anayasada ifade edilen sosyal devletin de gereğidir. Sosyal devlet açısından, eğitimde fırsat eşitliği olmazsa olmaz bir şarttır. Bir sosyal devletin, yurttaşlarına ayrım yapmadan, fark gözetmeden, kimseyi kayırıp, kollamadan herkese, kabiliyetini geliştirebileceği eğitim olanağını eşit ölçüde sunması gerekir. Bu uluslaşmayı, toplumsal kaynaşmayı pekiştirir. Doğu ile batı, kent ile kır arasındaki uçurumun kapanmasına, sınıfsal çelişkinin azaltılmasına, gelir dağılımı adaletsizliğinin giderilmesine yardım eder. Paralı eğitim ise fırsat eşitsizliğini derinleştirir, toplumsal adalet duygusunu zedeler, kamu vicdanını yaralar.

Günümüzde Türkiye’nin mili, aydınlanmacı ve halkçı bir eğitim ve bilim stratejisi olmadığından, toplumun gereksinimlerini gözeten, sanayileşme, bütüncül kalkınma, dış rekabet gibi hedefler koyması da olanaksızdır. Bu nedenle üniversiteler, bilimsel gelişmeyi esas alan kurumlar olarak değil, ticarethane olarak işlev görmektedir. Eğitim ve bilim politikaları, Türkiye’nin çıkarlarıyla örtüşmemektedir. Ekonomik model olarak üretimi, ihracatı, kalkınmayı, sanayileşmeyi, iktisadi dışsallığı, ileri teknolojiyi değil, ithalatı, montaj sanayisini, fason üretimi, ucuz işçiliği, borçla büyümeyi, acenteciliği tercih eden bir ülkenin, eğitim ve bilim politikalarıdır bunlar. Türkiye, yabancı kaynağa bağımlı, yüksek cari açık veren, 100 liralık ihracat yapmak için 80 liralık ithalat yapmak zorunda olan bir ülke olduğundan ve emperyalizm adına taşeronluk yapmaya, müdahale gücü olmaya heves ettiğinden, eğitim sistemi de buna uygun kılınmıştır.

Bu uygunluk eğitimin ve bilimin diline de yansımıştır. Eğitimin yabancı dille verilmesi gerektiği, aksi halde dünya ekonomisiyle bütünleşmenin olanaksız olduğu yönündeki görüş dolaşıma sokulmuştur. Eğitimin ve kültürün ulusal boyutu, milli bilinçle, tarihle, bellekle ve Türk diliyle ilişkisi gözden çıkarılmıştır. Eğitimin ideolojik ve sınıfsal yönü ise büyük ölçüde unutturulmuştur. Çünkü eğitim eğer toplum için yapılırsa, o ulusun dilinde yapılır, yapılmak zorundadır. Zira insan en iyi kendi dilinde eğitilebilir. Kendi dilinde anlar, düşünür, kavrar ve kendisini ifade eder. Bilimde gelişmiş ülkelerin uygulamaları da bunu kanıtlamaktadır. Çünkü onlar ulusal bütünlüklerini ve egemenliklerini pekiştirip, kendi değerlerini dayatmak için de eğitimin kendi dillerinde yapılmasına özel önem verirler. Yabancı dille eğitimi de, piyasacı eğitimi de, gerici eğitimi de dayatan aynı emperyalist merkezlerdir. ABD ve Avrupa eğitim üzerinden emperyalist yöntemlerle kendi kültürlerini “evrensel, ideal ve insancıl” olarak sunarlar. Diğerlerini ise “geri, barbar, ikinci sınıf” olarak tanımlar, belleklere bu şekilde yerleştirirler. Bu Türk aydınları da dahil olmak üzere Batılı olmayan aydınlarla ciddi bir aşağılık duygusu yaratmıştır.

Sonuç

Cumhuriyet; içeriden uğradığı ihanetlere ve dışarıdan gelen saldırılara karşın, eğitimde önemli başarılara imza atmıştır. Talihsizlik; Cumhuriyet’in halkçı, toplumcu, kamucu, ulusalcı vasıflarının, bizzat onun yetiştirdikleri tarafından tasfiye edilmesidir. Cumhuriyet sayesinde bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olanların, bu ilkeyi güçlendirecek yerde, onun kökünü kazımasıdır. Vahşi kapitalizmi, küreselleşmeyi savunmasıdır. Bu kadrolar nedeniyle de bilimin kurumsallaşması, toplumsallaşması güdük kalmıştır. Eğitim ve bilimin halkta kök salmasının temeli olan Tevhid-i Tedrisat ve eğitimde fırsat eşitliği, Atatürk sonrasında darbe üstüne darbe almıştır. Cumhuriyet, tüm eksikliklerine karşın, eğitimi tabana yaymada başarılı olduğu için esnafın oğlu cumhurbaşkanı, takacının oğlu başbakan, terzinin oğlu genelkurmay başkanı, kunduracının oğlu üniversite rektörü, boyacının oğlu müsteşar olabilmiştir. Bu durum, kimilerince küçümsenen halkçılığın, devletçiliğin, kamuculuğun, toplumculuğun özüdür ve kanıtıdır. Ülkede bir kast sistemi olmadığının, dikey geçişkenliğin sağlandığının da işaretidir. Günümüzde yapılması gereken de, Cumhuriyet’in eğitim anlayışını bugünün gereksinimleri doğrultusunda güncellemek, eğitim sistemine ulusal bir yön verip, topluma özgüven aşılamaktır.

Bunları da sevebilirsiniz